Sorumlusu Olmadığım Bir Şey İçin Üzülmek İstemiyorum

Acıları hala dinmeyen Boşnak kadınlarına…

“Hüzünde boş ve değersiz olan dünyadır; melankolide ise ben’in kendisi…” Sigmund Freud

blankMontauk, New York eyaletine bağlı, yaklaşık 3 bin nüfuslu küçük bir ada kasabasıdır. Coğrafi konumundan dolayı yıllarca askeri üs olarak kullanılan bu kasabanın aynı zamanda ışınlanma, psişik güç ve zaman yolculuğu vb. deneyler yapılan gizli bir merkez olduğu ve adada bulunan bir radar vasıtasıyla elektromanyetik sinyaller gönderilerek insanların etki altına alındığı iddia edilmiştir. İnsanları güldürmek, ağlatmak, sinirlendirmek, uykulu hale getirmek, bir şeyleri unutturmak veya hatırlatmak bu deneylerin hedefleri arasında sayılmıştır. Son dönemin popüler yapımlarından “Stranger Things” (2016-) bu deneyleri yeniden gündeme taşımış hatta diziye ilk anda “Montauk” isminin verilmesinin düşünüldüğü yapımcılar tarafından dile getirilmiştir.

“Bugün işi astım, trene atlayıp Montauk’a gittim. Neden bilmiyorum. Oysa aklına eseni yapan biri değilim ben” diyen Joel’in bu sözleri, gizli “Montauk Deneylerine” güçlü bir göndermedir. Joel’i ve Clementine’i Montauk’a götüren ve bir araya getiren şey neydi? Tanışmaları burada yürütülen gizli deneylerin bir parçası mıydı? Film bu soruları yanıtsız bırakıyor. Onları Montauk’a götüren ve karşılaşmalarını sağlayan etki “yapay” olsa da, âşık olmalarını bir “rastlantı” olarak görmek gerektiğini çünkü yeryüzündeki hiçbir gücün iki insanın birbirine âşık olmasını sağlayamayacağına veya aşkı yok etmeyi başaramayacağına inandığımı söylemeliyim. Günümüzde “yanılsama”, ticari “sözleşme” veya “sorumluluk” olarak görülmesine karşın “gerçek” aşk tamamen rastlantısaldır. Aşk, “önceden kestirilemeyecek ve dünyanın yasalarına göre hesaplanamayacak bir olaydır ve aşkın başlangıcı, bir olanaksızlığın aşılmasıdır” diyen Badiou şöyle devam eder.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Aşkı ilan etmek karşılaşmanın rastlantısını bir başlangıç halinde sabitlemek demektir. Çoğunlukla orada başlayan şey öyle uzun bir zaman sürer, öyle çok yenilikle ve dünya deneyimiyle dolu olur ki, geriye bakıldığında, artık başlangıçta olduğu gibi olumsal ve rastlantısal gözükmez hiç de, bir zorunluluk halini alır. Rastlantı böyle sabitlenir: Tanımadığım biriyle karşılaşmanın saltık olumsallığı bir yazgı havası kazanır. Aşk ilanı rastlantıdan yazgıya geçiştir, bu yüzden onca tehlikeli, onca korkutucudur. Ne var ki aşk ilanı ille bir kez yapılmaz, uzun sürebilir, dağınık, karışık, karmaşık olabilir, birkaç kez ilan edilebilir, ileride de daha pek çok kez dile getirilebilir. O rastlantının sabitlendiği andır.” (Alan Badiou, Aşka Övgü)

[/box]

Anestezinin doğumlarda kullanılmasını isteyen jinekolog James Simpson’a karşı çıkan papazların, Tanrı’nın Havva’ya “çocuklarını acı çekerek doğuracaksın” dediğini ve kadınların kloroformun etkisi altında “nasıl acı çekebileceklerini” sorduklarını aktarır Bertrand Russel. Bu papazlara göre kadın acı çekmelidir çünkü kadın olmanın “bedeli” budur. Otuz yıllık araştırmalarına karşın anlayamadığı tek şeyin “kadınların ne istediği” olduğunu söylemesi, Freud’un ataerkil söyleme nasıl boyun eğdiğini ve “penis kıskançlığı” gibi kuramlarıyla onu yeniden inşa ettiğini gösterir. Dinler kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia etmiş, erkeğin cennetten çıkarılmasından kadını sorumlu tutmuştur.

