FEDERICO FELLINI (20 OCAK 1920 – 31 EKİM 1993)
“Sinema rüyanın dillerini kullandığından beri rüyalar hakkında konuşmak filmler hakkında konuşmak gibi; yıllar saniyeler içinde geçebilir ve kendinizi bir anda başka bir yerde bulabilirsiniz. Bu görüntülerden oluşmuş bir dil. Ve gerçek sinemada, her nesne ve her ışığın aynı rüyada olduğu gibi bir anlamı vardır.” Federico Fellini
Dahi-deli Fellini 20 Ocak 1920’de dünyaya gözlerini İtalya’nın şirin bir kasabası olan Rimini’de açtı. Kendini bildi bileli nefret ettiği iki şey vardı. Sabahın köründe yataktan kalkmak suretiyle gittiği dini okulu ve faşizm… Hayatta sevdiği iki şey vardı. Resim ve sinema…
Rimini ikinci dünya savaşının etkisiyle sarsılmış ve yıkım yüzünden okunurken birçok yönetmene mekân olarak ilham kaynağı olmuştu. Fakat durum Fellini için biraz farklıydı. O mekâna anlam yüklemeyi başaran mecazın en ince ayrıntılarını kullanarak hayatına renk ve yön veren bu kasabayı soluyan, ağlayan, gülen, seven ve nefret eden bir birey haline dönüştürmeyi başaran tek yönetmendi.
Fellini okuduğu okuldan o kadar nefret ediyordu ki o cendereden çıkmanın tek yolunun kaçmak olduğunu ilk kez on yaşındayken keşfetti. Okuldan kaçıp bir sirkin renkli kucağına sığındı. Çalışan eve ekmek getiren anlayışlı bir babanın ve tam bir ev hanımı olan annesinin doktor veya avukat olma düşlerine sonuna kadar karşı çıkmak da bu kaçışın bir göstergesiydi aslında. Hayır, o ne olacağını da ne olamayacağını da çok iyi biliyordu. Resim yapmalıydı. İnsanları güldürmenin bir yolunu bulmalıydı. Onlara kendi rüyalarını, korkularını onları sıkmadan anlatmanın, hayatlarına davetsiz bir misafir gibi girmenin bir yolunu bulmalıydı. Kendinin de dediği gibi o bir yalancı olarak doğmuştu ve yalanlarına kendiyle birlikte inanacak insanlara sahip olmalıydı.
Gençliği İtalyan faşizmin en yüksek perdeden bağırdığı zamanlara rastlamıştı. Birçok meslekle uğraştı. Bunların arasında gazetecilik, polislik ve karikatüristlik de vardı. 1938’de üniversiteye kaydını yaptırdı fakat okula devam etmek yerine mizah dergisi 420 ve resimli roman dergisi Avventurosa için çalışmaya başladı. 1939’da Roma’nın yolunu tuttu amaç karikatürist olarak çalışmaktı. Her ne kadar yönetmen olarak şan şöhret denen gösterişli kadını kucaklasa da onu zirvenin ilk basamaklarına taşıyan bir filmin afişi olmuştu. Mussolini’nin faşist rejimi sırasında avangard tarzını çekinmeden ortaya koyabiliyordu. 1940 yılına kadar radyo oyunları ve filmler için espriler yazdı. Yazdığı radyo oyunlarından biri olan Cicco ve Pallina’da bir ses duydu. Bu ses onun evleneceği kadına aitti. 1943’de hayatını iyi, kötü, çapkın olarak geçireceği eşi Giulietta Masina ile evlendi. Birçok filmde birlikte çalıştılar. En son Oscar’ını alırken titreyen elleriyle mikrofonu kavrayıp ona şöyle seslenmişti; “Hadi ama Giulietta ağlamayı kes artık!”
İlk senaryolarını Alleanza Cinematografica İtaliana’da bulunduğu süre zarfında yazdı. Burada çalışırken Roberto Rosselini ve İngmar Bergman ile tanışma fırsatı buldu ve Rosselini ile birlikte 1944’de Roma Citta Apperta adlı filmin senaryosu üzerine çalıştı. Roma’da Mussolini’nin düşüşünden sonra çizimlerini satmak üzere bir dükkân açtı. Dükkânın adı Funny Face Shop idi. Ve soranlara ilham kaynağı olarak her daim Goethe’yi işaret etti. 1946-1952 yılları arasında senaryo yazarı ve yönetmen yardımcısı olarak Rosselini, Alberto Lattuada ve Pietro Germi ile yoluna devam etti.
