Aktör Richard Harris bir röportajında iki dünya savaşı arası doğan kuşağın çağına göre sıra dışı kabul edilen davranış biçimleri/eğilimleri üzerine; Marlon Brando’lardan James Dean’lere, Jack Kerouac’lardan Charles Bukowski’lere kadar uzanan geniş bir spektrumda koca bir neslin hayat görüşünün arka planını özetleyen şu saptamayı yapar: “Bizler savaşın çocuklarıydık, savaştan geliyorduk. Hayat hâlâ oradayken onu sıkıca tutmak istedik çünkü çok fazla ölüm gördük, ölüm hakkında çok fazla okuduk. İçebildiğimiz kadar içelim, sevişebildiğimiz kadar sevişelim, hâlâ yapabiliyorken kadınlarla mümkün olduğunca çok ilişki kuralım. Dışarıda başka hangi zevkler varsa onları bulalım/deneyelim. Hayatı tamamıyla dürtülere teslim olunan bir bayrama çevirelim ve ne hoşumuza giderse onu yapalım çünkü bu (hayat) yarın son bulabilir.”
Tıpkı Richard Harris’in bahsettiği gibi; her türlü genelgeçer ahlaka karşı çıkıp kendi koyduğu kurallara göre yaşadığı hayatı eserlerinin özüne enjekte eden Irvine Welsh ve benzeri yeni nesil yeraltı edebiyatı yazarlarına gelmeden çok daha önce bu dünyadan Jean Genet, Jack Kerouac ve Charles Bukowski gibi büyük isimler geçti. Bukowski bunların içinde geniş kitlelerin en çok benimsediği isim. Bu popülaritenin sebebi, kendi hayat yolculuğunun her gün yaşadığı hayatın içinde boğulacakmış hissini deneyimleyen kitlelerle özdeşleşmesidir. Sabahın köründe kalkıp gittiğin ama sevmediğin bir işte mi çalışıyorsun, o da çalıştı, sen sevdin eller mi aldı, onunkini de aldılar, ailen seni bir sevgi ve bağlılık objesi olmaktan çok birtakım beklentileri karşılaması muhtemel bir makine olarak mı görüyor, onun ailesi de öyleydi. Arkadaşların madik mi attı, patron sana yüklendi mi, aldığın para yetmiyor mu, geleceğe dair çok mu karamsarsın ve hayatın gailesini gerçeklerden kaçışına vesile olan saçma sapan bir hobide mi (içki, bahis, kumar, kadınlar, at yarışı, futbol vb.) arıyorsun, bunlar onun da başına gelmişti. Ve Bukowski de bütün bunları bir kenara bırakıp Kerouac gibi yollara düştü. Kaderini aradı. Kâh kadehlerde kâh kadınlarda kâh kumarda… İnsanların onda gördüğü şey, bütün bunlara alaycı bir bakış atıp sistemin dışında kalmayı başarması oldu. Yazar olmak istiyordu, oldu. Zengin ve popüler bir yazar olunca da hiç değişmedi. Hayatla girdiği savaşı, daha doğrusu bayalığa karşı açtığı savaşı, buna cesaret dahi edemeyen milyonlar adına kazandı ve böylece milyonların (anti) kahramanı oldu. Samuel Beckett’ın “Çürümek de yaşamaktır” tespitinin vücut bulmuş hâllerini andıran, hayatı baş aşağı gitmekte olan karakterleriyle dolu öyküleriyle/romanlarıyla burjuva ahlakına başkaldırıyı simgeleyen “sıradan deliliğin” (ordinary madness) tarihini yazdı. Yazarın ikinci romanı olan Factotum, Charles Bukowski’yi kimi zaman yok olmanın eşiğine getiren bu inişli çıkışlı yolcuğun destanıdır. Bu yarı-otobiyografik eser 1975 yılında yayınlandığında Bukowski 55 yaşındaydı ve feleğin çemberinden belki bin kez geçmişti.
Factotum (2005); o harikulade Mutfak Hikayeleri (Salmer fra kjøkkenet, 2003) filmiyle bizi kendine hayran bırakan Norveçli yönetmen Bent Hamer’ın dördüncü uzun metrajı. Erken dönem Jim Jarmusch filmlerinin (Down by Law, Mystery Train, Night on Earth ve Coffee and Cigarettes) yapımcısı olarak tanınan Jim Stark, Hamer’ın Yumurtalar (Eggs, 1995) filmini de görmüş olmalı ki onun kendine has eksantrik insanları anlatmaktaki başarısını keşfetmiş ve bu Bukowski uyarlamasında birlikte çalışmışlar. Stark sadece yapımcı değil, aynı zamanda Bent Hamer’le birlikte senaryoyu da uyarlayanlardan biri.