Türk mitolojisinde, Türklerin atası bir mağaradan doğmuştur. Anlatıya göre Kara Dağ’daki bir mağarayı sel basar, suların taşıdığı çamur, insan biçimli bir çukuru doldurur. Güneşin, mağaradan dışarı sürüklenen bu kalıbı pişirmesiyle “erkek” dünyaya gelir. Bir süre sonra, başka bir su baskınıyla aynı şeyler tekrar eder ancak güneş bu kez kalıbı tam olarak pişirmez ve “eksik” bir varlık yani “kadın” yaratılmış olur. Kadının “tamamlanmamış” görülmesi erkek egemen söylemin gücüyle doğru orantılıdır. Günümüzde görece zayıfladığının iddia edilmesi gerçeği yansıtmaktan çok arkasına saklanacağı yeni yöntemler bulmuş olmasıdır.

blank

Bir kadının “omuzunda” veya “dizlerinin” dibinde yaşlanmayı isteyen bir erkeğin o kadını aşağılaması, “elde etmesiyle” eş zamanlı mı gerçekleşir yoksa kadını hep aşağı gören erkek, âşık olduğunu düşündüğü süre boyunca mı farklı davranır? Bir erkeğe sorulacak kritik soru bu olmalıdır. Erkek hangi durumda içten davranmaktadır? Erkek egemen söylem din, kültür, mitoloji, din, tarih, felsefe vb. hemen her şeye nüfuz etmeyi ve onu dönüştürmeyi başarmış tek evrensel ideolojidir. İster gelişmiş ülkeler, ister cunta cumhuriyetleri, ister dini hükümler, ister demokrasi veya isterse komünist ilkelerle yönetilen devletler, ister bir terör örgütü ister sivil toplum kuruluşu, ister dünyanın en kalabalık ülkesi veya en küçük ülkesi olsun hemen hepsi erkek egemen söylemin etkisi altındadır.

Adına “aşk” denilen bir şeyin varlığını biliyoruz ancak genellikle erkekler tarafından yapılan bu tanım kadını da kapsıyor mu, emin değilim. Aşk üzerine söz söyleyen, yazan, çizen birçok kadının, erkek egemen söylemi benimsemiş olması işimizi daha da güçleştiriyor. Hemen her şey kadını ezerken, aşağılarken, sömürürken aşkın yaşadığını söyleyebilir miyiz? Veya “yaşadığı” iddia edilen “şey” gerçekten “aşk” mıdır? Acaba “biz” erkekler kadınları pek de umursamadan kendi ruhlarımızda oluşan boşlukları doldurabilen kadınları seçmeye mi aşk diyoruz? “Kişi bir bütünün yarısı gibidir. Bu yüzden bu boşluk, kadın tarafından doldurulur.” diyen binlerce yıllık geçmişe sahip Upanishadlar’a bakarsak öyle. Peki, aşk erkek için bir zaaf hali midir? Bertolt Brecht’in kendi zaafı için “Senin yoktu hiç, benimse vardı bir tane: seviyordum.” sözleri bu duruma mı işaret ediyor yoksa? D.H. Lawrence’in “Gökkuşağı” isimli romanındaki Winifred lnger karakterinin bu konuda şöyle dediğini bilmek çok anlamlı.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Erkekler sürekli iltifat edip konuşuyorlar, ama gerçekte içleri bomboş. Her şeyi eski, donmuş bir düşünceye uydurmaya çalışırlar. Aşk onlar için ölü bir düşüncedir. Bir kadına yaklaşıp, bir kadını sevmezler. Bir düşünceye, bir hayale gelerek “Sen tam benim düşündüğümsün” deyip kendilerini kucaklarlar. Sanki ben bir adamın düşüncesi olabilirmişim gibi! Sanki ben sırf adamın biri beni düşündüğü için varmışım gibi! Onun tarafından baştan çıkarılıp ortada bırakılabilirmişim, onun ölü varsayımının bir parçası olmak için bedenimi istediği gibi çalabileceği bir alet olarak düşüncesine sunabilmişim gibi! Harekete geçemeyecek kadar çok konuşurlar, tümü de zayıf yaratıklardır. Bir kadını gerçekten alamazlar. Her seferinde dönüp dolaşıp yine kendi düşüncelerine gelip onu kabul ederler. Aç kaldıkları için kendilerini yutmaya çalışan yılanlara benzerler.” (D.H. Lawrence, Gökkuşağı)

[/box]

