OCAK VE SEMENDER
“Eğer sana çizgili bir kağıt verirlerse, sen öteki türlü yaz.”
-Juan Ramon Jimenez
Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 romanının başını bu alıntı süsler. Hüküm altına girme! Özgür düşün demenin, basit bir yoludur belki. François Truffaut’un film versiyonu ise kendi mecrasının imkanlarıyla bir çeşit metafor yakalar; evlerin çatılarında ki antenlere zoom yaparak giriş jeneriğini bir polis telsizi edasıyla bize duyurur. Bu durum televizyona olan saplantılı güvenimize bir işaret çakar.
Öteki Sinema için yazan Tolga Aydın
Öncelikle, filmi orijinal eserine sadakat konusunda incelersek, karşımızda öykünün ana hatlarını işleyen ancak bazı önemli detayları atlayan bir eser var. Burada da tekrar söylemek gerek, bir edebiyat eseri bütün detaylarıyla bir dizi film gibi ekrana yansıtılamayacağı malum. Kaynak eserin ana hatlarından kopmadan eserin ortaya koyduğu temayı, aynı ruhla ekrana yansıtmak önemli olan ve film bunu ziyadesiyle yapıyor. Bu uyarlama konusunda en ilginç nokta ise, Truffaut’un filmi kitaptaki kritik kırılma noktalarını fazla önemsemiyor. Montag’ın özgürleşme sürecinde önemli olan Clarisse (ki kitapta 17 yaşındadır) kitap versiyonunda, itfaiye şefi tarafından yakılır bunun üzerine Montag bütün itfaiye bölüğünün yarısını ateşe verir. Bunlar sinemasal olarak çok daha duygusal anlara yaratabilecekken usta yönetmen üzerine gitmek istediği, düşünce özgürlüğü ve kitapların zihni ne kadar esnetebileceği, durumlarına yoğunlaşıyor. Fakat tüm bu farklar filmin etkisini azaltmıyor. Kitapta gerçek anlamda üzücü şekilde anlatılan yaşlı kadının kitaplarıyla yanma anı filmde üzücülüğünü başka bir boyuttan kazanıyor. Ateşin korkunç acımasızlığıyla “tek dostları” olduğunu iddia ettiği kitaplarıyla ölen bir kadının metaneti, görsel anlamda daha güçlü bir karşılık buluyor. Guy Montag’ın o kadını yanarken gördüğü hislerin aynısını taşımakta herhalde sinemanın imkanları ve iyi bir yönetmenin onları nasıl kullanabileceğiyle açıklanabilir.
Büyük bütçelere sahip bilimkurgu filmlerinde seyirci öncelikle görselliğe dikkat çeker. Bu görsellikte genelde yönetmenin teknoloji fetişiyle doğru orantılı olarak değişir. “Bak gelecekte, striptiz kulüpleri böyle olacak” tarzı ergenlik fantezileri yapan yönetmenler kadar, teknolojiyi filmin meselesi olarak kullananlar da var. Fahrenheit 451 bu anlamda görsel fetişizm tercihini kullanmayan bir film zira romanında edebi anlamda böyle bir derdi yoktu. Nasıl ki Orwell 1984’te teknolojinin savaş ve toplumu kontrol dışında önemsenmediğini anlatması gibi bu öyküde de teknoloji dev ekranlı televizyonlar, büyük reklam panoları, yanmayan evler gibi, görece gerçekçi öğelerle sınırlandırılmış. Filmin görsel tercihi de bu yönde şekilleniyor. Filmin tonları soğuk ve genelde çamurlu bir sarı ve kahverengi filme hakim. Aynı tonlar kitapların o sarı sayfaları ve solgun ciltlerinde daha yumuşak bir geçişle göze hoş gösterilmiş. Filmde bir diğer renkte baskınlığa pek sahip olmayan kırmızı, Truffaut’un neden usta bir yönetmen olduğu da bu kırmızı rengin kullanımında saklı. Kırmızı filmde bir yakma olayından önce kullanılmış ve o kadar doğru seçilmiş bir kırmızı ki? Güzel bir Amerikan banliyösünden geçen, dondurma satan o kırmızı güzel arabanın içinde bir sürü siyahlı adam ev yakmaya gidiyor, gerçek bir korku! Bu senaryonun Philip K. Dick romanları havasında yansıtıldığını düşünün mavi puslu tonlar, pis şehirler ve her yeri saran kıpkırmızı alevler. Bu tercihler pek ala “Bu bir distopya ve evet, kitap yakıyoruz!” Demenin akla ilk gelen yolu olurdu. Ancak Truffaut puslu tonlardaki bir banliyö yaşamından hüzünlü bir distopya çıkarmış. Ayrıca yabana atılmayacak göndermeleri de olan bir film; kitapta çokça bahsedilmeyen mitolojik bir alev yaratığı olan Semender gibi. Daha iyisi, itfaiye şefinin Montag’a kitapların hepsinin yakılması ile ilgili çektiği nutukta elinde Mein Kempf’ı tutması dillere pelesenk olmuş klişelerin ötesinde bir anlama sahip. Yani, kitap yakan, kitap okuyanları içeri tıkan, okunmayacak 1001 kitap tarzı listeler yapan, yönetimlerin olduğu bir dünyada yaşadık ve yaşıyoruz.
