Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi tarafından düzenlenen Uluslararası Eskişehir Film Festivali, bu yıl 5-13 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşti. 19. yaşına giren festivalde 45 uzun metrajlı film ile 55 kısa film izleyicilerle buluştu. Eskişehir’in birçok bakımdan özel bir festival olduğunu düşünüyorum. Bir defa Anadolu Üniversitesi öğretim elemanlarının, öğrencilerinin ve çalışanlarının elbirliğiyle kotardığı festival, birçok “profesyonel” festivale taş çıkartıyor. Ayrıca senenin ses getiren filmlerinden Eskişehir’de gösterime girmemiş (ve büyük olasılıkla girmeyecek) olanları sinemaseverlerle buluşturmayı ilke edinmiş olması da çok önemli. Biz sinema yazarlarına da diğer festivallerde yoğunluktan dolayı izleme imkânı bulamadığımız filmleri yakalama şansı sağlıyor. Ve tabii ki Öteki Sinema olarak ilgi alanımıza giren korku sinemasına, artık klasikleşen ‘Geceyarısı Sineması’ bölümünde yer vermeyi asla ihmal etmiyor.
Türkiye’de korku sineması ve festival denince akla ilk olarak İstanbul Film Festivali bünyesinde yer alan ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ bölümü gelirdi. Bilindiği üzere İKSV bu sene bu bölümü tamamen kaldırdı ve festival kapsamında yer alan birkaç korku filmini ‘Mayınlı Bölge’ bölümüne kaydırdı. Ayrıca ilk defa bu sene yer verdiği ‘Cinemania’ bölümünde de Suspiria ve Island of Lost Souls gibi korku klasiklerine yer verdi. Festival bünyesinde gösterilen toplam korku filmi sayısı çok değişmiş olmasa da ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ bölümünün kaldırılmış olması hatalı bir karar. Umarım her sene heyecanla beklediğimiz müstesna bölümü önümüzdeki sene tekrar yerine koyarlar. Burada !f İstanbul’un adını anmazsak olmaz. Her sene gittikçe zenginleşen seçkisiyle sinemaseverler için tam bir cazibe noktası haline festival, korku sinemasını da es geçmiyor ve ‘Karanlık ve Köşeli’ başlıklı bölümde yerli ve yabancı korku filmlerinin ayrıksı örneklerine yer veriyor. Türkiye’deki diğer film festivallerine bakarsak diyeceğim ama onlar da çok özel bir durum hâsıl olmadıkça korku filmlerine pek yüz vermiyorlar. Yani Eskişehir’in ‘Geceyarısı Sineması’ bölümü, korku sinemasına ayrılmış bir elin parmaklarının sayısını aşmayan festival bölümlerinden biri.
Eskişehir Film Festivali, gösterimlerini şehir merkezindeki Kanatlı AVM’nin sinema kompleksinin iki salonunda ve üniversite içindeki Sinema Anadolu isimli sinema salonunda gerçekleştirdi. ‘Geceyarısı Sineması’ bölümündeki filmler birer kez saat 21.00’da Kanatlı’da gösterilirken, birer kez de saat 24.00’da üniversitedeki salonda gösterildi. Üniversitede gerçekleştirilen geceyarısı gösterimlerini ayrıca önemsediğimi özellikle belirtmek isterim. Gösterilen filmlerin iyiliği kötülüğü bir yana, “toplu halde korku filmi izleme ritüeli”ne uygun biçimde gösterilen filmlerin, üniversiteliler tarafından da ilgiyle karşılandığına şahit oldum. Geceyarısı gösterimlerinin festivale ayrı bir hava, ayrı bir sinerji kattığı da yadsınamaz bir gerçek. Peki, Eskişehir’in bu seneki karanlık filmleri hangileriydi?
Berlin Syndrome (2017)
Cate Shortland’ın yönetmenliğini üstlendiği Avustralya yapımı film, sadece ismine bakarak birçok tahminde bulunmamıza olanak sağlıyor ve nitekim bu tahminlerin birçoğu da yerli yerine oturuyor. Berlin’e yalnız başına gelen Clare isimli Avustralyalı bir genç kız, İngilizce öğretmenliği yapan Andi isimli Alman genç ile tanışır ve aralarında muhtemelen bir ya da birkaç gece sürecek bir ilişki başlar. Ancak Andi’nin, Clare’in bir yere gitmesine izin vermeye niyeti yoktur.
