Birileri polemiğe girip benim için “mesleki konumu tartışmalı” diyor ama yazmaya devam ediyorum, başka işim yok çünkü… Onunla da çarpışmıyorum, mesele üstüne toprak atılamayacak kadar önemli…
Öncelikle, bu film festivali enflasyonuna artık siz de şaşırıyorsunuz sanırım. Eskinin kabak-kiraz-armut festivallerinin yerini “film festivalleri” aldı. Parası olan valilik-belediye uluslararası, parası olmayan üniversiteler-sinema kulüpleri vs. gibi kurumlar da kısa film festivalleri düzenliyor. Kiminde salonlarda oturacak yer yok, kiminde de seyircinin yerinde yeller esiyor!
Peki, neden bu merak? Çünkü bürokratlar ‘artistlerle’ bir araya gelmeyi seviyor, onlarla birlikte kürsüye çıkmayı da… “Kemal Sunal Türkiye’nin Şerlok Holmes’idir” gibi (Şarlo’yu kastediyor olmalı) hatalı cümleler kurarak aslında sinemanın sanatına ne kadar uzak-ilgisiz olduklarını ispat ediyorlar ama mühim olan oradaki halka sinemayı götürmek, sevdirmek!
Pardon da, sinemayı sevdirmek ne demek? 2014 yılında hala böyle bir iddiamız var inanabiliyor musunuz! Bence sıkıcılığın dağlarında gezinen kötü ‘festival filmleri’ olmasa halk zaten sinemayı sever/di. 70’leri hatırlayın; Portakal’da, Koza’da, halkın sinemada izleyip çok sevdiği gerçekten iyi filmlerin yarıştığı zamanları… Neden Türkan Şoray hala bu kadar çok festival geziyor sanıyorsunuz. Sevdirmiş yaptığı sinemayı bu halka, onu görmek istiyorlar. Sultan’ı geçtim, Nuri Alço’nun bile şimdikilerden daha çok kıymeti var oralı halkın gözünde ama Altın Portakal komitesinden biri çıkıp “Festivaller eski sinemacıların tatil yeri değildir” deyiveriyor. Halbuki, o Yeşilçamlılar festivalin vitrini, onlar da olmasa halkın umurunda değil yaptığınız festival. Halk için festival demek hala Yeşilçam demek, az kaldı sabredin, iyice yaşlandılar, aramızdan göçüp gittiklerinde rahat edersiniz.
Halk falan diyerek sıkıcı şeylerden bahsediyorum değil mi? O zaman sinemanın sanatına erişmek için biraz daha yükselelim.
Bakın, Altın Portakal’ın başı kaç gündür sansürle belada… Altın mı değil mi bilmem ama üzerine “kara sakız yapışmış” gibi eline alanın diğerine fırlattığı bir top oldu Portakal… Sosyal medyada herkes ağzında bir şeyler geveliyor ama tartışmayı netleştirecek bir tavırdan söz etmek olanaksız. Yılmaz Erdoğan açıkladı; “ben filmi izlemedim, bilmiyorum, sorumluluk bende değil, ben ulusal yarışma jürisindeyim” diye… Korkma Yılmaz abi, otur izle, Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi değil bu, 20 dakikada bitiveriyor. Zaten seni jüri olarak değil Portakal’daki ‘özgürlükçü sinemacı’ olarak sorumlu tutuyoruz, biraz cesaret!