Jean-Pierre Vernant “Pandora” isimli kitabında “Neden iki cinsiyet var” sorusunu sorar ve “Sadece erkeklerin olduğu, tapınaklara gidilip adaklık armağanlar bıraktıkları ve karşılığında küçük erkek çocuklar aldıkları bir düzen yaratılmalıydı” der ve “tümüyle erkeklerden oluşan tek bir cinsiyet olsaydı her şey çok daha kolay olurdu.” diyerek sözlerini noktalar. Yunan mitolojisinde Kronos’un kâinatın kralı olduğu altın çağda kadının olmadığı, insanların erkeklerden oluştuğu ve dolayısıyla doğumun ve ölümün olmadığı anlatılır. İnsanlar ile tanrılar hep birlikte yaşıyor, yiyip içiyor, çalışmıyor, yorulmuyor, hastalık ve acıyı bilmiyorlardı. Prometheus’un ateşi çalıp insanlara vermesine tahammül edemeyen Zeus, erkeklere bir “musibet” olması için kadını yani Pandora’yı yaratır. Bu kadın, ölümsüz bir tanrıçanın görünümüne sahip olarak yaratılmış olsa da, Hermes ona köpek mizacı, yalancılık hatta hırsızlık huyu verir. Böylece “insan sesine” sahip olsa da yalanlarıyla hakikati gizleyen ve dış güzelliğine karşın içinde bir “köpek” ruhu barındıran kadın yaratılmış olur. Hemen her kültürde kadının at, eşek ve köpek soyundan türediğine inanılır ve aşk erkeğin kurtulması gereken “lanetli bir ağ” olarak görülür.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Lanetli ağdan kurtarabilirsin kendini,
Yeter ki kendi özgürlüğünün önüne durma
İlkin tapındığın, uğruna iç çektiğin dişinin
Kusurlarını ara bul, bedence ve ruhça.
Çünkü aşk, kör eder çoğunluk gözünü erkeğin,
Olmadık özellikler yakıştırır sevdiğine.
Nice çirkin kadına tapınıldığını biliriz.
Bakarız, gülüp geçer dostuna biri,
Alçaltıcı tutkusundan ötürü; oysa zavallı
Kendisi de -bilmeden- benzer bir açmazın içindedir.
Sütlü kahve olur çıkar, kara-sarı haspa,
Övülür pasaklının sevimli dağınıklığı.
Gözleri yeşil olsa bile, tanrıça grisidir.
Sıska ve kuru mu, ceylan sekişlidir mutlaka,
Bodur y a da kavruksa, küçük perileri andırır,
Görkemli tanrı dölündendir, iriyse, hantalsa.
Kekeme mi, çocuksu tutukluğu ne çekicidir!
Donuksa, alçakgönüllüdür; geveze mi, cevher saçar;
İnce ruhludur sıskaysa, öksürürken boğuluyorsa.
Memeleri çok iriyse Bacchus’u emziren Keres’e benzer
Burnu kütse Satyr’lerin çocuğu’dur, köfte
Dudaklıysa öpülesidir -Saymakla bitmez bunlar-
Başka kadın mı kalmadı? Hem daha önceleri de
Onsuz yaşamadık mı? Biliriz ki hemcinslerinden” (Lucretius, Evrenin Yapısı)

[/box]

