Sahi neden izlemez ve hakkında hiçbir şey yazmaz? Biliyorum, “Onlar film eleştirmenleri, festivallerde izledikleri nitelikli filmleri analiz ediyorlar, TV dediğiniz çöplüğe bulaşmazlar” diyeceksiniz ve teoride haklısınız ama işin pratiği bambaşka!
Öncelikle, kendimle birlikte bir ismi tenzih ederim. SİYAD (sinema yazarları derneği) üyesi bir sinema yazarı olan Banu Bozdemir geçtiğimiz yıl pek çok TV kritiği kaleme aldı. Dernekli bir yazar olmasına rağmen TV üzerine yazması cesur bir davranış. Aklıma başka da kimse gelmiyor. Mesela spor yazan sinema yazarı var mı deseniz hemen üç isim sayabilirim; Serdar Akbıyık, Uğur Vardan, Kerem Akça… Ama gel gör ki, TV herkesin lanetli olduğunu bildiği bir elma gibi…
Yukarıda yazdıklarım günümüzün gerekliliği elbette. Bir zamanlar sinema ve televizyon dünyası Kızıldeniz’in birbirine karışmayan suları gibi akıp gidiyordu. Bu iki alemin oyuncuları ve yapımcıları farklıydı. Doğal olarak sinema yazarı/film eleştirmeni sinemada seyrettiklerine odaklanarak mesleğine devam edebiliyordu.
Hoş, o zamanlar da bir Yeşilçam meselesi vardı. Yeşilçam dediğimiz, o dönem kalem oynatan film eleştirmenlerinin şimdi televizyona olduğu kadar kayıtsız kaldığı koskoca bir ülke sineması… Tosun Paşa’nın usta kalemler tarafından “hiç hatırlanmayacak kaba bir güldürü” olarak nitelendirildiği zamanlar… Sadece popüler sinema ürünlerine karşı tavır alındığını düşünebilirsiniz ancak durum başkadır. O yıllarda film eleştirmenleri arasında, batıdan gelen müthiş ve saf bir sinema anlayışını kabullenip kendi kültür kodlarını kullanan eserleri yok saymak muteberdir. Halit Refiğ’in yazdığı ve Hareket yayınlarından çıkan “Ulusal Sinema Kavgası” adlı kitap bu konuda çok aydınlatıcı olacaktır. Sahaflarda rastlarsanız kaçırmayın. O tavır şimdi de aynen devam etmektedir. Aslında kolaycı bir etiketle “festival/sanat filmi” diye adlandırdığımız sinemasal anlayış, çoğu sinema yazarı tarafından bilinçsizce desteklenen ulusal sinema karşıtı bir çabadır. Tarkovski’den Nuri Bilge Ceylan’a ve yüzlerce taklitçisine sinen bir sinema yapma disiplini. Bunun elbette halkta hiçbir karşılığı yoktur, Tarkovski de bunu umursamayan bir dehadır ancak taklitçilerinin çoğunun ortaya koyduğu eserler ve onların değerlendirilme hali sadece ayrıcalıklaşmaya hizmet eder.
İyi filmler çekmesine rağmen bir “Yeşilçamlı” olduğu için sessizce takdir edilen Yavuz Turgul bu konuda en iyi örnektir. Sinema dergisinin seyirciye sorarak yaptığı en iyi 100 film listesinin kralıdır ancak öldükten sonra takdir edilmek üzere bekletilmektedir. Metin Erksan ya da Lütfi Ömer Akad örneğinde olduğu gibi. 19. Adana Altın Koza Film Festivali’nde, aynı yıl kaybettiğimiz iki sinemacıdan biri olan Seyfi Teoman’ı sahneye çıkan herkesin güzellediğini, Metin Erksan’ın adını ise Erden Kıral dışında kimsenin anmadığını not düşeyim.
Yeşilçam’dan Ölesiye Nefret Etmek!
70’lerin ortalarından itibaren ağırlıklı olarak “seks filmleri” çeken Yeşilçam’ın 12 Eylül darbesiyle birlikte tezgahının bozulduğu ve bittiği düşünülür. Oysa hiç de öyle olmadı. Yeşilçam sinemacılarının kitle için ucuz filmler çeken kısmının “format” umurunda değildi. 70’ler ABD’de porno filmlerinin altın çağıdır. Deep Throat / Derin Gırtlak adındaki filmin ülke çapında tam 600 milyon dolar hasılat yaptığı zamanlardı bunlar ancak “video” ile sonu geldi. Benzeri bir durumu bizim sinemacılarımız yaşadı ve Yeşilçam’da hüküm süren tüm o “hap yap para kap”çı tayfa video için filmler çekmeye başladı. Video furyasının hakim türü “arabesk filmleri” idi. Yeşilçam’ın gerçek suskunluğu video çılgınlığının bittiği, memleketteki sinemaların kömür deposu olarak kullanıldığı yıllara rastlar ve 3-5 yıldan daha uzun değildir.