Filmle ilgili yapılmış tek yanlış tercihin Clarisse/Linda karakterinin oyuncu seçimiyle olduğu söylenebilir. Yönetmen anlaşılan Montag’ın lükse düşkün karısıyla öğretmen Clarissa’yı aynı oyuncuya oynatarak farklı değerlere ve önceliklere sahip olan aynı insanların farkını göstermek istemiş; fakat kitapta alabildiğine sevimli ve çekici olan Clarisse burada sönük kalmış. Bu da Clarisse ve Montag’ın eşini canlandıran aktrisin başarılı performansıyla da alakalı tabii. Oskar Werner ise hiç oynamadan rolün altından kalkabilecek kadar iyi yapılmış bir tercih. Daha önce de Truffaut’la çalışan oyuncunun soğuk ve ifadesiz yüzü, derin bir hüznü de taşıyor. Günümüzde Guy Montag rolü için hala bu kadar yerinde bir performans verebilecek aktör pek yok. Kitaptaki o içedönük ve çatışmalarla dolu adamı mükemmel olarak yansıtabilmiş.
Edebi uyarlama olarak eksiksiz olmasa da kitabın ana meselelerini yakalamış görsel olarak ifade edebilmiş iyi bir sinema filmi var. Ancak bilimkurgu sineması külliyatı içinde bir sınamaya tabii tutarsak pek çok türdeşinden geride kalacak bir sinematografisi olduğu da su götürmez. Fahrenheit 451’den iki yıl sonra sinema tarihini değiştirecek Kubrick’in 2001’i veya (tamamen kişisel) The Last Man On Earth (1954) vuruculuğuna sahip değil. Ancak büyük yönetmenlerin bilimkurguyla imtihanı şeklinde açılacak bir başlıkta, rahatlıkla, A Clockwork Orange’la Solaris’in arasına girebilir. Truffaut sevdiği bir kitabı gönülden gelen bir özveriyle ekrana yansıtmış. Bu dahiyane romanın dönemin Amerikan stüdyolarının elinde çerçöp olmamasına bile sevinilebilir.
teşekkürler Tolga
Öteki’ye harika bir ek
İlk olarak Okat yayınlarından okuduğum bu ters ütopya beni çok etkilemiş daha başka basımlarınıda okuduğum Fahrenheit 451 beni Ray Bradbury tutkunu yapmıştı.İlk olarak video kaydına sahip olduğum film(tv den çekimdi sanırsam) kitapla karşılaştırıldığında bana bir parça sönük gelmişti..Yıllar sonra DVD sini edinip izlediğimde ise filme karşı daha büyük bir sempati duydum nedense…
Ama 2001 in adeta fark atan vuruculuğu konusunda yoruma tamamen katılıyor hatta buna Tarkovski nin Solarisini de ekliyorum(Her ne kadar Stalkerde ,Strugatsky lerin Pikniğinin ferini söndürüldüğünü düşünsemde ki tamamen kişisel:) )
Ray Bradbury kitabının sinema uyarlamasından oldukça memnunmuş
bencede klasik değeri olan bir film ..dikkatimizden kaçan noktalardaki bilgilendirmeler teşekürler..
Yanılmıyorsam yeni bir film çekimi düşünülüyormuş .Umarım ikinci bir Solaris vakası olmaz diyorum nacizane…
kitap okuyanlara, kitaplara karşı karakterlerin gösterdiği tavır hiçbir gerilim filminde olmadığı kadar germiş, kitap yakma sahneleri ise hiçbir korku filminde olmadığı kadar korkutmuştur beni. bence sinema tarihinin en korkutucu filmidir. yine bence, trufo’nun kurgusunun en güzel örneğidir.