Gelelim festival komitesinin dramına… Hepsinin iyi niyetli olduğuna eminim, güvenmemiz gereken saygın kişilikler bunlar, tesadüfen o konumlara da gelmiş değiller ama…
Bizim büyük çaresizliğimiz şurada başlıyor; bu komiteyi oluşturanlar, siyasilerin yönettiği fonlara, festivallere hepimizden daha yakın. Bilerek ya da bilmeden giderek daralan bir çemberin içinde dönmeye mecbur kalmış olabilirler. Komitedekilerden biri SE-YAP başkanı, yapımcısı olduğu filmlere itirazım yok ama o filmlerin en büyük finansörü Kültür Bakanlığı. Komitenin diğer üyesi ise SİYAD başkanı… O da Star gazetesinde yazıyor, AKP’li belediyelerin yaptığı festivallerin gözde danışmanı. CHP’li başkan Mustafa Akaydın’ın tertiplediği Altın Portakal organizasyonlarında bırakın komitede yer almayı, “Altın Portakal bir panayır” diyerek protesto eder, gitmezdi bile…
Hiçbirini hedef göstermiyorum ama festivaller genelinde şu anlaşılsın isterim; kurulan komiteler, kurullar, danışmanlıklar vs. sadece sinema sevgisiyle açıklanamıyor. Bunlar akçeli işler, güçlü bir ekonomisi var. O yüzden insanlara “hadi istifa et” falan demeyin, edemezler. İktidarla aynı parkta oynamak böyle bir şeydir, “yoruldum” deyince kaydıraktan inemezsin!
Her şeyi bir kenara bırakıp şu meseleyi netleştirelim artık!
Aslında sinema sanatı özgür falan değilmiş, bunu 20 dakikalık bir belgesel sayesinde anladık. ‘Gezi’ sayesinde güncel bir derdimiz var, 12 Eylül’ün bitmeyen hesaplaşmalarından ancak sıra geldi ve aslında bu ‘bağımsız sinema’ mefhumunu değerlendirenlerin özgürlük anlayışının suntadan yapılmış olduğunu gördük. Bundan sonra herkes durduğu yeri iyi seçmeli. Türk/iye sineması yıllardır dönüştürülüyor, süreç neredeyse tamamlandı. Bizim biletlerimizden kesilen ancak siyasilerin kontrolündeki fonlar sayesinde iktidara bağımlı bir ‘bağımsız sinemacılar’ çağı başlatıldı. Hükmedenlerin işine gelen ‘özgürlük alanlarında’ çekilmiş filmlerle doldu ortalık. Film çekmek için fonlara talip olan sinemacılar istemsiz de olsa daha özgür bir Türkiye’de yaşadığımız illüzyonuna hizmet ettiler, ona göre yazılmış senaryolar fonlandı. Hiçbirine kızmıyorum, sinema yapmanın derdindeler ama tarifleri ellerinden alındı. İşte bazı isimlerin bu kadar önemli yerlere gelip suyun başını tutmalarının, günden güne kötüleşen filmlerle bizi bitmiş karakterlerle dolu bir nihilizm bataklığında boğmalarının sebebi bu; ‘meselesi olan’ sinemadan korkuyorlar. Bağımsızmış gibi duran ama başka bir ticaret kaygısıyla formülize edilmiş film yapma anlayışını eleştirince de ‘filmlere küfretmiş’ oluyorsun. Çok saçma!
Tabi, asla sinemalarda gösterilmeyecek kısacık bir belgesel ve cesur bir ön jüri sayesinde imparatorluk gemileri epey isabet aldı. Reyan Tuvi’nin filmini SE-YAP, SİYAD başkanı dururken ben mi savunacağım? Savunuyorum zaten, hem de onlara karşı! Bağımsız-tescilsiz bir eleştirmenin yaptığı gibi, gücümün yettiği kadar…
Festivali ‘sansür yokmuşçasına’ savunan açıklamalar da okuyorum, onlar da bir zamanların “ben tanırım, iyi çocuktur” saçmalığından daha güçlü bir haklılık noktası oluşturamıyor. Festivalin belgesel jürisi başkanı olan Can Candan’ın (Benim Çocuğum) görevi bıraktığını açıklayan ve net ifadelerle dolu açıklaması bu çırpınışları boşa çıkardı. Tabi jüriler tarafında “bekleyelim görelim” diyenler çoğunlukta… Şaşırmadım ama şu saatten sonra neye yarayacak? Beyaz adam çatal dillidir ama soluk benizlilerle uzlaşılabileceğini sanan Kızılderililer her zaman olacaktır. Onlar yüzünden çadırlar toplanmaz, kabilenin kadınları çocukları açıkta kalır sonra süvari birliğinin borusu öter ve kıyım başlar!
