“Deha”, diyor Kant, “kendisinin hiç kimseden öğrenmediği şeyi, insanlığın ondan öğrendiği insandır.” Giuseppe Tornatore’nin Ennio (2021) adlı belgeselini izleyince aklıma Kant’ın bu deha tanımı geldi. Ennio belgeselinin bir yerinde Hans Zimmer’in Morricone hakkındaki yorumu bunu bir adım öteye de taşıyor. Şöyle diyor Zimmer: “Morricone’nin çalışmaları hakkında ciddi bilgi sahibi olmayan hiçbir besteci tanımıyorum. Ama onun yaptığını öğretebilir misin?” Karşımızda taklit edilmesi imkânsız olan fevkalade özgün, sıra dışı bir besteci var, film müziğinde (ve pop müzik aranjmanlarında) devrim yapmış bir deha. Bence Ennio Morricone, film müzikleri tarihinin Beethoven’ıdır.

Tornatore’nin belgeseli Ennio (2021) aslında bir “konuşan kafalar belgeseli” ama benim uzun zamandır izlediğim en iyi “konuşan-kafalar belgeseli”. Bunun sebebi, sadece Morricone’nin sanatını, hem de başka bir şekilde ifade etmenin, tasvir etmenin imkânsız olduğu bir sanatı, öne çıkarmayı başarabilmesi değil, aynı zamanda usta bestecinin hayal kırıklıklarını, onlarca yıla yayılan utanç duygusunu, eksiklik hissini de bize geçirebilmesi. Ennio insanı duygudan duyguya sürükleyen, sanatçının itirafları ve özeleştirileriyle zenginleşen birinci sınıf bir belgesel. Kalıcı olacağından eminim.

blank

Bu belgeseli, kabaca, sanatçının müzik anlayışı/tarzı ve kişiliği olarak ikiye ayırmaya çalışanlar olacaktır ama sanırım bu ikisini ayırt etmek bu örnekte çok güç. Trompet ustası olan babası tarafından zorla müzik okuluna yazdırılmış, trompet çalmaya zorlanmış bir çocuk Ennio. Ona başka bir şey olabilmesi için hiç şans tanınmamış. Gündüzleri (müzik) okuyup geceleri çalışmış (trompet çalmış). Pek çocukluğunu yaşayamamış. Kendi müziğini olgunlaştırmak için girdiği arayışlar konservatuvardaki hocaları ve öğrenci arkadaşları tarafından hiçbir zaman takdir edilmemiş, hatta hep hor görülmüş. Televizyona müzik yaptığı için, popüler şarkıların aranjmanlarını yaptığı için, filmlere müzik bestelediği için, kendisini kabul ettirmeye çalıştığı tüm meslektaşları tarafından aşağılanmış. Söyleşinin bir yerinde, uzun yıllar boyunca utanç içinde yaşadığını itiraf ediyor Morricone. Buna rağmen ne kadar çalışkan olduğunu, ne denli cesur ve deneysel işlere imza attığını ve hiçbir zaman pes etmediğini gördüğünüzde ona duyduğunuz saygı katlanarak artmaya başlıyor, belgesel de değme motivasyon videolarına taş çıkartacak bir mertebeye erişiyor.

Aslında öncesinde İtalyan televizyonlarındaki bazı programlarda, dizilerde, skeçlerde ve bazı popüler müzik aranjmanlarında hep kontrpuan kullanıp güçlü yaylılarla unutulmaz giriş ezgileri ortaya koyarak belirli bir stil yaratmaya başladığını öğreniyoruz Morricone’nin. Morricone’den önce sadece (şarkıya) eşlik edildiğini öğreniyoruz. Yani daha önceleri, orkestra akorları takip edip, arka planda kalırmış. “Morricone, şarkıları kişiselleştirmeye başladı” diyor uzmanlardan biri. Birkaç saniye içinde onun aranje ettiği anlaşılan özgün ve etkileyici parçalar ortaya çıkmaya başlıyor. Belgeseldeki yorumculardan biri, “Bence aranjman denen şeyi o icat etti” diyor. Doğal olarak, bir süre sonra İtalya’daki bütün pop sanatçıları onunla çalışmak istiyorlar.

blank

Anladığım kadarıyla, Ennio Morricone’nin müziğe bakış açısı, Darmstadt’ta şahit olduğu John Cage performansıyla tümüyle değişiyor. Deneysel müziğin en büyük isimlerinden, teorisyenlerinden, mucitlerinden biri olan John Cage’in her türlü nesneyi (ütünün cız sesi, sürüklenen telefonun çıkardığı ses, düşen bardak, devrilen sandalye, açılan çekmece vs.) enstrüman gibi kullanarak müzik üretmesi zihninde şimşekler çakmasına yol açıyor. Morricone bunu daha da ileri götürerek, önce anlamsız insan seslerini (yutkunma, diş gıcırdatma, mırıldanma vs.), sonra sıra dışı nesnelerin çıkardığı sesleri (kırbaç sesi, top güllesi sesi, kurşun sesi vs.), doğadaki kimi sesleri (çakal sesi, baykuş sesi, çağlayan sesi vs.) orkestra enstrümanlarıyla (yaylılarla, nefesli sazlarla vs.) ustaca birleştirdiği benzersiz müzikler yapmaya başlıyor. Zamanla bestelediği eşlik müziklerinin muhteviyatı değişmeye başlıyor, daha deneysel bir üslup içermeye başlıyorlar. Ve ilk işitmede, “Bu sesin burada ne işi var?” denilen garip seslerle örülü olağanüstü parçalar sökün ediyor (Sergio Leone westernlerine yaptığı müzikleri hatırlayınız).

