San Francisco Körfezi’ndeki Alcatraz Adası üstüne inşa edilen ve 29 yıl boyunca hizmet veren Alcatraz Hapishanesi’nde bu süre boyunca 14 firar girişimi yaşanmış. Bu 14 firara katılan 36 mahkûmdan 21’i yakalanmış, 7 tanesi firar esnasında vurularak öldürülmüş, 2 tanesi gaz odasında idam edilmiş, 3 tanesi boğularak can vermiş, 3 tanesinin de akıbeti resmî olarak belli değil. Gelmiş geçmiş en iyi hapishane filmlerinden biri kabul edilen Alcatraz’dan Kaçış (Escape From Alcatraz, 1979) işte o üç kişinin hikâyesini anlatıyor.
Alcatraz’dan Kaçış’ı (Escape From Alcatraz, 1979) ilk kez izlediğimde çok etkisinde kaldığımı hatırlıyorum. Hapishane müdüründen gardiyanlara dek tüm otorite figürlerinden nefret etmiş, kaçmaya çalışan mahkûmların tarafını tutmuştum, halbuki onlar bir grup iflah olmaz suçluydu ama film mahkûmların içinde bulunduğu durumu öyle acımasızca resmediyordu ki sempati duymanız işten bile değildi. Daha sonra Brubaker (1980), Lock Up (Hürkan, 1989) ve The Last Castle (Son Kale, 2001) gibi birçok başarılı hapishane filmi benzer bir yoldan ilerleyecekti.
Alcatraz’dan Kaçış’ın kolay kolay unutulmayacak harika bir açılış sahnesi var. Soğuk ve yağmurlu bir gecedeyiz. Alcatraz Hapishanesi, namıdiğer Kaya (The Rock), buğulu camların ardından korkunç şeylerin yaşandığı bir şato gibi görünüyor. Hava berbat, fonda Jerry Fielding’in askerî marşları andıran ve ortama disiplin hissi veren tınıları var. Daha nakil gemisindeki açılış sahnesinden başlayarak Frank Morris’e kötü muamele uygulandığını görüyoruz. Clint Eastwood’un diğer mahkûmların onu seyredebileceği buz gibi bir koridorda çırılçıplak yürümek zorunda bırakıldığı rencide edici sahneyi televizyon kesmişti, bunu yıllar sonra ilk kez izlediğimde küçük çaplı bir şok yaşadığımı itiraf ediyorum (Quentin Tarantino bu cüretkâr sahnenin büyük bir hayranıymış). “Alcatraz’a hoş geldin” sözünü duyana kadarki bölüm mahkûmun haysiyetini yerle bir etmek için özel olarak tasarlanmış, hücrenin kapısı kapanır kapanmaz duyduğumuz o karşılama sözüyle birlikte bir şimşek çakıyor. Akılda kalıcı bir açılış sahnesi.
Bence Alcatraz’dan Kaçış’ın açık ara en büyük başarısı, adım adım inşa edilen bir kaçış planının tüm ayrıntılarına sizi ortak etmesi. Kaçış esnasında kullanılacak olan tüm kritik araç ve gereçlerin elde edilişini görüyoruz ve Don Siegel sizi planın her aşamasında mahkûmların icra ettikleri eylemlerin (mesela hücrede nasıl kaynak yapılabileceğinin) tanığı hâline getiriyor. Bruce Surtees’in kamerası yer yer bir röntgenci gibi, yer yer de her şeyi belgeleyen bir haber alıcısı gibi kullanılmış, sanki mahkûm/lar bu sessiz tanıktan haberdar.
Siegel -final hariç- hiç acele etmiyor, hikâyeyi yavaş yavaş inşa ediyor, böylece karakterlerdeki değişimi, karakterlerin motivasyonlarını ve harcadıkları emeği görüyoruz. 1960 yılında başlayan film 1962 yılında yaşanmış bir firar eylemini anlatıyor ve işin ilginci, mahkûmların yaptıkları hazırlığın sadece bir kısmını filmde kullanmışlar. Genelde tersi olur, sinema gerçekte yaşanmış olayları abartır, köpürtür. Alcatraz’daki kaçışla ilgili bir belgesel seyretmiştim, kaçış hazırlığındaki mahkûmlar hapishanenin içinde gizli bir atölye inşa edip yaptıkları icatları test etmişler, mesela kaçmak için inşa ettikleri salı, yağmurluklardan yaptıkları can yeleklerini… İnanılır gibi değil. Filmde bunlar yok, belki bu detayları filme ekleselerdi seyirci abartılı bulacaktı. Yine de kaçış planı gözümüzün önünde inşa ediliyor ve tabii ki sayısız aksilik çıkıyor. Gerçekte olduğu gibi filmde de kurtulabildikleri meçhul, yine de güzel bir çiçeğin verdiği umutla bitiriyor filmini Siegel.