Yine de bu sansür skandalı hayırlara vesile oldu. Artık kimin statükocu, kimin özgürlükçü olduğu anlaşılacak ve anlaşıldı da. Bundan sonra, ‘uzaklara dalmış sigara içen adam resimlerini’ izleyip sinema-sanat vs. nutukları atıp dolaşmak daha zor olacak. 75 SiYAD üyesi ki derneğin toplamı 98 kişi zaten, başkana rağmen açıklama yaptı, duruşunu belli etti. Başkan bunu bir ‘denizde isyan’ tertibi olarak değerlendirip hepsini “kolayca gaza gelen cahiller” ilan etse de buna şiddetle ihtiyaç vardı yoksa kurumsal olarak zan altında kalacaklardı. İşte bu yüzden Alternatif SİYAD diye bir şeyi telaffuz eder olduk. Hoş, iki üç gün sonra ‘kol kırılır yen içinde kalır’ duygusallığıyla hareket etmeye ve oklarını yine bize fırlatmaya başlayabilirler, hatta içlerinden birisinin “sen şu sansür işini hallet, sonra sataşanlara birlikte dalarız” minvalindeki yazısından çıkan sonuç bu ama ortalık zımba gibi bağımsız sinema yazarlarıyla dolu, SİYAD’ın artık her daim alternatifi var. Bunun da iyice farkındalar; bazı emekli tiranların ‘tescilli olmayanlar’, ‘iki paralık adamlar’ gibi çıkışları o yüzden.
Festivaller, komiteler, danışmanlar, jüriler… Akçe hesabıyla girişildiğinde, tuhaflaşan, samimiyetsizleşen, sinemayı yapanları/yazanları üzen şeyler bunlar… Üzülmeyenler varsa ki var, not almanın tam zamanı!
Bu meseleyle ilgili Son cümlelerimi söz konusu filmin yönetmeni Reyan Tuvi’ye sarf etmek istiyorum.
Ani bir gelişmeyle, filmi belgesel yarışma kısmına dahil edildi çünkü ‘sansür makinesinin istediği şekilde’ boyun eğdi ve filmini yeniden düzenleyerek festivale gönderip yarışma hakkını kazandı. Bu sansüre karşı kazanılmış bir zafer değil, bu bir yenilgi! Açıklamasındaki bahane şu: “Filmini Türkiye’nin dört bir yanında seyircilerle buluşturmak” istiyormuş. Kendisine bunun için çok daha basit bir yol öneririm, filmini Vimeo’ya yüklesin! Filmin sinemaseverlere ulaşması için Öteki Sinema’da elimizden geleni yaparız ama derdi bambaşkaymış, açıklamasını samimi bulmadım, hele de Can Candan’ın fedakar desteğinden sonra… Şu saatten sonra ne çektiğiyle hiç ilgilenmiyorum, bundan sonra da sinemada ne yaptığını merak etmeyeceğim, yolu açık olsun, evi ödülle dolsun. Arzusu buymuş anlaşılan. Bu Gezi’yi sömürmek değil de nedir?
Ne demiş Tarkovski usta;
“İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.”
Bir de bu sansür meselesi kadar önemli ve durumla bağlantılı bir diğer mevzu da Bakanlık fonları ve bu fonlara bağımlı filmcilerin gerçekten özgür olup olmadığı mevzusu… İktidarla aynı parkta oynayanlar çıkıp da neden Sinema Destekleme kurulunun neden toplanamadığını, kurulun toplanma ve karar tarihlerinin keyfi bir boş vermişliğe terk edildiğini, film yapmak için Bakanlığın hiçbir gerekçe ve açıklama yapmadan onlarca filmciyi bekletmesinin hesabını neden sormazlar? Meslek birlikleri neden vardır?