Yavuz Turgul’un çektiği Eşkıya (1996) ile başlayan yeni çağ ise eleştirmenlerin kendine yeni bir oyuncak bulmasıyla hemen dallanır, budaklanır. 90’ların başından itibaren yükselen özel TV’ler ile Yeşilçam tüm duygusu ve enerjisi ile beyazcam’a akar. Bu kitle izleğinden hazzetmeyen eleştirmenlerin imdadına ise “popüler sinema” ürünlerini göstermekten hızlıca uzaklaşan festivaller yetişir.
Festival filmleri gişe sinemasına karşı!
2000’lerden bu yana her yıl giderek artan sayıda film festivaline sahibiz ve film eleştirmenleri burada sunulanlara odaklanarak durumu idare ediyor. Sinemasal anlamda yetersiz ancak minimalist sinemanın kolaycı tarafını (uzun planlar, müzik kullanma ihtiyacının ortadan kalkması, kesit kurgusu vb.) taklit edebilen işlerle oyalanan bir film eleştirmenliği mevcut. Halbuki festival ya da gişe filmi ayırt etmeksizin yeni Türk sinemasını besleyen kaynak TV dizileri… Festivallerde yarışan filmlerin tamamında dizi oyuncuları oynuyor. Yapımcı/yönetmen tayfası da keza aynı şekilde. Türk sineması yapanlar ve yayanlar için bir kazanç modeli üretemediği sürece de böyle olacak.
Hal böyleyken, televizyona tamamen kayıtsız kalmak o sinemacıyı/oyuncuyu anlamak, kariyerini takip etmek açısından sıkıntılı bir durum oluşturuyor. Bir sinemacıyı ikiye bölüp sadece beyazperdedeki yansımasıyla takip etmek mümkün mü?
“Film eleştirmeni” akademik bir saygınlık uğruna bir zamanlar Yeşilçam’a yaptığı umursamazlığı şu anda TV’de gösterilenlere yapıyor. Bu yıl Adana Altın Koza’da yarışan, festivalin en iddialı filmlerinden biri olan Köksüz’ün yönetmen/senaristi Deniz Akçay’ın, Emrah’ın Büyük Yalan dizisinin senaristi olduğunu bilen kaç sinema yazarı var?
2009 yılında katıldığım “Yeşilçam Seks Filmleri” temalı Disko Kralı programının daveti sırasında yaşadığım, film eleştirmenliğinin kayıtsızlığının nereye varabileceği konusunda ilginç bir anım var.
– Murat Tolga Bey sizi programa davet etmek istiyoruz. Konu: 70’ler seks furyası filmleri…
– Hay hay ama neden ben?
– Metin Demirhan vefat etmiş, Giovanni (Scognamillo) bey yaşlı, evinden çıkamıyor, Cihan (Paçacı) bey ise felç geçirmiş, araştırdık ve başka da bunu konuşabileceğimiz kimse yok!
Düşünsenize, Türk sinemasının 7-8 yılı hakkında kimse bir şey bilmek mecburiyetinde hissetmemiş kendini ya da bildiklerini aktarmaktan utanıyor. Dünyada böyle bir sinema yazarlığı/film eleştirmenliği var mı? Film eleştirmenlerinin, “bayağı ve istismar edici” diyerek basitçe geçtiği bu furyayı aslında ahlakçılığa yenik düşerek görmezden geldiğini düşünüyorum.
Son söz; sinema ve TV bu kadar kaynaşmışken hala mızıkçı bir çocuk gibi davranmak film eleştirmenliğini zora sokuyor. Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz filmlerinde cirit atan dizi oyuncularını sadece bu performanslarıyla değerlendirmek de sıkıntılı. Akademik prestij kazanmak uğruna, 60’lardan bu yana gelen umursamaz tavrı devam ettirmek bu kadar mı önemli?
Benim için önemli olan, Türk sinemasının ileride tarihi olacak bugününe doğru ve geçerli notlar ekleyebilmektir. TV, kısa film, belgesel, uzun metraj… Hepsi görüş ve değerlendirme alanımın içinde. Okuduğunuz için teşekkürler…
Murat Tolga Şen / murattolga@gmail.com
Çok beğeniyorum yazılarınızı, seçkinci ve yapay bir tavrınızın olmayışını da ayrıca takdir ediyorum :)
Teşekkür ederim Bilge, Türk sineması ve sinema yazarlığı bu snob yaklaşım yüzünden büyük zarar gördü. Oysa inanılmaz bir potansiyele sahibiz. Bunları konuşmalı, yazmalı. Bağımsız sinema yazarları meseleye el atmazsa hep halı altına süpürülecek konular bunlar.
eleştirmenler dizilere önem vermeyerek bence saçma ve yanlış bir tavır içindeler çünkü tv dizileri de aslında sinema filmi gibi birer filmdir. yabancı bir eleştirmenin ifade ettiği “bugün en iyi öyküler televizyon için dizi-abd dizileri- formatında hazırlanıyor” sözünde gerçek payı olabilir diye düşünüyorum.
sinema filmi etkisi almak için dizileri tek bölümler halinde haftada bir seyretmek yerine toplu olarak ard arda seyretmek gerekiyor tabi.
böylece star trek serileri, battle star galactica, x-files, game of thrones, chuck, the big bang theory gibi dizilerin ne kadar zevkli seyirlikler oldukları anlaşılacaktır.