80’li Yılların Nükleer Kabusu: The Day After / Ertesi Gün (1983)

20 Mayıs 2017

blank

İnsanlığın nükleer savaşın dehşetengiz yüzüyle ilk ve en ölümcül karşılaşması hiç kuşkusuz 2. dünya savaşı sonunda oldu. Henüz teslim olmayarak direnmeye çalışan Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine sırasıyla 6 ve 9 Ağustos 1945 tarihlerinde Enola Gay ve Bockscar isimli iki B-29 Uçankale bombardıman uçağı ile atılan Ufaklık(Little Boy) ve Şişko(Fat Man) isimli atom bombalarını atarak Japonya’nın teslim olmasını sağladı. Japonya’nın, coğrafyanın da yardımıyla müttefiklere ve tabi ki en çok da Amerika’ya büyük zorluklar çıkaracağı hesap edilmişti ki bu “şık bitiriş hareketinin” (yazarken bile kanım donuyor) yapılmasına karar verilmişti.

Yaklaşık 132.000 kişinin ölümüne ve sayısız insanın etkileri ileride görülecek genetik kusurlara sahip olmasına yetecek düzeyde radyasyon almasına neden olan bu felaket yalnızca 2 dünya savaşını bitirmek için planlanmamıştı tabi ki. Savaş sonrası kurulacak olan iki kutuplu dünyada kralın kim olduğunu göstermek için “küçük” bir gösteri yapmak elzemdi. Bu gösteriyi Avrupa’nın göbeğinde, Berlin’de veya Roma’da yapmak yakışık almazdı ama bir kaç yüz bin “değersiz” Japon kolayca gözden çıkarılabilirdi!

Amerika’nın resti, karşı kutup tarafından hemen görüldü.S.S.C.B daha sonraki yıllarda Sosyalist  bloğa dahil olan ülkeler hızlı bir şekilde nükleer silahlanma yarışına dahil oldu. Sosyalist blok, batı bloğundan kendine doğru çevrilmiş on binlerce kitle imha silahına karşı yine on binlerce kitle imha silahı üreterek karşılık verdi.

Soğuk savaş sırasında oluşan bu dehşet dengesi belki tarafların doğrudan sıcak çatışmaya girmesini engelledi ama gene de nükleer silahlar pek çok kez tehdit unsuru olarak masaya konuldu. Hatta Küba Füze krizi olarak bilinen 1962 krizinde dünya nükleer savaşın eşiğinden döndüğünü bilmeyen yoktur. S.S.C.B kendine çevrili kitle imha silahlarına karşı Küba’ya nükleer başlıklı füzeler yerleştirmek istiyordu. Amerikan donanması Küba’yı denizden abluka altına alarak S.S.C.B’den yapılacak ikmal ve tabi ki füze sistemlerinin sevkiyatına engel olmaya çalışıyordu.  S.S.C.B, kendine çevrili kitle imha silahlarından dem vurarak Küba hamlesini savunuyordu ki bu silahlar arasında Türkiye’deki Jupiter füzeleri de vardı. Karşılıklı restleşmeler sırasında  Küba’nın ve tabi ki Türkiye’nin nükleer silahlar ile haritadan silinmesi gibi tehditler de savrulmuştu. Kriz en sonunda, S.S.C.B’nin Küba’ya füze yerleştirmekten vazgeçmesine karşılık Türkiye’deki füzelerin sökülmesiyle çözümlendi. Krizin çözülmesinde dünya çapında bir nükleer savaşın getireceği yıkımdan duyulan endişe kadar denizaltılardan atılabilen nükleer başlıklı füzelerin geliştirilmesi ile sabit füze üslerinin öneminin azalması da etkili olmuştu.

Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları ve Küba Füze Krizi dünyanın nükleer tehdit algısını oluşturan iki önemli olay. Nükleer saldırı sonucunda oluşan katastrofik can kaybı ve yıkımın yanı sıra canlıların genetiğinde kalıcı değişiklikler meydana getirerek gelecek nesilleri de etkileme potansiyeli ile nükleer savaş insanlığın en korkunç kabuslarından biri durumuna geldi. Atom bombası, nükleer yıkım, nükleer kıyamet sonrası yeryüzü gibi konular pek çok defa filmlere konu oldu. Bu filmlerden biri var ki benim gibi çocukluğunu 80’li yıllarda yaşayanları derinden etkilemiştir: The Day After / Ertesi Gün.

blank1980’li yıllarda Amerika ile S.S.C.B arasında gerçekleştirilen nükleer silahsızlanma görüşmeleri ile ilgili haberlerde Ertesi Gün filminden çarpıcı görüntüler kullanılırdı. Dev mantar bulutları, patlamanın şiddeti ile önce röntgen filmindeki iskeleti görünen ve sonra dehşetli alev topunun içinde kaybolan insanları, yerle bir olmuş şehirleri, tarlalarda yatan ölü çiftlik hayvanları faltaşı gibi açılmış gözlerle izlerdim.