Pandora’nın “sebep olmasıyla” hastalık, acı, yaşlılık, yorgunluk, yas gibi ne kadar kötülük varsa “erkeğin başına” bela olur. Bu kötülüklerin “görülmez” ve “duyulmaz” olduğu, somut bir görünüme sahip olmadığı için de engellenemez olduğuna inanılır. Geldikleri görülebilse ve duyulabilse kaçınmak mümkündür ancak musibetlerin en büyüğü olan Pandora yani “kadın” hem görülür hem de duyulur olmasına karşın fiziksel güzelliği her şeyi unutturur ve tatlı sözleri erkeğin aklını başından alır. Böylece erkek aslında kaçınması gereken felaketinin peşinden koşmaya başlar. Erkek egemen söyleme karşı çıkan biri olsam da yıllar boyunca maruz kaldığımdan dolayı ne kadar etkilendiğimin farkında bile olmadığım birçok nokta olabileceğini inkâr edemem. Erkek egemen olmasa da ister istemez erkek bakış açısıyla yazdığım için yazdıklarım bazı kadınlar veya bütün kadınlar tarafından yanlış bulunabilir, belki de gerçekten yanlıştır, bilemiyorum. En azından “yanlışımı” kabullenmeye hazır olduğumu söyleyerek, erkeğin durumunu tam da psikanalist Arno Gruen’in ifade ettiği gibi olduğunu gördüğümü söylemeliyim.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Erkekler bir ikilem içindedir. Kendilerini onaylatmak için çok ihtiyaç duydukları kadından korkmaktadırlar. Eşsiz olduğumuzu kanıtlamak ve diğer erkeklere üstünlüğümüzü göstermek için bir kadına sahip olma hayaline ihtiyaç duyarız. Buna rağmen, onları nasıl kötüye kullandığımızı saklamak ve kendi aramızdaki rekabetin kazananı olmak için kadını gizliden gizliye hor görürüz. Bu hor görme, çoğu zaman erkeklerin birbirleriyle ilişkilerinin temelini oluşturur. Hepimiz kadını bizden aşağı görürüz yine de şartlar ne olursa olsun kadın tarafından kabul edilmek isteriz. Bu şartlar altında gerçek içtenlik var olabilir mi? İçtenliğin temeli eşitliktir. Ama kadınla ilişkimizin her anında kendimizi benliğimizin derinliklerinde yetersiz, üstün veya suçlu hissediyorsak, bu eşitliği nasıl sağlayacağız? Yetersiz, çünkü aslında içten içe kendi efsanemize inanmıyoruz; üstün, çünkü kendimizi efsanemizle kandırmak istiyoruz; suçlu, çünkü kadını sürekli hor görerek, onun bizim imajımıza verdiği desteğe ve bize duyduğu hayranlığa olan bağımlılığımızı inkâr ediyor, kendimizi ondan üstün görerek bu inkârımızı hasıraltı ediyoruz.” (Arno Gruen, Kendine İhanet)

[/box]

Clementine ve Joel, Shakespeare’in “kimi sevsem, ilk bakışta sevdiğim değil” sözünü doğrularcasına birbirlerine görür görmez âşık olurlar. Bir süre aşklarını yaşarlar. Kavga ettikleri bir günün ertesinde özür dilemek için Clementine’in çalıştığı mağazaya giden Joel, hiç beklemediği bir durumla karşılaşır. Clementine ona bir yabancı gibi davranmıştır. Seyirci bu ayrılığın tanıştıkları günün sonrası olduğunu düşünür oysa aradan birkaç yıl geçmiştir. Joel, bütün ısrarlarına karşın ilişkisini kurtaramaz. Yeri gelmişken, Jim Carrey’nin alışkın olduğumuz filmlerinin dışında, müthiş bir oyunculuk sergilediği hatta arabasında hıçkıra hıçkıra ağladığı sahnelerin unutulmaz olduğunu söylemeliyim. Clementine’in kendisini niçin terk ettiğini anlayamaz ve yas tutmaya başlar. Gündelik hayatını sürdürürken hiç beklemediği bir anda âşık olmuş, dünyanın en mutlu erkeği olduğunu düşünürken, sevgilisinin aşkına karşılık vermemeye başlaması üzerine büyük bir boşluğa düşmüştür. Acı veren günlerin toplamı mutlu anların toplamını geçmiştir. Başına gelenlere anlam veremez ve Tanrı’nın kendini cezalandırdığını düşünmeye başlar.

blank

Jean-Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri’nde “ Tanrı adildir. O, acı çekmemi istiyor, fakat masum olduğumu biliyor. İşte güvenmemin sebebi bu; yüreğim ve aklım yanılmadığımı ilan ediyor” diyerek acılara nasıl sabrettiğini açıkladıktan sonra, bir gün her şeyin yoluna gireceğine, kendisinin sırasının da er geç geleceğine inandığını söyler. Clementine’in “Şaşkınım, korkuyorum ve kendimi yok oluyormuş gibi hissediyorum. Her şey anlamsız geliyor” sözleri ve Joel’in “Tanrı’m beni cezalandırıyor” demesi korkuyu, ümitsizliği ve acıyı ortaya koyarken geleceğe yönelik hiçbir umut barındırmaz.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Yas, sistemli olarak, sevilen bir kişinin kaybına ya da bir kimsenin yerini alan bir soyutlamanın kaybına verilen bir tepkidir ancak kimi insanlarda aynı etkiler yas yerine melankoliye neden olur. Melankolide sevgi nesnesi gerçekte ölmemiş, fakat bir sevgi nesnesi olarak ortadan kalkmış olabilir. Melankolik kişi, yasta olmayan bir şey daha sergiler -özsaygıda olağanüstü bir azalma, egonun büyük ölçekte değersizleşmesi. Yasta dünya boş ve çorak bir görünüm sergilerken melankolide ‘ben’ boş ve çoraktır. Hasta kendi egosunu değersiz görmeye, suçlamaya ve eleştirmeye başlar. Hiçbir zaman daha iyi olmadığını ilan eder. Temelde ahlaki nitelikli bu aşağılık yanılsamasının oluşturduğu tablo uykusuzlukla, beslenmeyi reddetmekle ve her canlı varlığı hayata tutunmaya zorlayan dürtünün alt edilmesiyle tamamlanır.” (Sigmund Freud, Yas ve Melankoli)