Ennio Morricone ilk film müziğini 1961 yılında yapıyor. Fevkalade özgün ve kulağa hoş gelen müzikler bestelediği için kısa zamanda kendisine olan talep artıyor. Morricone de bu işi çok seviyor çünkü hem konservatuvarda öğrendiklerini uygulayabildiği bir mecra hem de deneysel çalışmalar üretebileceği bir laboratuvar kazanmış oluyor. İtalyan sinemasının birçok önemli ismiyle çalışıyor, Pasolini, Bertolucci, Argento, Petri vs. Onun doğal ve doğal olmayan seslerle zenginleştirdiği ilk gözü pek çalışmalarının 1960’lardaki film müziği besteleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle ilkokul arkadaşı Sergio Leone’yle 1964 yılında başlayan iş birliği, kariyerinde bir dönüm noktası teşkil ediyor.

blank

Leone’nin Bir Avuç Dolar (A Fistful of Dollars, 1964) filminden başlayarak bütün filmlerinde Morricone’nin imzası vardır. İkisinin de kariyerini yukarı çeken olağanüstü bir ortaklık. Bu konuda detaylı bir yazı yazmayı düşündüğüm için burada bırakıyorum. Tornatore’nin belgeseli de bu iş birliğine gerekli ağırlığı vermiş görünüyor. Belgeselin güçlü yanlarından biri, anlatının müzikal boyutunu bir an olsun ıskalamaması. Morricone Bir Avuç Dolar’ı anlatırken bile kullanılan enstrümana ve tekniğe odaklanıyor, ki böyle olması lazım.

Ennio Morricone belgeselin bir yerinde “Çalışamadığıma pişman olduğum tek film, Otomatik Portakal’dır (A Clockwork Orange, 1971)” diyor. Aslında Morricone, Stanley Kubrick’le prensipte anlaşıp el sıkışmış olmasına rağmen arkadaşı Sergio Leone’nin komplosuna kurban gidiyor. Leone, Kubrick’e “Şu sıralar Yabandan Gelen Adam’ın (Bir Zamanlar Devrim, 1971) müzikleri üstünde çalışıyor, çok yoğun” demiş, Kubrick de Bir Zamanlar Batı’da’dan (Batı’da Kan Var, 1968) itibaren Leone’ye inanılmaz saygı duyduğu için aradan çekilmiş. Halbuki Morricone çoktan miksaja geçmişmiş (besteler bitmiş yani). Acaba onun müziklerini yapacağı bir Otomatik Portakal nasıl bir film olurdu? Belgeseli izlerken daha da merak ettiğim şey şu oldu: Acaba ikisinin oynayacakları satranç maçını kim kazanacaktı? Ben Morricone kazanırdı diyorum. Ennio Morricone’nin nasıl bir satranç ustası olduğunu belgeselden öğreniyoruz. Morricone stüdyodaki sound box’ta kayıt esnasındayken kontrol odasındaki Terrence Malick’i, Malick’in önündeki satranç tahtasını görmeden zihninde canlandırarak yenmiş. Elinde ahize, telefonla hararetli bir şekilde konuşurken önündeki kâğıda notalar çizip aynı anda beste yapabilen bir dehadan da başka türlüsünü beklemezdik. Ennio belgeseli, her yeni anekdotta Morricone efsanesini yükselten bir yapım. Gelelim belgeselin en başarılı bulduğum özelliğine…

“(Trompetçi olan) Babam 55 yaşında trompet çalma becerisini kaybetmeye başladı. Ben de parçalarıma trompet koymayı bıraktım. (Onu orkestrama çağırmadığım için) Üzülmesin diye.”
Ennio Morricone

Belgeselin en sevdiğim yanı, bu nahif sanatçının -müziğine de sinen- ruhsal iniş çıkışları yansıtabilmesi oldu. Çok saygı duyduğu bir hocasıyla ya da babasıyla veyahut bir ödül töreniyle ilgili anıları hatırladığında hemen gözleri yaşaran bir insan bu. Bütün o duygulu ve zarif hâliyle, karısına, milyonlarca izleyicinin önünde kendisine verilen Oscar ödülünü hediye eden vefalı bir eş, birine ya da bir kuruma söz verdiği zaman o sözü yerine getiren bir çalışan, sanatına emek harcamayı bir gün dahi aksatmayan bir bestekâr ve etik değerlerine sıkıca tutunan (gerekirse ilk gün işi bırakan, gerekirse aç kalan) prensipli bir insanı tanıyoruz belgesel boyunca. Tornatore, ustanın kalbinin bin parçaya ayrıldığı birçok kare ve anı yakalamayı başarmış. Ancak bestelediği bir parçaya odaklandığında, karşımıza kararlı, kendinden emin, bambaşka bir insan çıkıveriyor. Ustanın en büyük özelliğini ise açılış sahnesinden kapanış sahnesine, kıyafetinden TV programlarındaki duruşuna, röportajlarındaki sadelikten çalışma odasının tasarımına kadar belgeselin her köşesine yayıyor.