Ertesi Gün, Amerikan ABC kanalı tarafından çekilen bir TV filmi. Yönetmen Nicholas Meyer, Senarist Edward Hume yapımcı Robert Papazian. Başrollerde Jason Robards, JoBeth Williams ve Steve Guttenberg var.

Film 1980’li yıllarda S.S.C.B’nin demir perde ülkelerinde tacizkâr tatbikatlar yaparak batı bloğunu huzursuz etmeye başladığı bir dönemi konu alıyor.(1) Sovyetler, gerilimi Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne taşıyor. Federal Almanya ile Demokratik Almanya çatışmaya başlayınca Amerika ve Sovyetler de bu kutuplaşmada yerini alıyor. İş, karşılıklı çatışma, nükleer silahların kullanılmasına varınca önce batı bloku nükleer silah kullanıyor, sonra Sovyetler Birliği NATO karargahını nükleer füze ile vuruyor. Artık büyük yıkımın kapıya dayandığı bir zamanda Amerika’da Kansas City’de başlıyor film. Jenerikte verimli tarlalar, devasa çiftlikler, çift hatlı demiryolunda giden yük trenleri, okullar, öğrenciler, at çiftlikleri, kovboylar, devasa stadyumlar, Kansas City’nin gökdelenleri, havuzlar, anıtlar, çeşmeler ve bolca mutlu, müreffeh insan görüntülerini yani “Americana”ları izliyoruz. Daha sonra Kansas City kırsalında yaşayan insanların yaşamlarından kesitler izliyoruz. Genelde mutlu olan insanların hayatındaki en büyük sorunlar ailesel sorunlardır. (Böyle “müreffeh” bir ülkede insan başka ne türlü sorun yaşayabilir değil mi?!) Gerilim ilerledikçe ortaya çıkan şey şudur: İnsanlar gelişmeleri sadece izlemektedir. İlgili veya ilgisiz bir şekilde, endişeli veya endişesiz bir şekilde… Ama ortak payda olarak “izlemektedirler”. Gelişmeler üzerinde bir etkileri yoktur, olabileceğini de asla düşünmemişlerdir sanki. Hayatlarını yakından etkileyebilecek olan gelişmeleri TV ve radyodan dinlemektedir.(2) Örneğin Kansas kırsalında bulunan kıtalararası füze üssünün yakınında yaşayan insanlar bir olası bir Sovyet misillemesi esnasında açık hedef olduklarını hiç düşünmez. (Bu arada filmin kurgusu da aynı fikirde olmalı ki, Kansas üssündeki füzelerin görüntüsü ile biten bir plan kesme ile Kansas City’deki dikili taşa, 1. Dünya Savaşı Anıtı’na bağlanarak füzeler ile ilgili hamasi bir mesaj vermek de ihmal edilmez!) Çünkü onlar mutlu-müreffeh Americana’lardır. 1962 Küba Füze krizini hatırlayan Dr. Oakes(Jason Robards) ve eşi Helen(Georgann Johnson)  arasında şöyle bir diyalog geçer:

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]Helen Oakes: (1962’yi kastederek) New York’taydık o zamanlar, yataktaydık. Tıpkı böyle… Hatırladın mı? 118. caddeydik.

Russell Oakes: Sharky’s’den aldığımız köfteli sandviçleri yiyorduk.[/box]

Küçük insanların etkisizliğini ve tepkisizliğini bundan daha iyi anlatan bir şey olur mu? Bu kriz atlatılsa da ileride başka bir nükleer kriz yaşansa Russell ve Helen, ömürleri yeterse tabi, gene bu yatak üstünde, muhtemelen fast food yiyerek yeni krizi konuşuyor olacaktır.

Kriz derinleşince Amerika ve Sovyetler kıtalararası nükleer füzeleri birbirine karşı ateşler. Kansas’taki füze üssünden havalanan füzeleri izleyen Huxley(John Litgow) şöyle der:

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]-Rusya’ya doğru yola çıktılar. 30 dakika sonra hedefe ulaşırlar.

