Kıymetli sinemacı Kaan Müjdeci’nin, SİYAD’lı sinema yazarları Evrim Kaya ve Şenay Aydemir’le birlikte çektiği ve açıkça Mars grubunu eleştiren Kapalı Gişe adlı belgeselini birkaç gün önce izledim.
Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi, sektörün dertlerinin böyle bir çabaya dönüşmüş olmasını çok gerekli buluyorum ancak Kapalı Gişe eksik bir yapım, bazı istatistikleri de işine geldiği gibi kullanmış. Filmin gösteriminden sonra yapılan tartışmaya da katılmadım çünkü orada, bu tabloya en çok fırça vuranlardan biri olan Yamaç Okur vardı, kendisi “fonlanmış ödüllü ama seyircisiz filmler” meselesinin sorumlularından biridir, şimdi şikayet etmek niye?
Öncelikle, bir tekelin ülke sinemalarındaki salonların yarısından fazlasına sahip olması ve filmlerin kaderini tek başına belirlemesi korkunç bir olay ve katılıyorum; bu konuda büyük bir boşvermişlik, göz yumma ve yaptığının yanına kar kaldırılması hali var. Mars’ı Koreliler aldı, şimdi ne olacak hiç bilmiyoruz!
Mars sinemaları yani Cinemaximum’lar ülkedeki en pahalı sinema biletini satıyor, hangi filmin kaç salonda gösterime girip kaç hafta gösterimde kalacağını belirliyor, pahalı sinema bileti ve karaborsa fiyatlandırılmasıyla satılan kolayı mısırı alan seyircisine üstüne bir de yarım saat reklam izletiyor. Başka bir ülkede bunu yapmaya kalktığınızda bunun adı film gösterimi değil film izleterek işkence etmek olur!
Bu lokomotifin kazanına en çok kömür atanlardan biri BKM Yapım… Gişe garantili işler üreterek salonları kapatıyorlar ve ayrıcalıklı bir gösterim takvimine sahipler. Bunu bir yere kadar anlamak mümkün çünkü işin salonlar tarafında sanatsal kaygılardan çok karlı bir ticaret yapma isteği öne çıkıyor.
Kapalı Gişe, Tekellere Karşı!
Michael Moore tarzı geveze bir belgesel olan Kapalı Gişe’nin derdi bağımsız filmlerin kendisine salon bulamaması, bunun da baş sorumlusunun Mars Grubu olması… Belgeseli hazırlayanların Mars’a bilenmiş oldukları her hallerinden belli, haksız da sayılmazlar ama bazı durumlarda farklı düşünüyoruz.
Mesela, belgeselde son Star Wars filminin ABD’deki salonların %10’unda gösterilirken bizde tek bir filmin (örneğin Düğün Dernek 2) salonların yarısını ve fazlasını işgal ettiğinden bahsediliyor. Evet, bu bilgi doğru ancak burada bir güdümleme var. Sanmayın ki ABD’de, salonların %10’unda Star Wars gösterilirken kalan %90’ında “indy” yapımlar seyirci karşısına çıkıyor. Öyle bir şey yok, Hollywood bir gişe fabrikası, hiçbir hafta tek filme kalmıyor ama bizde öyle değil. Bilet sattıran üç beş isim var, önceki yazılarda saydım. Türk sineması, Cem Yılmaz’a, Şahan Gökbakar’a, Ahmet Kural-Murat Cemcir ikilisine, Şafak Sezer’e muhtaç… Bu isimler film çekmezse gişe sineması çöker! İddia değil tespit. Belgeselde de belirtiliyor bu; birkaç film ülkenin gişe hasılatının yarısını sağlarken kalan 100 film öbür yarısını paylaşıyor.
