Ulusal yarışmasız Antalya Film Festivali’inin becerebildiği tek şeyin sinemacıları ve sinema yazarlarını birbirinden şüpheye düşürmek oldu kanaatindeyim. Sırasıyla belgeselin, kısa filmin ve en nihayetinde ulusal sinemanın kovulduğu ve tam da bu yüzden artık ¨film festivali¨ olarak tanımlanamayacak bu ucube organizasyona katılmayanların bahaneye ihtiyacı yoktu. Ama ya her şeye rağmen orada olanlar… Onlar da mevcudiyetlerini haklı bir sebebe ulaştırmaya çalıştılar. Sinemacıların derdi para çünkü film çekmek para gerektiriyor. Bu da bazı etikleri yok saymaya yol açabilir. Peki ya sinema yazarları, onlar neden oradaydılar?
Antalya Film Festivali bittikten hemen sonra, her şeye ve hatta İstanbul’daki alternatif festivale (54. Ulusal Yarışma) rağmen Antalya’ya giden kalemlerin yazılarını okuduk. Bu yazıların tamamı aynı zamanda bir ¨şu sebepten oradaydım¨ savunması içeriyordu ve benim asıl ilgimi çeken de bu bahaneler oldu. Kıymetli bir eleştirmen arkadaşım kaleme aldığı izlenim yazısında Antalya’daki mevcudiyetini ¨alanı boş bırakmamak¨ olarak nitelendirdi. Bu beyanın samimiyetini asla sorgulamıyorum. Çok yakın arkadaşlarım da bu yıl oradaydılar ama yine de bu duruma içerliyorum.
Festivale katılan dostlarımla öncesinde ve sonrasında pek çok sohbet gerçekleştirdik. Hepsi eylemlerinde samimiydiler. Dürüst yazılarla da üstlerine düşeni yaptılar ama artık şunu anlamalıyız; ortada boş bırakılmayacak bir alan yok, kalmadı. Kısa yok, belgesel yok, ulusal sinema yok! Memeleri görünmesin diye Transformers oyuncağına çevrilmiş bir ödül heykelciği, 30 filmden ibaret uluslarası festival seçkisi, Cannes yapacağım diye 3-5 Hollywood emeklisi çağırıp durumu idare etmek vs. Saymakla bitmez. İçeriği boşaltılmış bahaneden bir festival…
Hani Pal Sokağı Çocukları romanının finalinde çocuk çetelerinin paylaşamadığı boş arsaya inşaat makineleri girer ya… İşte Antalya’nın durumu da öyle! Görünen köy kılavuz istemez; bu belediye başkanıyla ve ekiple bu iş devam edemez. ¨Eder, çok da güzel eder¨ diyebilirsiniz ama ettirdikleri hali bu ülkenin sinemacılarını ve sinema yazarlarını ilgilendirmiyor. Alanı boş bırakmamak ya da olanı biteni izlemek üzere bahanelendirilen katılım sadece onların doğruyu yaptıklarını sanmalarına yol açıyor. Duruma bu hassasiyetle yaklaşılmalı kanaatindeyim.
Antalya’dan dönen birkaç sinema yazarı arkadaşıma dümdüz bir soru yönelttim; ¨neden gittin?¨ diye sordum. Cevap genelde aynı… ¨Çünkü ben bir gazeteciyim¨.
Sinema Yazarı Gazetecilik mi Yapar?