[/box]

Üzerinde “Clementine Kruczynski, Joel Barish’i hafızasından sildirdi. Lütfen bu ilişkiyi ona bir daha hatırlatmayın” yazılı bir kart bulan Joel, bunu bir oyun, bir şaka veya bir yanlış anlaşılma olarak görse de kartta belirtilen adrese gider. Sorumlu “doktor” ile görüşür. Doktor “Bayan Kruczynski mutlu değildi ancak hayatına devam etmek istiyordu. Biz insanlara bu olanağı sağlarız” der. Filmde “Montauk Projelerine” gönderme yapan en önemli sahnelerden biri de budur. Bu noktada aşkın mutsuzluk yaratıp yaratmadığını sormak gerekir. Eğer aşk mutsuzluğa sebep oluyorsa bu mutsuzluk halini yaratan nedir? Sorumluluk duygusu mudur? Alışkanlıklar mı? Gündelik hayatın sakin ve bilindik ortamından uzaklaşmaya cesaret edememek mi? Macera yani aşk çağrısına yanıt vermekten korkmak mı?

blank

Mitolojilerde macera çağrısı, genellikle, insanı harekete geçmeye çağıran bir zorluk şeklinde kendini gösterir. Bir ölüm, hastalık, aldatılmak, işten ayrılmak, yaşamda kendini bir çıkmazda hissetmek ve bunlara benzer durumlar macera çağrısının işaretlerinden sayılabilir. Gündelik yaşamın “ölümcül” durağanlığından çıkmak isteyen herkese çağrı yapılsa da, pek az insan çağrıyı cevaplayacak cesarete sahiptir. Çoğunluk “Tanrı’dan kaçma budalalığı” göstererek çağrıyı reddedecek, bir ömür pişmanlıklar içinde yaşayacaktır. Bu insanlar için çağrı, çeşitli biçimlerde gelmeye devam edecek olsa da, kişi o çağrıları hep bir talihsizlik veya kaderin oyunu olarak algılayacak, başına gelen bu olumsuzluklar için isyan edecektir. Ya macera çağrısına olumlu yanıt vererek yepyeni bir dünyaya adım atacak ya da gündelik yaşamın sıradanlığına geri dönecektir. Macera çağrısına yanıt vermekle “eşikten atlanacak” ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir aşamaya geçilecektir. İnsanı korkutan budur. Aşk çağrısına cevap vermiş olsa da “Bir şeyler bulacaksın. Ben de senden sıkılıp kendimi kapana kısılmış hissedeceğim” sözleri, Clementine’in mutsuzluğuna ve korkusuna açıklık getirir. Clementine, sıradan bir hayatın içine saplanıp kalma korkusunu “Biz de o restoranlarda acıdığımız çiftlerden miyiz? Yemek yiyen ölüler miyiz?” sözleriyle ortaya koyar.

blank

İsmini veremeyeceğim ancak bu yazıdan haberi olmayacak olan bir arkadaşım, evli bir kadına âşık olmuştu. İlk görüşte aşk denilebilecek bir durumdu. İşin kötüsü, arkadaşımın, kadının kocasını da tanıyor olmasıydı. Adamı aldatma veya birbirlerini oyalama yoluna gitmediler. Kadın eşinden ayrıldı ve evlendiler. Yaklaşık yirmi yıl önce yaşanan bu olayı kimseler onaylamadı ve arkadaşım herkes tarafından dışlandı. Onları destekleyen birkaç kişiden biri bendim. Çoktan aklımdan çıkan ancak bu yazıyı yazarken hatırladığım bu olayı geçen gün başka bir arkadaşıma anlattım. O sırada küçücük bir çocuk olan bu arkadaşımın da yaşananları onaylamaması hayli şaşırtıcı geldi nedense… Belki de ben yanılıyorumdur, bilemiyorum. Aradan yıllar geçti, artık âşık olmalar, evlenmeler, boşanmalar, yeniden evlenmeler, yeninden boşanmalar, buluşmalar, ayrılmalar hatta aldatma “olağan” hale geldi. Artık kimse boşandığı için dışlanmıyor, ayıplanmıyor ancak “aşk” bir türlü bulunamıyor çünkü “aşk” öldü. Ataerkinin bile baş edemediği “aşk” artık yok. Onu biz öldürdük ve insanlık tarihine aşkı öldüren nesil olarak geçmeyi başardık.