Cezaevi filmi söz konusu olduğunda Don Siegel’den daha iyi bir yönetmen bulmak zordur. Klasik kara film döneminin iki büyük cezaevi filminden biri olan Riot in Cell Block 11’ı (1954) Siegel çekmişti, diğer film Jules Dassin’in o muhteşem Brute Force’udur (1947). Siegel ağır koşullar altında cezalarını çekmekte olan mahkûmların ruhsal durumunu anlamaya çalışıyor. Clarence Anglin (Jack Thibeau) ve John Anglin (Fred Ward) kardeşlerin firar konusunda şöhretleri zaten ortada, ha keza Frank Morris’in. Ama onları bir an evvel kaçışa iten durumu netleştirmek için alttan ve üstten iki baskı mekanizmasını aynı anda çalıştırıyor hikâye. Erkek mahkûmlara tecavüz eden Wolf gibi bir sapık yemekhanedeki ilk sahneden itibaren bir gerilim öğesi olarak kullanılıyor, onun tecritten çıkacağı tarih bir nevi “deadline” yaratıyor.
Asıl baskı ise yukarıdan geliyor. Sert gardiyanlar (tekneden başlayarak sağlık taramasına, oradan da Frank Morris hücreye konana kadar süren açılış sahnesinin tamamına nüfuz eden hoyratlık ve kabalık unutulacak gibi değil) ve başlarındaki sadist cezaevi müdürü Arthur Dollison mahkûmların hayatını zorlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Cezaevinin yaşanmaz hâle gelişinden müdür sorumlu. Dollison tam bir psikopat, ne zaman bir mahkûmu biraz rahatlamış hâlde görsün, derhâl hayatını cehenneme çevirmeyi başarıyor, Chester “Doc” Dalton ve Litmus’a yaptığı gaddarlığın başka bir açıklaması yok. Bu iki karakterin başına gelen felaketleri gördüğünüz an Frank’in yanında saf tutuyorsunuz. Müdür Dollison’ı canlandıran Patrick McGoohan’ın Alcatraz’ın ayırt edici özelliklerini anlattığı ilk sahnesinden itibaren yer aldığı tüm sahnelerin tek hâkimi olduğunu görüyoruz, gözlerinizi ondan almanızı imkânsız hâle getiriyor. McGoohan’ın kariyerinin en iyi performanslarından birini verdiğini söyleyebilirim, film bittiğinde tüm hücrelerinizle nefret ettiğiniz birine dönüşüyor.
Clint Eastwood zaten mükemmel. Ağzından dökülen ilk sözcükleri filmin 10. dakikasında duyduğumuz Frank Morris karakteri çok zeki, hazırcevap, inatçı ve kurnaz bir mahkûm. İradeli biri, kontrolünü hiç yitirmiyor, çetin ceviz diyeceğimiz tipte biri. Frank az ve gerektiğinde konuşan dobra bir insan, kısa sürede hemen herkesin saygısını kazanıyor.
Doc ve Litmus’un yanı sıra iki önemli yan karakter var, ilki Frank’in yan hücredeki komşusu Charley Butts, aslında o da firara katılacak ama önce biraz tırsıyor, sonra da hamle yapmakta geç kalınca tren kaçıyor. Tabii gerçekte olay böyle yaşanmamış ama önemi yok. İkinci ve daha önemli olan yan karakter Paul Benjamin’in harikulade bir inandırıcılıkla canlandırdığı English. Bu karakter benim Frank’ten sonra filmde en çok sevdiğim karakter. Sakin ve ölçülü duruşunun altında korkusuz bir aslan yattığı belli. English’in hapishanedeki siyahi grubun lideri olduğunu anladığımız avluda geçen bölüm (“King of the Mountain” sahnesi), filmde en çok sevdiğim sahne. İki karakterin birbirini tarttığı esprili ve manidar bir diyalog izliyoruz. English adayı iyi tanıyor, neyin yapılıp neyin yapılamayacağını defalarca ölçüp tarttığı belli, bilgece bir duruşu var. Frank samimi tarzıyla English’in kalbini kazanıyor ama asıl amacının gerçekleştirmeyi düşündüğü firar eylemi için bilgi toplamak hatta mümkünse müttefik bulmak olduğunu anlıyoruz. Frank’in bazı şeylere (araç-gereç, bilgi) ulaşması lazım, bunun için de English’in yardımı ve desteği şart.