blank

“Film müziğinin mucidi o olabilir” diyor belgesele görüş veren uzmanlardan biri, bir diğeri “Müziğin tanrısı, onun aracılığıyla konuşur” diyor. Ama aynı belgeselde Morricone’yi dinlerken bir okyanus kadar geniş ve uçsuz olan tevazusu karşısında büyüleniyorsunuz, biri kendini ölçüsüzce övdüğünde de hemen cevabını veriyor, bu kişi Quentin Tarantino olsa bile. Böbürlenmekten ve şişirilmekten hiç hoşlanmayan, film müzikleri ve popüler müzik tarihinde çığır açan, yarattığı binlerce esere rağmen kariyerinin son demlerinde bile hâlâ bir nevi arayışta olduğunu söyleyen bilge bir keşişe benziyor Morricone. Belgesel maestronun şu cümleleriyle bitiyor: “Müziği yazmadan önce düşünmek gerekir. Bu bir sorun. Bir besteye başladığınızda her zaman orada olan bir sorun. Bestecinin önünde boş bir sayfa durur. Ne yazmak gerekir o sayfaya? O sayfaya ne yazacağız? Orada geliştirilmesi gereken ve ileriye taşınması gereken bir düşünce var. Neyin arayışı? Bilinmez.”

Kuşkusuz Ennio Morricone, bilinmeze doğru yapılan bu yolculuğun en çalışkan neferlerinden biriydi. Bu yolculuğun bazı köşe taşlarını birbirinden önemli tanıklıklarla destekleyen Ennio (2021), insanı duygudan duyguya sürükleyen müthiş bir belgesel. Bu dehayla tanışma fırsatını kaçırmayın derim ben.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

Not 1: Bu muhteşem belgeseli bizlerle buluşturan MUBI’ye naçizane bir eleştirimiz var. MUBI “Ennio” belgeseline “Ennio Morricone: Büyük Maestro” adını uygun görmüş, her ne kadar bazı ülkelerde film -yerli/lokal dağıtımcının kararıyla- Ennio Morricone: Maestro adıyla gösterime girmiş olsa da bence belgeselin orijinal adının içinde hangi bilgeliği sakladığını fark edememişler. Karşımızda sadeliği, duruluğu ve saflığı tüm yaşamına ve sanatına nüfuz etmiş tevazu abidesi bir müzisyen var. Morricone’nin tüm hayatı şatafattan uzak olma, hiçbir şekilde öne çıkmama üzerine kuruludur, belgeseli seyredince zaten bunu görüyoruz. Giuseppe Tornatore bunun tümüyle bilincinde olarak belgeseline “Ennio” adını uygun görmüş, bakın, “Ennio Morricone” ya da “Morricone” (soyunun adı) bile dememiş, sade, basit bir “Ennio”yu yeterli görmüş. Çünkü ustaya da bu yakışırdı. Belgesele koyduğunuz Türkçe isimden en azından “Büyük” kelimesini çıkarmanızı rica ediyoruz. “Ennio” zaten onun kim olduğunu yeryüzündeki herkesin şıp diye anlayacağı bir isim, tıpkı “Ludwig” ya da “Amadeus” gibi…

Not 2: Immanuel Kant’ın “Deha, kendisinin hiç kimseden öğrenmediği şeyi, insanlığın ondan öğrendiği insandır” (Ein Genie ist Der, von dem die Menschheit lernt, was er von Keinem gelernt hat.) sözü için kaynak Ioanna Kuçuradi’nin Schopenhauer ve İnsan (Türkiye Felsefe Kurumu, 2019) adlı kitabının 84. sayfasıdır.

Not 3: Ennio Morricone hakkında, biri Sergio Leone’yle iş birliğine odaklanan kapsamlı bir inceleme, diğeri ustanın en sevdiğim parçalarına odaklanan mütevazı bir deneme olmak üzere iki ayrı yazı daha yazacağım için kısa kestim. Ennio Morricone benim en sevdiğim besteci, ne kadar sevdiğimi denemeye giriş cümlemden anlayacaksınız, söz veriyorum.

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Tek Başına Türkiye Özeti: Teknik Direktör Adnan Dinçer (2018)

Teknik Direktör Adnan Dinçer, basit bir futbol belgeselinden fersah fersah
blank

Room 237 (2012)

Room 237, aslında bazı insanların nasıl saplantı derecesindeThe Shining'e hayran