Başka küçük itirazlarım da var ancak Kapalı Gişe’nin sektörün içinde debelendiği bataklığı gösterme halini sevdim, iyi ki çekmişler. Umarım Youtube’a, Vimeo’ya falan yüklerler de herkes izler. Şimdi gelelim bağımsız sinemanın neden bu savaşı ve salonları kaybettiğine… An itibariyle İstanbul Film Festivali’nin ulusal yarışma seçkisindeki filmlerin tamamını da izledim. Festivalscope sağolsun, bu çileli deneyim için salona gitmeme gerek kalmadı yoksa cinnet geçirirdim herhalde…
Kaan Müjdeci’nin çektiği Sivas çok iyi film, mizahtan da vazgeçmiyordu. Filmle ilgili yazımı şuradan okuyabilirsiniz ama meseleyi Sivas değil de ülkedeki bağımsız sinemacılar ve onların genel üretimi üzerinden çözümlemek istiyorum. Zira Sivas gibi bir filme o kadar nadir rastlıyoruz ki!
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Salona Zorla Seyirci Sokmak Dışında Bağımsız Sinemacılar İçin Ne Yapabiliriz?
- İstanbul Film Festivali’nde ulusal yarışma kısmında gösterilen filmlerin hiçbiri ki “en iyi film” ödülünü kazanan Toz Bezi de dahildir bu iddiaya, dünyanın hiçbir yerinde festival dışı olarak üç günden fazla gösterimde kalamaz, kimse bu filmlere bilet alarak izlemez! Çünkü bu filmler olmamış, kötü… Bu “yönetmen sineması” değil “yönetmen olmak isteyenlerin” sineması… Bir kova boyayı tuvale saçarak “işte sanat” diyebilirsiniz ama bir kitle eğlencesi/sanatı olan sinema bu sahtekarlığı kaldırmaz. Film yapma işinde tesadüf diye bir şey olmaz.
- Alternatifi olmayan şeyler, kötü dahi olsa yükselişini sürdürür, tıpkı AKP iktidarı gibi… Ne yazık ki festivallerimizde yarışan ve çoğu bakanlık tarafından fonlanan bu filmler çok kötü durumdaki gişe sinemasına cılız bir alternatif dahi oluşturamıyor. Bütün filmleri aynı yönetmen çekmiş gibi… Hikayesi sert bir ilkokul silgisiyle hoyratça silinmiş, karakterlerine küsmüş, küstürmüş sinemacıların bu ülkeye “film çekerek” söyleyebilecekleri bir şey kalmamış. Birey sorunlarını sinema yapmak sakin liman ne de olsa ve toplumcu sanattan böylesine uzaklaşanların ödül kürsülerinde yaptığı protestoların hiçbir anlamı yok.
- 10 salonlu bir sinemanın 9 salonunda bağımsız filmleri göstersek kalan tek salona da Küçük Esnaf filmini koysak sonuç ne olur sorusunun cevabını vermeye gerek var mı? Salon bulamamanın, salon bulunsa bile seyircinin gelmemesinin sebebi açık ve net; bu filmler yapanlar dışında kimsenin umurunda değil. Sinema bu ülkede hep ucuz bir halk eğlencesiydi, toplumcu sanat yapan sinemacıların eserleri de her zaman önemsendi ve ilgi gördü ama bunlarla olmaz, gerçekten olmaz!
- Başka Sinema’nın (o da küçük bir tekel olma yolunda ilerliyor aslına bakarsanız) kurucusu olan Marsel Kalvo’nun belgeseldeki itirafı bir yazımı daha haklı çıkardı; bu ülkede insanlar “festivalde gözükmek” istiyor, film izlemek asıl dert değil, o yüzden festivalde biletleri günler öncesinden tükenen bir film vizyonda sinek avlıyor. Yani bu “bağımsız” olduğunu iddia eden filmlerin asıl ve tek vizyonu festivallerdir, artık bu değişmeyecek. Festivallerin bu filmler için ödül dışında bir kazanç modeli yaratması gerekiyor. Daha uzun süreli ve ulusal seçki için bol seanslı festivaller düzenleyerek alternatif bir vizyon oluşturmaktan başka bir çare yok.