Alcatraz’dan Kaçış söz ettiğim sekiz karakter etrafında dönüyor ama her anı gerilimli, her anı diken üstünde bir hikâye değil bu. Siegel’in seyirciyi rahatlatan, onun karakterlere yakın tutan bir anlatıyı tercih ediyor. Diyaloglar çok iyi yazılmış, karakterler hazırcevap, bilhassa mahkûmların replikleri bir hayli matrak. Gergin bir konuşma mı yaşanıyor, hemen ardından Frank’in aslında o konuşma devam ederken kaçışı için malzeme çaldığını öğreniyoruz. Üzücü bir hadise mi yaşanıyor, ardından sevindirici bir gelişme geliyor. İniş-çıkışlar son derece dengeli, yönetmen bizi adım adım yükselterek firar sahnesine hazırlıyor.
Alcatraz’dan Kaçış 1962 yılında gerçekten yaşanmış bir hapishane firarını anlatan bir kitaptan uyarlandı, o nedenle birçok şeyi muğlak bırakan finalini beğenmeyenler olacaktır ama film çekildiğinde (1978 yılında) kaçan mahkûmlara ne olduğuna dair çok az bilgi vardı. Bugün mahkûmların kaçıp kurtulduklarına ve hayatlarını Latin Amerika’da tamamladıklarına dair bazı deliller var.
Alcatraz’dan Kaçış (1979) kendisinden sonraki sayısız hapishane filmini derinden etkilemiş bir ikonografiye sahip, her izlediğimde yeni bir detay keşfediyorum. Mesela bu son izlediğimde Frank’in D Blok’ta tecritteyken tazyikli suyla yıkanmasının İlk Kan (First Blood, 1982) filminde John Rambo’ya reva görülen muamele üzerinde bariz bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Stallone’nin Escape Plan (Kaçış Planı, 2013) filmi üzerindeki etkisi daha bariz, sadece firar aşamasında gerekli nesnelerin elde edilmesi değil, hapishanenin aslında nerede olduğu hususunda da Alcatraz’dan Kaçış’ın etkili olduğunu düşünüyorum. Başta Naked Gun 33 1/3: The Final Insult (Çıplak Silah 3, 1994) olmak üzere sayısız film, dizi ve animasyonda Alcatraz’dan Kaçış’taki kimi sahnelerle gırgır geçildiğini görüyoruz, bu bakımdan hayli popüler bir film.
Alcatraz’dan Kaçış’ın bir başka cezaevi klasiği olan The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli, 1994) üzerindeki etkilerini saymakla bitmez. Mahkûm tecavüzü, psikopat cezaevi müdürü ve gardiyanlar, intihar eden ya da kendine zarar veren mahkûmlar, kaçışı perdelemek için kullanılan sayısız detay (resim vs.) farklı varyasyonlarıyla Esaretin Bedeli’nde (ve uyarlandığı öyküde) karşımıza çıkıyor.
Don Siegel’in Alcatraz’dan Kaçış’ı (Escape From Alcatraz, 1979) yıllandıkça kıymeti artan birinci sınıf bir sanat eseri. Evet, bırakınız herhangi bir dalda ödül almayı, o dönem tek bir ödüle bile aday gösterilmemiş ama ne önemi var? Başta Siegel, Eastwood, McGoohan ve Benjamin olmak üzere emeği geçen herkesin sinema kariyerinin en parlak filmlerinden biri olmasından daha büyük bir ödül mü olur? Eskiden böyle klasikler vardı işte; alanında usta isimler bir araya gelir ve tek bir insanın bile taammüden cinayete kurban gitmediği dur durak bilmeyen gerilim dolu aksiyon filmleri (First Blood, Runaway Train vs.) çekerlerdi ve nefesinizi tutarak izlerdiniz. Bütün o ustaların önünde saygıyla eğiliyorum.