Bent Hamer ve Jim Stark bu hayli kapsamlı romanı uyarlarken bazı seçimler yapmak durumunda kalmışlar ki ben çoğunu yerinde buldum, bu seçimler de filmi romanın dokusundan farklı bir noktaya çekmiş. O nedenle filmin ve romanın verdiği hisler biraz ayrı ama romanı çok beğenenlerin filme mesafeli olmalarını da anlayışla karşılarım. Factotum romanı; çeşitli geçici işlerde çalışan ama hayali yazar olmak olan birinin mücadelesini üzerine basa basa, biraz da yorucu olacak şekilde anlatıyor çünkü gerçek hayatta Bukowski büyük ihtimalle bunları birebir yaşadı, tecrübe etti. Romanda tekrara düşen birçok yer var ama bu rutin (hemen her bölümün bir hüsran içermesi ve içkiyle bitmesi gibi) hayatın ta kendisi olduğu için romanda anlam kazanıyor. 94 dakikalık bir film ortaya çıkaran çekim senaryosu, romandan ayrı bir kimlik kazanmak ve derli toplu olmak için bunları büyük ölçüde azaltmak durumunda kalmış ve Chinaski’nin Jan ile olan ilişkisini merkeze almış. Hank Chinaski’nin nasıl biri olduğunu ve neler yapabileceğini harika bir açılış sahnesiyle öğreniyoruz. Onu işinden eden süreci görür görmez, bu adam hakkında kesin hükümlerimiz oluyor ve finale kadar da Chinaski bizi hiç yanıltmıyor. Chinaski’nin düşüncelerini de dış ses (anlatıcı) yardımıyla öğreniyoruz. Dış ses, striptiz salonu sahnesini ya da işçi bulma dairesinin önündeki bekleyiş gibi sahneleri anlamlı kılıyor.
Hank Chinaski, kendisini birkaç saniye önce işten kovan kişiden taksi çağırmasını isteyecek tipte biri. Neyi isterse onu yapıyor, ne düşünürse onu söylüyor. Kural tanımadığı açık. En büyük zaafı ise –tüm Bukowski başkarakterlerinde olduğu gibi- içki. Charles Bukowski’nin eserlerinde içki; bir seçenekten çok, bir gerekliliktir. Bu bana George Bernard Shaw’ın meşhur sözünü hatırlatıyor. “Alkol” der Shaw, “hayat denen ameliyata katlanmamızı sağlayan anestezi maddesidir.” Chinaski’de de durum öyle, ne zaman bir şeylerden kaçmak istese soluğu bir içki bardağında/şişesinde alıyor ve genelde onu felakete sürükleyen şeylerden biri de bu oluyor. Chinaski’nin farkı ise bunu takmamasında. Umurunda bile değil.
Film, romanın belki de en heyecan verici yeri olan kabul mektubu alma hikayesini/sahnesini sürüncemede bırakıyor. Bunu çok sevdim. Böylece Chinaski’nin yolculuğunu ucu açık bırakmış oluyor. Film romana çok sadık, sadece bazı elemeler yapmışlar. Mesela romanda Chinaski’nin (gündelik) işçi bulma dairesindeki başvuru formuna Los Angeles Üniversitesi’nde iki yıl gazetecilik ve güzel sanatlar okuduğunu yazıp, sonra bu formu atıp yeni aldığı forma (sadece) lise mezunu olduğunu yazdığı yer gibi bölümlerde senaristlerin tercihinden farklı düşünüyorum. Dramatik yapıyı güçlendiren o bölümün senaryoda yer almaması kötü olmuş çünkü Chinaski roman boyunca defalarca iki yıl gazetecilik okuduğunu söyleyip iş (muhabirlik vb.) arar. Üstüne basa basa üniversitede iki yıl gazetecilik okuduğunu tekrarlar ve kitabın sonundaki bölümde onun pes ettiğini öğreniriz. Ya da meyve toplayıcılığı işi beklerken bunu forma yazmaya utanmıştır. Kitabı okurken boğazımı düğümleyip gözlerimi yaşartan yegâne yer burasıydı, filme konmaması büyük kayıp olmuş.
Factotum’da, Charles Bukowski’nin alter egosunu temsil eden yazar (adayı) Hank Chinaski’yi Matt Dillon canlandırıyor. Ben Dillon’ın performansını başka filmlerde Ben Gazzara’nın (Sıradan Delilik Öyküleri, 1981) ve Mickey Rourke’un (Bar Kelebeği, 1987) canlandırdığı Bukowski başkarakterlerine nazaran daha çok beğendim. Ölçülü ve dingin bir performans sergiliyor, böylece yaşadığı yıkımın inandırıcılığı katlanarak artıyor. Artık daha iyi bir hayatı olan Jan ile ayrıldığı sahnede bunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Yeri gelmişken söyleyelim, Factotum’un asıl sürprizi, Jan rolünde unutulmaz bir iş çıkartan Lili Taylor. Taylor, Dillon’ın yaşadığı hüznü gerçek kılmayı başarıyor ki bence bu, filmin kitaptan tek üstün yanı. Chinaski’nin işçi bulma dairesindeki siyahi ihtiyarla şöyle bir diyaloğu var. Niye üzgün olduğunu soran adama “Bir kadını kaybettim.” diyor Chinaski. “Başka kadınlar da olacak, onları da kaybedeceksin.” diyor ihtiyar. “Bukowski ve Kadınlar” meselesi daha iyi özetlenemezdi. İşte bu diyaloğu duyduğunuz zaman aklınıza sadece Jan gelmiyor, kaybettiğiniz kadınlar, kendi “Jan”larınız da geliyor. Bunu Bukowski’nin metninden çok, hayatını başkasıyla birleştirmek durumunda kalan Jan’ı oynayan Lili Taylor’ın sahici performansına borçluyuz, Taylor ve Dillon’ın performanslarını da Bent Hamer’ın sade ve özenli yönetimine.
NOT: Bu yazı, ilk kez Rabarba Dergi’nin 20. sayısında yayınlanmıştır.