Korku filmlerini neden seviyorsun? Sevilecek bir yanı yok.
Belki de ben korkmaktan zevk alıyorumdur.
34. İstanbul Film Festivali 4-19 Nisan tarihleri arasında gerçekleşti. Birçok bağımsız ve ödüllü film izleyicisiyle buluştu. Buraya kadar olan kısım tipik bir festival yazısı girişi. Fakat ben daha karanlık, terk edilmiş, bodruma ötelenmiş, en dip köşede yer alan o tozlu ve köhne kapıdan yapılan girişi tercih ediyorum. Yani festivalin korkmaktan zevk alanlar için olan kısmından: Geceyarısı Çılgınlığı’ndan…
Bazı insanlar karanlığı sever. Korkmayı özellikle isterler. Mesela bu insanlar marketlerde siyah ürünlerin olduğu reyonlara çekilirler. Bilgisayarlarını, duvar boyalarını, kıyafetlerini seçerken akıllarına ilk gelen renk siyahtır. Siyah onlar için mutlu bir renktir. H.P. Lovecraft gibi, ruhun güneş görmemiş yerlerinde güneş banyosu yapmayı seven yazarları okurlar. Kahramanları seri katiller, karın deşenler ya da John Carpenter’dır. Karanlığı çılgıncasına seven bu insanlar, her sene film festivallerinin korku programlarında buluşup, toplu sinematik ayinlerini gerçekleştirirler. Çünkü bu insanlar filmlerin de korkulu olanlarını tercih ederler.
Bu sene Geceyarısı Çılgınlığı’nda, diğer korku fanlarıyla birlikte, film izlemeyi uykuya tercih ettik. Festivalin bu bölümünde özenle seçilmiş 2 film yer alıyordu: “Dead Snow 2” ve “It Follows”. İkisi de festival boyunca Cuma ve Cumartesi geceleri, 12 seansında gösterildi. İkisi de kanlı ve dehşetengiz sahneleriyle uyku kaçırdı, huzursuz etti.
Gülmekten ölmek: Dead Snow 2
17 Nisan Cuma gecesi “Dead Snow 2” gecesiydi. Filmden önce Beyoğlu Sineması’nın cafe’sinde, ince belli bardakta, Türk çayı içip zombi övdüm. Çay içip Norveç korku filmine girerek yaşadığım kültür şokunu, Norveç’in karlı dağlarını ve çürümüş insanlarını görerek biraz olsun atlattım.
Salon, gece yarısı gösterilen bir korku filmine göre gayet doluydu. Aslında “Dead Snow 2”ye sıradan bir korku filmi demek pek doğru değil. Slavlara has ince espri anlayışına sahip, izlemesi zevkli ama aynı zamanda son derece gore bir korku filmi. İlkinde Nazi zombi ordusunun hazinesi yüzünden tatilci Martin ve arkadaşlarının başına gelenleri görmüş ve içimiz parçalanmıştı. Bu seferki film ilkinden daha sarsıcı ve daha eğlenceliydi. Çünkü bu sefer Nazi komutanı Herzog’un karşısında Kızıl Ordu zombileri vardı. Mücadele çetin, şartlar ağırdı. Filmin, insanları korkutması gerekiyordu fakat öyle olmadı. Karpuz gibi yarılan kafalar karşısında midemiz bulanacağına keyiflendik. Ben özellikle zombi meydan muharebesine, sürekli kusan evcil zombiye ve nerd zombi mangasına o kadar güldüm ki; “Dead Snow 2”ye puanım 10 oldu.
Filmden hemen sonra, biletlerle girebildiğimiz ve Ahu Türkpençe’nin de konuk olduğu “Geceyarısı Çılgınlığı” partisine gittik. Parti, Cosmique Room’un kozmik atmosferinde, jager shot’ları eşliğinde gerçekleşti. Kan tüpünde gelen shot’lar festivalin ikramıydı. “Jager more jager” diye inleye inleye birkaç tane içtik. Sonuçta zombiye dönüşmememiz lazımdı. O gece gözlerimiz etrafta Nazi üniformasıyla dolaşan zombi dansçılar aradı fakat kafası güzel insanların clubber danslarıyla yetinmek zorunda kaldık.
Takibe takip: It Follows
18 Nisan Cumartesi gecesi, eleştirmenlere göre “yılın en iyi korku filmi” olarak kabul edilen ve bence de öyle olan “It Follows” için Atlas fuayesindeydim. O sırada insanlar Beyoğlu’nda herhangi bir kulüpte ayakkabıdan viski içerken, biz korku filmi izlemeye gelmiş bir salon dolusu manyaktık. Ben filme çantamda birkaç şişe birayla girdim. Benim Cumartesi gecesi eğlence anlayışım da buydu.
Salon doldu, ışıklar söndü, biralar açıldı ve “It Follows” bizi ilk sahnede etkisi altına almayı başardı. David Robert Mitchell’ın yazıp yönettiği filmde, ana karakter Jay film boyunca, cinsel yolla bulaşan doğaüstü bir varlık tarafından takip ediliyor. Filmin kuralları çok net. Bu varlık Jay’e yaklaşmamalı ve Jay ilk fırsatta başkasıyla yatmalı. “It Follows”u bu kadar iyi yapan; yönetmenin çekim teknikleri, 80’ler korku filmi tadı taşıması ve “follow” gibi günümüzü bir hayli ilgilendiren bir meseleyi son derece basit fakat bir o kadar gerçekçi bir dille işlemiş olmasıydı. Tabi ki oyuncuların inandırıcılığı ve Disasterpeace’in gerilim dolu müziği de filmin etki gücünü artırmıştı. Korkup salonu terk edenler ve sonunda alkış tutanlar filmin amacına ulaştığını gösterdi. Ben de uzun zamandır bu kadar iyi korku filmi izlememiş olmanın ecstasy’siyle salondan ayrıldım. Tek sıkıntı, filmden çıktıktan sonra İstiklal’de üstüme doğru yürüyen bütün sarhoş ve satıcıları peşimdeki şeytan sanmam oldu.
Zombi, şeytan derken…
Bir İstanbul Film Festivali daha bitti ve damaklarda korkunç bir haz bıraktı. Gönül isterdi ki, Türkiye’de korku filmleri için özel bir festival yapılsın. Dünyanın bütün manyakları ülkemize gelsin, bizler de Rob Zombie’yle selfie çektirip Jason maskeleri takalım. Olsun, yine de elimizde gecenin bir yarısı çıldırmayı sevenler var. Ve onlar İstanbul Film Festivali’nde bir araya geliyorlar. Ve iyi ki baltaya, dalağa, çığlığa sansür yok.