Alan Badiou “Aşka Övgü” isimli kitabında “Aşkı rastlantıya bırakmayın” sloganını kullanan bir “tanışma” sitesinin reklamlarında “Acı çekmeden de pekâlâ âşık olabilirsiniz!” denildiğini aktarır. Aşk koçluğu hizmeti de veren bu site, sürprizleri yok ederek “âşık” olmayı garanti ediyor ve aşk acısı çekmeyi ortadan kaldırıyormuş. Bir nevi simülasyon… Oysa Badiou’ya göre “Gerçek aşk uzamın, dünyanın ve zamanın yarattığı engelleri kalıcı biçimde, kimi zaman acı çekerek alt eden aşktır.”

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Aşka çağdaş güvenlik kurallarına göre hazırlamışsanız kendinizi, rahatınıza uymayan ötekini başınızdan savabilirsiniz. Acı çekerse, bu onun bileceği iştir, sizi ilgilendirmez, öyle değil mi? Demek ki çağdaş yaşama ayak uyduramamış biridir. Aynı şekilde “sıfır ölüm” de Batılı askerler için geçerlidir. Attıkları bombalar onların altında yaşamak gibi bir hataya düşmüş pek çok insanı öldürüyor. Çağdaş insanlar değiller onlar da.” (Alan Badiou, Aşka Övgü)

[/box]

Doktorun “Clementine’le ilgili resim, kıyafet, hediyelere vb. her şeyi toplayıp bize getirin. Onları zihin haritanızı çıkarmak için kullanacağız. Ve harita çıkarıldığında silme işlemini yapacağız. Yepyeni bir hayat sizi bekliyor” sözleri üzerine harekete geçen Joel, evdeki her şeyi toplar. Değerli anları işaret eden ve bir aşkın yaşandığına tanık olan bu eşyaların çöp poşetlerine doldurulması acı vericidir. Bu sahne, aşkı tüketime indirgeyen modern insanın tutumunun yerinde bir eleştirisi olarak görülmelidir. Günümüzde aşk için para harcamanın ve sevgiliye “küçük sürprizler” yapmanın, aşkın sürmesini sağlayan tek şey olduğuna inanılmaktadır. Çünkü aşkın öldüğü bir dünyada, suçluluk duymadan zevklerini yaşamak isteyenler kendi ahlakını yaratmaya başladığı ve bu küçük sürprizlerin her zaman “tüketime” ve “elmas, pırlanta” gibi kanla sulanmış mücevherlere indirgendiği gözlerden kaçırılır.

blank

Aşkın, bir insanın en güzel yönlerini açığa çıkardığına, âşık insanın fedakâr, yardımsever, cömert ve sevecen olduğuna inanılmasına karşın böylesine asil bir duygunun kanlı ve sömürüye dayalı bir sektör üzerine inşa edilmesi kapitalizmin büyük başarısı ve yabancılaşmanın doruk noktasıdır. Clementine’i “hatırlatan” eşyalarla birlikte doktorun ofisine giderken nerdeyse kendisine çarpmak üzere olan bir kamyon şoförünün “uyan” sözü, gerek Joel’e gerekse seyirciye hem ikaz hem de eleştiridir. Şoförün “uyan” diye bağırması Joel’in gözlerini açması ve aşkının peşinden koşması içindir. Sevdiğim “insan” beni unutursa ben de onu unuturum diyen ve en küçük bir acı karşısında ilaçlara sığınan günümüz insanına güçlü bir tokat atılmıştır. Ancak Joel de, seyirci de bunu anlamaktan uzaktır.