Aldo cevap verir:

Tabi onların füzeleri de!(3)[/box]

blank

Alarm verildikten sonra insanlar güvenli bölgelere, sığınaklara bodrumlara saklanmak için panik halinde koşturmaya başlar. Kansas City üzerinde patlayan iki bomba şehri yerle bir ederken pek çok insan serpinti yüzünden aldığı yüksek dozda radyasyon yüzünden hastalanır. Saç ve deri dökülmeleri, ishal ve aniden oluşan kanamalar(peteşi) pek çok insan hastalanır. Kalanlar ise radyasyonla kirlenmiş topraklar üzerinde yeni bir hayat kurmanın mücadelesini vermeye çalışırken Amerika ve S.S.C.B arasında ateşkes anlaşması imzalanır.

blank

Film ilk başlardaki hesapçı ve yanlı anlatımına rağmen özellikle saldırı öncesindeki panik sahneleri ve saldırı sonrası yıkılmış medeniyet ve hayatta kalmaya çalışan insanların yaşadıklarını aktarmadaki başarısı ile evrensel bir dil yakalayabiliyor. Bir televizyon filminden bekleyebileceğimizden  (her ne kadar o TV kanalı ABC olsa da) daha büyük bir yapım olarak göz dolduruyor. Filmin yanlı anlatımını bir kenara bırakıp, finalde nükleer silahsızlanma ile ilgili sorumluluğu yalnızca “dünya liderlerin” sırtına yükleyen sığlığı göz ardı edersek nükleer silahların etkileri konusunda yaratmayı amaçladıkları dehşet duygusu ve farkındalığı izleyiciye aktarmaktaki başarıları tartışılmaz. Çocukluğu 80’li yıllarda geçmiş benim gibi bir sürü insanın en berbat kabuslarından biri olabilmiş bu film, yeniden hatırlanmayı hak ediyor!

[box type=”info” align=”” class=”” width=””](1)Aslında Sovyetler’in korkulduğu kadar güçlü olmadığının anlaşılmasının üzerinden oldukça uzun zaman geçmesine rağmen batı bloku S.S.C.B. ile ilgili gittikçe artan bir tehdit algısı yaratmaya başlıyordu. Sinema da bu algı mekanizmasının en önemli araçlarından biri oluyordu. Sovyetler Birliği, gittikçe askeri-bürokratik bir devlete dönüşüp kaynaklarını silahlanma ve uzay yarışı gibi alanlara yönlendirerek kuruluşundaki ideallerden uzaklaştıkça daha güçsüzleşirken batı bloku da onun isminin etrafındaki şeytan algısını hınzırca gazlamaktan geri durmuyordu. Bu film “büyük şeytan” S.S.C.B’yi tasfiye edecek kayyum olan Gorbaçov’un parti genel sekreterliği görevine gelişinden yalnızca 2 yıl önce çekiliyordu.

(2)“Uzağı yakın eden” iletişim araçlarının aslında yakını nasıl uzak ettiğinin en büyük kanıtı budur herhalde.

(3) Hem kapitalist bloktan hem de sosyalist bloktan “önce onlar başlattı” mantığıyla nükleer silaha sahip olmayı savunanlar olabilir. Düşmanlarınız sizde kendininki kadar büyük tahrip gücüne sahip silahlar olduğunu biliyorsa pek düşmanca davranamayacaktır. Bu yüzden her iki tarafta da nükleer silah olsa bile karşılıklı caydırıcılık yüzünden kimse bu silahları kullanmaya cesaret edemeyecektir. Peki ya birisi kullanmaya esaret ederse karşılıklı caydırıcılık karşılıklı yıkıma dönüşmez mi? Tabi ki bu sorunun muhatabı biz değil, nükleer silah övgücüleridir.[/box]

blank

S. Özgür Ilgın

1977 Yılında Aydın'da doğdu. Üniversitede bir elin parmakları kadar üyesi olan Felsefe Topluluğunun çıkardığı, iki elin parmakları kadar “tirajı” olan Yitik adlı fotokopi fanzinde öykü ve albüm tanıtımları yazdı.

Blues, Heavy/Rock, Doom, Thrash, Death, Jazz ve Proggressive müziğe bayılıyor. Sergio Leone'yi David Lynch'i, Stanley Kubrick'i, Metin Erksan'ı, Ertem Eğilmez'i, Nuri Bilge Ceylan'ı, Zeki Demirkubuz'u ve Yılmaz Atadeniz'i çok seviyor, sinema ve müzik gibi eğitiminin olmadığı konularda ukalalık etmekten çok hoşlanıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Lipstick (1976)

Sinemada Tecavüz ve İntikam filmleri çok işlenmeyen bir konu olmasının
blank

Escape from New York (1981)

Mad Max‘den sonra en sevdiğim distopik aksiyon filmlerinden biri olan