“Ben sanatçı için bütün bir özgürlüğün olduğuna inanmıyorum! Kendine kalsa istediği her şeyi yapmak için özgür, ancak genelde hiç bir şey yapmaz. Eğer sanatçı için ilham beklerken tehlikeli bir şey varsa o da hayatındaki bu özgürlüğünün sorunudur.”
1950 yılına gelindiğinde Fellini ilk filmini çekmişti artık. Çizmişti, yazmıştı ama hayatta ki özgürlük sorununun çözümünü beyaz perde de bulacaktı. Onun bu çıkmazdan kurtulmasını sağlayan ilk yapımının adı ise Luci Del Varieta (Varyete Işıkları) olacaktı. Filmi Alberto Lattuada ile birlikte yönetti. Senaryosunu da kendisi kaleme almıştı. Fakat yapım seyirci tarafından beklenen ilgiyi görmemişti ne yazık ki! Tek başına çektiği ilk filmi ise 1952 tarihli Lo Sceicco Bianco (Beyaz Şeyh) olacaktı. Film yeni gerçekçilik akımının çok dışında tamamen düşsel bir dünyanın renklerini taşıyordu. İçinde kara mizah, fantezi ve buruk bir acı vardı. Seyirci tarafından anlaşılamayan yapım eleştirmenlerden de iyi not alamamıştı. Fellini ise yılmadan ve eleştirilere takılmadan yoluna devam etti. Eleştirmenler hakkında şu sözü söylemeyi ihmal etmeden;
“Hiçbir film eleştirmeninin yazdıkları filmden fazlasını söylemez, ancak eleştirmenler ellerinden geleni yaparak bizim aksini düşünmemizi sağlamaya çalışıyorlar!”
Onun için son yoktu, başlangıç yoktu sadece hayatın sonsuz tutkusu vardı. Fellini ilk filmini yönetirken ne yapması gerektiğini biliyordu. Bir yap-boz yapacaktı filmleriyle. Bu yap-boz bittiğinde kareler kendi hayatını anlatıyor olacaktı, hayallerinin eşliğinde…
Fellini, İtalyan yeni gerçekçilik akımının en önemli yönetmenlerinden biri olarak değerlendirildi. Abartılı, coşkulu bir resimdi filmleri. Müzikle akıp giden sıradan hayatlar vardı o resimde. İzleyeni kendi hayal gücünün penceresine terk ediyordu çoğu zaman. Filmde yer almayan kareleri izlerken kendinizin monte ettiğinden bile habersizdiniz. Bu akışı onun dehası sağlıyordu her zaman. Anlatmak istediklerini simgelerle dillendirmeyi sevdi. Yönetmenlik kariyerinin ilerleyen yıllarında ise yine o düşsel, akıp giden rüyalarına döndü. İnsanlara hayallerinin kapılarını açtı bu kez.
Fellini’nin kadınları vardı filmlerinde. Koca popolu ve koca göğüslü… Anaç ve çekici kadınlardı onlar. Filmlerinin her karesinde yer alıp bize günümüze dek uzanan şu tanımlamayı armağan eden hanımlar; Fellini’nin kadınları…
Fellini’nin karikatür gibi karakterleri vardı. Nerede komik, nerde acıklı olacağını tahmin edemeden dalıp gittiğiniz tiplemeleri. Hayatın tam içindendi onun kareleri. Kızan, işkence gören, gülen, okuldan kaçan, hocalarından nefret eden, ilk heyecanlarını yaşayan ya da son demlerinde ben kadın istiyorum diye ağaca tırmanan, garip din adamları vardı gülsek mi ağlasak mı karıştırdığımız… O hayatı öyle bir kucaklamıştı ki hayalle gerçeği ayırt etme derdine düşmeden onun karelerinin içinde kaybolup gitme lüksünü başka hiçbir yönetmen yaşatamadı bize. Kendi sinemamızda da etkilerini, gördük dâhinin. Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz gibi sinemamıza adını altın harflerle kazıyan yönetmenlerimiz ona olan hayranlıklarını belirtirlerdi zaman zaman.