“Her hatıramızın duygusal bir özü vardır ve o öz yok edildiğinde hatıra da bozulmaya başlar” diyen filmdeki doktorun sözlerini eksik ve yanlış bulduğumu söylemeliyim. Zaten doğru bulmuş olsaydım, aşkın yanında olamazdım, değil mi? Onlara göre eşyalarla ilişkilendirilen anılardan hareketle beynin haritası çıkarılacak ve Clementine’i hatırlatan anılar “silinecektir.” Bu süreç sona erince de hiçbir şey hatırlanmayacaktır. Bir yüzük, kitap, kıyafet vb. nesnelerle bağlantılı anılar belki onların iddia ettiği şekilde “silinebilir” ancak anılar zihinde bu kadar basitçe yer almazlar. Kendilerini çoğaltırlar ve diğer anılarla ilişkiye girerler. Stendhal’ın, ölene kadar sevdiği Matilda isimli kadına yazdığı mektuplarından birinde “Bana söylediğiniz sözleri binlerce kez yorumladım, hayalimde binlerce kez yeniden dinledim” sözleri demek istediğimin güzel bir özetidir. Nesneleri toplamak ve hayatından çıkarmak kolay olsa da bir bakışın, bir gülüşün, bir sözün zihindeki izlerini takip etmek olanaksızdır. Sevdiğinin sevdiği şeyleri hatırlayan bir erkeği bir öykümde şöyle yazmıştım.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“(…) Onu tanımadan önce hiç gitmediğim ve hiç bilmediğim ancak artık zihnime kazınan U isimli şirin bir ilde yaşayan E isimli bir kadın (…) E küçük, küçücük bir evde yaşar. Yaşlı bir annesi vardır, hasta. Ona bakmaktadır. Hayatta en çok annesini sever babası öldüğünden beri, bir de sokakta bulduğu tekir kedisini. Kemal Tahir’in “burnu öpülesi kedi” sözünü duyduğundan beri, hep burnundan öper. Ve koklar. Kokladıkça da bir kedinin nasıl bu kadar güzel koktuğuna şaşırır. Babasıyla beraber olduğu çocukluk günlerini çok sever. Bir de Elvis Presley’i, bir de şiir kitaplarını, bir de dedesinden kalma taş plakları -kaliteli iğne bulamadığı için sık dinleyemese de. Bir de salıncakları sever -Tanrı’m bu kadına bir salıncak, değil mi Edip abi- ve Nazım Hikmet’i -gocuklu celep ne demek ola- Bir de Ş’yi, bir de küçükken diktiği zeytin ağaçlarını, bir de okul çıkışı annesinin aldığı masal kitaplarını. Bazı geceler kimseler görmeden sessiz sessiz ağlasa da, aslında çok sever gülmeyi.”(Salim Olcay, Soluk Mavi Nokta)

[/box]

İnsanın tüm algıları, algının meydana geldiği durum tarafından koşullandırılır. Son filozof Wittgenstein bu durumu “mutlu insanın dünyası, mutlu olmayan insanın dünyasından farklıdır” sözleriyle ifade eder. Mutlu âşık baktığı her yerde sevdiğini görür, duyar ve hisseder aynısı mutsuz âşık için de geçerlidir. Mutlu âşık, sevinçli anlarında sevdiğini düşünür sevinci artar, üzüntülü anlarında sevdiğini düşünür üzüntüsü azalır. Sevdiğinin anısı ona sevinç verir. Mutsuz âşık ise sevinebildiği ender anlarında sevdiğini düşünür, yanında olmadığını fark eder ve sevinci azalır. Üzüntülü anlarında ise kendini teselli edecek sevdiğini bulamayınca üzüntüsü artar.

Dostoyevski’nin “Budala” romanındaki Aglaya karakteri “sanki kendi kendisiyleymiş gibi her şeyi konuşabileceği” bir dost arayışı içinde olduğunu söyler. Hepimiz bu durumda değil miyiz? Lacan’ın “Bir aşk mektubu yazan, bunu sevgilisi için değil aslında kendisi için yazmaktadır” sözleri bu anlama gelmez mi? Peki, böyle birini nasıl bulacağız? Diyelim bulmayı başardık, kaybetmemeyi nasıl başaracağız? Böyle bir insanla karşılaşmak aşk mıdır veya âşık olunan kişiyle her şeyi konuşmak mümkün müdür? Filmde Joel’in “neden bana azıcık ilgi gösteren her kadına âşık oluyorum” sözleri bu arayışa yönelik değil midir? Gerek Aglaya gerekse Joel, güzellikten, paradan, tüketimden söz etmediğine göre Joel’in “Çok yakın davranıyordun. Sanki daha o zamandan sevgiliymişiz gibi” demesi bir “bulma ve bulunma” halini göstermez mi?