Ben aynı fikirde değilim. Bana göre sinema yazarı gazeteci değildir ya da ondan fazlasıdır. Sinema yazarı dediğimiz kişi açıkça ilan edilmiş bir şekilde bir sinema entelektüelidir. Ülke sineması üzerine fikir üreten, kafa yoran, doğruyu-yanlışı gören-gösteren kişidir. Yani savaşın ortasındaki bir savaş muhabiri ya da fotoğrafçısı değildir. O da savaşan taraflardan biridir. Kendine ait bir cephe açmış ve ‘alan savunmasını’ buradan yapmaktadır. Hal böyleyken düşman tarafına, ¨bakalım burada neler oluyor¨ diyerek geçmenin alemi yok. Şunu da bilin ki, bu satırları; 2013 yılında yapılan festivale ¨ben gazeteciyim, olanı biteni görmeli ve aktarmalıyım¨ diyerek katılan, bunu layıkıyla yapan ve yine de bundan utanç duyan biri olarak yazıyorum. Hayatımdaki en büyük pişmanlıklardan biridir. Şu çok açık; bu insanlar Altın Portakal’ı bize boğduruyorlar! Sektör insanları ekonomik sebeplerle bu suça ortak olabilirler ama sinema yazarları o festivalin namusuna-geleneğine uygun davranmak zorundalar.
Film Festivallerine Turist Olarak Katılmak…
Ha, bir de şu var; Antalya Film Festivali değil de Yozgat Film Festivali olsaydı bu protesto çok daha büyük bir başarıya ulaşırdı. Kimsenin böyle bir festival için Yozgat yollarına düşeceğini sanmıyorum. Örnek vermem gerekirse; çok daha başarılı bir organizasyon olan Boğaziçi Film Festivali, Antalya kadar eleştirmenlerin ilgisini çekmiyor. ¨Film yoksa deniz var, iki yüzer geliriz¨ diyen de çok olmuştur eminim ama ben bu yazıyı onları düşünerek yazmadım. Kendisini sinema yazarı olarak tanıtan turistler hep vardı ve yine olacaklar. Onlar için Antalya büyük bir fırsat!
Bu durumu biraz açıklamaya gayret edeceğim. Bir sinema yazarı akredite olup Cannes’ı ya da Venedik’i de takip edebilir, bu hiç de zor değil ancak bu organizasyonlar size gösterim ve etkinlikler dışında yardımcı olmaz. Masraflarınızı yayıncınız üstlenir ya da uçak biletinizi de otelinizi de kendiniz ayarlar, ödemesini cebinizden yaparsınız. Bu etkinliklere katılmak için yıl boyunca para biriktiren arkadaşlarım var.
Türkiye’de ise ülke şartlarından kaynaklanan bazı durumlar var. Yayıncılar zayıf olduğu için festival organizasyonu davet ettiği basın mensubunun neredeyse tüm harcamalarını (ulaşım – konaklama – yeme içme) karşılar. Eğer böyle olmasaydı bu kadar çok festival takibi mümkün olmazdı diye düşünüyorum. Bu anlamda festival organizasyonlarını “aşırı misafirperver” yapılar olarak düşünebiliriz. Hal böyle olunca festivaller bazı fırsatçılar için bir iş gezisinden ziyade bedava tatil yapmak anlamına geliyor. Her yıl bu organizasyonları suistimal eden onlarca kişiyle karşılaşıyorum ve bu durumdan hiç de sıkılmış gibi görünmüyorlar. Ayrıca bu misafirperverlik festival tarafını sinema yazarı ile ilgili bir beklentiye sokuyor. Ondan içerik üretmesini ve ‘uslu durmasını’ talep ediyor. Bazı festivallerde neden fotoğraf çekmediğimiz sorusuyla karşılaşıyoruz. Oysa sinema yazarından bilirkişiliği kapsamında, panel-atölye-moderasyon gibi durumlar oluşturarak faydalanmak daha doğru olacaktır. Bu aynı zamanda, işi gerçekten kimlerin yaptığı konusunda da fikir verecektir.
Sonuç:
Film Festivalleri sinema sanatını takdir etmek ve yüceltmek amacıyla hareket eden kültür etkinlikleridir. Bir zamanlar severek katıldığım Antalya Film Festivali yani Altın Portakal, siyasi hesaplarla çürütülmüştür. Kendi sinemasından-sinemacılarından korkan bir film festivali olmasa da olur. Olacaksa da biz orada olmayalım. İleride utanmamak için gerçek bir tavır koymak şart. Umarım seneye hepimiz bir ve birlik içinde oluruz.
murattolga@otekisinema.com