Onun filmlerinden bir kaçını kısaca hatırlatalım yeri gelmişken;
La Strada (1954): Fellini’ni ilk yönetmenlik başarısını I Vitelloni (Aylaklar) ile kazandıktan sonra kendini depresyonun kıyısına getiren ve intihar girişimine sebep olan Sonsuz Sokaklar adı altında çevirdiğimiz bu filmi çeker. Acımasız bir sirk çalışanı olan Zampano’nun saf bir kız olan Gelsomino’yu işe almasıyla başlayan acı yüklü bir ilişki yumağını konu alır yapım. Zampano bu kıza yapmadığını bırakmaz. Filmde Fellini yaşadığı mutsuzluğu ve anlaşılamamanın verdiği acıyı bu iki zıt karakter eşliğinde anlatmaya çabalar. En iyi yabancı film Oscar’ını aldığı filmdir aynı zamanda.
La Dolce Vita (Tatlı Hayat, 1960): Fellini İtalyan ekonomik mucizesinden ve zenginliğin insanı ne denli çıldırtabileceğinden dem vurur sansasyonel bir gazete de çalışmak zorunda olan bir yazarın gözünden. Yitirilen insani değerleri güçlü bir tokat etkisinde sunar seyirciye. Atlamadan ve boyamadan… Dante’den zekice dokundurmalar vardır filmde. Ve Vatikan başta olmak üzere birçok oku üzerine çeker dahi adam. Film yönetmene bir Oscar daha getirecektir.
Satyricon (1969): Film İtalya- Fransa ortak yapımı fantastik bir filmdir. Senaryosunu Felini’nin yazdığı yapım Roma’lı satirik yazar Petronius’un Saytricon adlı ünlü eserinin oldukça serbest bir uyarlamasıdır. Fellini’nin toplum düzenine getirdiği eleştirilerin yansıtıldığı en sert yapımlardan biri olarak bilinir. Biz Türkler içinse en önemli özelliği filmde geçen bir yemek meclisinde dudaklardan dökülen Orhan Veli Kanık dizeleri olacaktır;
Denizlerimiz var, güneş içinde
Ağaçlarımız var, yaprak içinde
Sabah akşam gider gider, geliriz
Denizlerimiz, ağaçlarımız arasında yokluk içinde…
Giulietta Degli Spiriti (Ruhların Giulietta’sı, 1965): İlk renkli filmi olarak bilinir.
Amarcord (1973): Yabancı film Oscar’ı alan yapımlarındandır. Kara mizahın en güzel halini yansıtan film yönetmenin çocukluğundan ve gençliğinde hayal, gerçek bir takım kesitler sunması açısından da büyük önem taşır.
Hayatı boyunca 27 film yönetmiş, yedi kez Oscar’a aday gösterilmiş ve üç kez bu ödülü almaya hak kazanmıştı. 1993’de bir kalp kriziyle aramızdan ayrılana dek vazgeçmedi anlatmaktan. Ölümüyle ilgili bir başka iddia ise aslında yönetmenin bir öğle yemeğinde yediği Mozarella peynirinin boğazına kaçması sonucu hayatını kaybettiği. Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak filminin İtalya’da yaşayan yönetmeni Ali İlhan bunu Fellini’nin çocukluk arkadaşı Titta Benzi’den dinlemiş ve kurduğu cümleyi asla unutamamış: “Düşünsene Dünya’nın en büyük yönetmeni, koca yönetmen ufacık bir mozerallaya teslim oldu.”
Aslında onunla ilgili yazmak, yazmak, yazmak gerek. Sayfalara sığmayacak bir hayaldi Fellini gerçek hayatın tezahüründe. “Benim için tek gerçek kişi hayalperest olandır. Çünkü o kendi gerçekliğinin tanığıdır.” derdi Fellini. Huzurla uyu usta…
‘Her ne kadar yönetmen olarak şan şöhret denen gösterişli kadını kucaklasa da…’ bu kurduğunuz cümlenin sexist olduğunun farkında mısınız? Tam oo ne güzel Fellini hakkında derinlemesine bir analiz okuyorum sonunda derken böyle bir cümle ile karşılaşmak. Çok yazık…
Bana laf düşmez ama kendisi de bir kadın olan yazarımız Fellini’nin “kadınlara hayranlığına ve düşkünlüğüne” güzel bir atıf yapmış. Politik doğruculuk iyidir ama bu kadar zorlamasak keşke. Yaşamın nüanslarını kaybetmemek dileğiyle.