blank

Fransız romancı Stendhal, 1819 yılında Matilda isimli bir kadına ilk görüşte âşık olmuştur. Matilda da Stendhal’ın kendisine âşık olduğunu fark etmiş ve ilk anda aşkına karşılık vermiştir. Ancak bir süre sonra soğuk davranmaya başlamış, Stendhal ne yaparsa yapsın çabaları hiçbir sonuç vermemiştir. Aşkları birkaç ay sürmesine ve Matilda 1825 yılında ölmesine karşın Stendhal onu yaşamının sonuna kadar unutamamıştır. Umutları 1819’da tamamen sona ermesine rağmen Matilda, Stendhal’ın kalbinde ve zihninde ölüm yılı olan 1842’ye kadar yaşamıştır.

Stendhal, Matilda’ya yazdığı bir mektubunda “çok mutsuzum, sanki sizi her gün daha fazla seviyorum” der. Bir başkasında “Eskiden bana gösterdiğiniz dostluğu artık göremiyorum. Yarın gidiyorum, eğer yapabilirsem sizi unutmaya çalışacağım” der ve onu görme ihtimalinin olduğu bir zamanı düşünerek “Bir ay içinde sizi yeniden görmeyi umut ediyorum ama bu otuz gün süresince ne yapacağım? Sizi görmeden geçip giden otuz gün nasıl geçecek der ve ekler: “Bir eğlencenin, bir gezintinin bittiği her defa, kendime dönüyorum ve içimde korkunç bir boşlukla karşılaşıyorum.” Bir mektubunda “Ve kalbimin her gün biraz daha karanlıklaştığını hissediyorum” der. Bir başkasında “Kendimi tanıyorum, ömrümün sonuna kadar sizi seveceğim” der. Hem ümitli hem de karamsardır. “Sizi görme gereksinimi ve açlığı içindeyim. En sıradan şeyler üzerinde sizinle on beş dakika görüşmek için hayatımın geri kalanını vereceğimi zannediyorum” dediği bir mektubunda çok üzgün olduğunu yüzyıllar sonra bile görmek mümkündür. Son mektuplarının birinde yer alan “Kendimi melankolinin altında ezilmiş hissediyorum” sözleri ise “en büyük mutluluğu aşkın yaşanmasında bulacağını” düşünen âşıklara hâlâ gözyaşları döktürmeye yeter.

Joel ve Clementine “gönüllü” olarak hatıralarını “sildirmek” istemiş olsalar da, aşkları sayesinde yapılan işleme karşı koymayı başarmışlar ve böylece dünyanın çeşitli yerlerindeki açık ve gizli bütün güç odaklarına, hiçbir şeyin aşkı ve insan iradesini engellemesinin mümkün olmadığı mesajı verilmiştir. Filmin salt bu açıdan bile büyük övgüyü hak ettiğini düşündüğümü söylemeliyim. Joel’in “senin sırtını bile beğeniyordum” sözleri erkek egemen söyleme, aşkı öldüren, fiziksel güzelliğe ve cinsel ilişkiye indirgeyen modern zamanlar zihniyetine karşı çıkıştır. Sevdiğiniz yanınızdaysa onunla birlikte, değilse ondan asla vazgeçmemek için nasıl mücadele edeceğinizi ve aşkın neleri başarabileceğini görmek için bugün bir yerlerden bulun ve izleyin.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Sevdiğim kadının omzuna yaslanıp, örneğin dağlık bir bölgede akşamın dinginliğini, sarılı yeşilli çayırı, ağaçların gölgesini, çitlerin ardında kımıldamadan duran kara somaklı koyunları ve kayalıkların arkasında yiten güneşi görüyorsam ve onun yüzü aracılığıyla değil de şu haliyle, dünyanın içinde sevdiğim kadının da aynı dünyayı gördüğünü, bu özdeşliğin dünyanın parçası olduğunu ve aşkın tam o anda özdeş bir farkın çelişkisi olduğunu biliyorsam, işte o zaman aşk vardır ve daha da var olacağına ilişkin umut verir.” (Alan Badiou, Aşka Övgü)

[/box]

Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

These Final Hours (2013)

These Final Hours, The Walking Dead video oyunundan Adventure Time
blank

The Alligator People (1959)

Alligator People, eski bilim kurgulara gülüp, çocuksu bir şekilde kendini