- Tekrar yazıyorum; filmler kötü…
- Sinemacıların şikayetleri bir yerden sonra anlamsızlaşıyor çünkü seyirci yıldan yıla çok değişti, geçen yıl satılan 60 milyon biletin 50 milyonunun (belki de daha fazla) “sinemasever” değil bir haftasonu oyalanması olarak “sinemaya giden” insanlara satıldığından emin olabilirsiniz. Yani bakanlıklıktan fon desteği alarak film çekebilirsiniz ama kimse sizin filminize zorla girmez. İyi film izlemek isteyenler artık sinemaya gitmiyor, hepsi unutulmazfilmler.com’da… Bunda da yıllarca fonları sömürüp kötü kötü filmler çekenlerin, o filmlere bol keseden ödül dağıtanların epey bir suçu var. Bu gözler senaryosu olmayan bir filmin en iyi senaryo ödülünü aldığını gördü. Sonra da o festivalin jüri başkanından nasıl bir pazarlıkla o ödülün alındığını öğrendi. Sinemayı sanat yapanlar o sanatı ticarete çevirenlerden uzak tutmalılar.
- Bu filmler çok kötü demiş miydim? Bir sinema yazarı arkadaşımı telefonla arayıp iki yıl önceki Altın Portakal seçkisini sordum, filmlerin hiçbirini hatırlamıyor! Alın size 1987 yılının Altın Portakal seçkisi: Anayurt Oteli, Asılacak Kadın, Asiye Nasıl Kurtulur, Beyoğlu’nun Arka Yakası, Biri ve Diğerleri, Hayallerim, Aşkım ve Sen, Her Şeye Rağmen, Gramafon Avrat, Katırcılar, Muhsin Bey, Ses, Teyzem…
- Keşke Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları mantığıyla idare edilen sinema salonlarımız olsa ve bağımsız sinemanın örnekleri buralarda dönse dursa… Ancak o konuda tiyatroya gösterilen yakınlık (bu iktidar döneminde o rüzgâr da tersine döndü) sinemaya gösterilmiyor.
- Artık bağımsız sinemacıların, eğer kendi sinema salonlarını kurup işletmeyeceklerse, salonda gösterim sevdasından vazgeçip ya da bunu festivaller ile sınırlayıp alternatif gösterim kanallarına saldırmasının vakti geldi. Bu konuda Netflix gibi çok başarılı olmuş örnekler var, bizde de benzer bir yapılanma üzerinden gidilebilir. Film festival gösteriminin hemen ardından küçük ücretlerle buradan seyirciye ulaşabilir ya da Digiturk, D-Smart gibi yayıncılarla izle-öde anlaşmaları yapılabilir. Ancak her şeyden önce bağımsız sinemacıların bir araya gelerek bunu müzakere etmeleri ve birlikte hareket etmeleri şart. Sadece film üretmeye ve festivallerde göstermeye odaklanmamak gerekiyor. Bu konuda kaygılanmayan sinemacı ilk filmini çekerken onun son filmi olduğunun da farkında olmayan biri oluyor genellikle…
- Birlik, dernek gibi kelimelerin bu memlekette anlamı çabuk boşalır ancak genç insanların ailelerinin bir ömürlük birikimlerini harcayarak, borçlanarak film yapma macerasına girişmesinin de sonunun gelmesi gerekiyor. Evet, festival festival dolaşmak çok havalı, kristal ödülleri havaya kaldırırken verilen pozlar insana gurur veriyor ancak sinema yapmak para harcamak demek, hem de çok para! Salonları kaybettik. AVM yapılanmasının mantığına paralel olarak “sinema bir eğlence, bir gösteridir” mantığına uygun işler gösterecek artık salonlar. İçine ruh üflenmiş filmleri izleyebilmek için yeni yollar aramamız, bulmamız gerekiyor.[/box]
Yazacaklarım bu kadar ve inanın bunlar çocukluğundan bu yana film izlemeyi hep çok sevmiş birinin sözleri… Eniştem sinemacıydı, bir sinema salonunda büyüdüm diyebilirim. Bisiklete binmeyi bile fuayede öğrendim, o yüzden sadece izlediğim filmleri yazıp geçmek istemiyorum, sektörün meselelerine de kafa yoruyorum. Bu kaçıncı yazım bilmiyorum ancak birilerine ulaştığını, gerçekleri tohumladığını düşünerek yazıyorum. Film dolu günler dilerim.
MURAT TOLGA ŞEN – murattolga@otekisinema.com
1987 filmlerini vermişsiniz, peki jüri mi farklı? farklı olan ne? o da festival bu da.