Berlin Syndrome, kabaca gözlerden ırak bir dairede alıkonan bir genç kızın kurtulma çabasını anlatıyor. Ancak filmin derdi bambaşka. Öncelikle filmin 116 dakikalık süresi çok uzun; Clare’in Berlin’e gelmesi, şehirde fotoğraf çekmesi, bir sahafta saatlerce vakit geçirmesi, sokak arasına kurulmuş bir tezgâhtan çiçekli elbise alması, kaldığı hosteldeki diğer gençlerle bütün gece amaçsızca takılması gibi genç kızın yalnızlığına ve özgüven eksikliğine vurgu yapan sahneler, gereğinden çok uzun tutulmuş. Andi ile tanışması, Gustav Klimt tabloları ve eskizleri üzerinden ikilinin önünde sonunda bir araya geleceğini imlemesi derken asıl konuya girmesi bir hayli zaman alıyor. Oraya geldiğinde de işin psikolojik gerilim kısmını iyice arka plana atıyor ve tamamen kadın-erkek ilişkisine odaklanıyor. Dolayısıyla ön plandaki kaçırılma ya da bir dairede hapsedilme mevzuları yeterince iyi işlenememiş oluyor. Bu da filmin elini iyice zayıflatıyor. Evet, Andi’nin geçmişi ve annesinden kaynaklanan kadın nefreti gibi klişe sebepler veya Clare’in kendisini kaçıran adama karşı beslediği Stockholm Sendromu’na atfen gelgitli hisleri belli noktalarda ilgi çekici detaylar barındırıyor ama nihayetinde Berlin Syndrome’un vasat bir filmden fazlası olduğunu söylemek mümkün değil.
XX (2017)
V/H/S (2012), The ABCs of Death (2012) ve Southbound (2015) gibi iş yapan korku antolojilerinin izinden giden XX, dört kadın sinemacının yönettiği her biri yaklaşık yirmi dakika süren dört ayrı bölümden oluşuyor. Her bölüm stop-motion animasyonlarla birbirine bağlanıyor ama bölümler ile direkt bağlantı kurmaktan uzak animasyonlar, sadece süs öğesi olarak kullanılmış. Bir de süreleri biraz uzun tutulunca açıkçası neye hizmet ettiği çok anlaşılmıyor.
Jovanka Vuckovic’in yönettiği ilk bölüm ‘The Box’ ismini taşıyor. Adından da rahatlıkla anlaşılacağı üzere bilindik bir “kutuda ne var” öyküsüne sırtını dayayan bölüm, yeni bir şey sunmuyor ama karakterler gibi seyirci de kutuda ne olduğunu merak etmekten kendini alıkoyamıyor. İkinci sırada St. Vincent ismini de kullanan Annie Clark var. ‘The Birthday Cake’ ismini taşıyan bölüm, kızının doğum günü partisini sorunsuz bir şekilde atlatmak isteyen bir annenin, odasında ölü bulduğu kocasının cesedini saklama gayretini anlatıyor. Art arda dizilmiş absürt olaylar silsilesinin hakimiyetindeki bölümün mizahi yönü ağır basıyor. Bölümün kurtarıcısı olarak bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi işaret edilebilir. Daha önce Southbound isimli antolojide de yer alan Roxanne Benjamin’in yönettiği ‘Don’t Fall’ çölde kamp yapmaya giden dört arkadaşın kayalıklar üzerinde gördükleri antik çizimler üzerinden klasik bir musallat öyküsü anlatıyor. Yeni veya farklı bir şey yok ama ‘Don’t Fall’ antolojinin en kanlı bölümü. Son bölümde ise Karyn Kusama imzalı ‘Her Only Living Son’ var. Çok fazla bilinmese de on numara bir boks filmi olan Girlfight (2000) ile iyi bir kariyer başlangıcı yapan Kusama, daha sonra Æon Flux (2005) ve Jennifer’s Body (2009) gibi zayıf örneklerle süslediği filmografisinde The Invitation (2015) ile (şimdilik) zirve yapmıştı. Dolayısıyla en merak ettiğim bölüm buydu ama ne yazık ki tam bir hayal kırıklığı oldu. Rosemary’s Baby (1968) ve The Omen (1976) karışımı bir şeytan çocuk öyküsü anlatan bölüm, sağlam bir final yapmaktan uzağa düşüyor.