Antalya Film Festivali sonrası kopan fırtına, bize bir kez daha gösterdi ki, Türkiye’de sinemanın yolunu belirleme iddiası taşıyan, sinemasal duruş olarak desteklenmesi gereken yapımların çizgisini kendilerince tayin eden, bu tarz yapımlara gösterdikleri yakın alaka ve arka çıkma ile pohpohlayan bir kesimin baltayı fena halde taşa vurduğudur.
Ben festivalde bulunmadım ve gösterilen ulusal filmlerden biri hariç hiçbirini izlemedim onu başından söyleyeyim. Bu yazının konusu da Antalya Film Festivali veya gösterilen filmler değil. Zaten konumum gereği, çekilen filmleri eleştirmek de benim işim değil. Ben çekilen her filmi, her çabayı endüstrileşme hamlesinin ilk kulaçları olarak gördüğüm ve gelişimi “sürekli üretim” mottosuyla tanımladığım için küçük görme eğiliminde değilim. Bu ülkede çekilen her film değerlidir. Çekilen her film, bir sonraki film için basamak, yeniler için ölçüt ve tecrübedir. O yüzden hiçbiri zarar değil, kazançtır. Buna böyle bakmak lazım. Hele ki geçmişiyle bütün köprüleri atılan bir sinema emekleme dönemine geri dönmüşken…
Benim meselem o yüzden, film çekenler veya filmleri değil, hangi mekanizmaların film üretim yöntemlerini, seçilen konuları ya da sinemasal anlatımları yönlendirme eğiliminde olduğunu anlamaya çalışmamla alakalıdır.
Bu yılki Altın Portakal, Gezi olayları vesilesiyle medyanın ve siyasetin gerçek yüzünü görmemizi sağlayan bir turnusol işlevi görmesi gibi, Türkiye’de sinema çevresi denilen lümpen* kesimin ilişki ağı ve kurdukları kumpası gözler önüne sermesi açısından çok manidardır. Özellikle festivaller aracılığıyla işleyen bu mekanizmanın adil ve savunulur olmadığı çok açıktır. Geldiğimiz noktada ülkemizdeki sinemanın, acil kan ihtiyacını da hiç karşılamadığı su götürmez bir gerçektir.
İşin vahameti, bu kaybın sadece çekilen filmlerin düzeyini etkilemekle kalmaması, ülkemizdeki festivallerin saygınlığına da büyük bir gölge düşürmesi açısından önemlidir.
Öyleyse ne yapmak gerekir? Nasıl bir tavır ve tutum sergilemek bu köhne sistemin esaretinden kurtulmak için bir çıkış yolu sunar?
Bir kere şunu anlatmakta ciddi bir fayda olduğunu düşünüyorum. İlk önce tanımlamaları doğru koymalıyız! Festival filmleri ve gişe filmleri diye saçma bir kavram yaratıp bir ayırım yapmaktan izleyicinin de buna inandırılmasından bir an evvel vazgeçilmesi gerekiyor.
Orada burada yazılanlara bakınca bu yanlış anlaşılmanın boyutlarının oldukça büyük olduğunu görüyorum. Genel kanı olarak “ticari” filmlerin egemenliğinin kırıldığı yerler olarak görülen ve övülen festivaller, hem sinemamıza, hem izleyiciye hem de o festivallere yapılan büyük bir haksızlık olarak, meselenin kaynağındaki ilk ve en büyük sorun olarak karşımızdadır. Bir filmin ticari olarak başarı elde etmesi o filmin; kötü, sanatsal açıdan değersiz, konu ve üslup olarak bayağı olduğu veya “festivallere layık olmadığı” anlamına gelmez! Ya da tam tersi gişe başarısı yakalayamayan her film de sanatsal açıdan üstün veya “tam da festivallik filmmiş” demek değildir. Filmlerin değerini bu ticari değerleri üzerinden değerlendirmekten vazgeçmediğimiz sürece yangına benzin dökmekten başka bir şey yapmamış oluruz. Bu kıstas ve değerlendirme o kadar vahim durumlarda ki büyük gazetelerin, “büyük köşe yazarları”ndan birinin gişe yapamayan bir film ile ilgili övgü dolu, sırt sıvazlayan yorumu geldiğimiz durumun kanıtıdır: “ödüllü filme de bu yaraşır!”
Şimdi anlayış “ödül alan film zaten gişe yapmaz” noktasında olduğu için izleyici nezdinde, filmi izleyip izlememede belirleyici bir argüman haline geliyor ya da filmi yapan için gişeden umudu kesip zararın neresinden dönsek kardır anlayışıyla festivale, ödüle, alkışa koşmasına neden oluyor. Ödül mekanizmasının da sorunlu çalışması olmadık filmlere olmadık ödüller verilmesi, izleyicideki “ödüllü film izlenmez” tezini doğruluyor. İzleyici açısından hal böyleyken yapımcı/yönetmen açısından da durumu kurtarmaktan başka çare kalmıyor.
[box type=”shadow” align=”aligncenter” class=”” width=””]
Benim önerim;
1. Bir kere herkes kimin nasıl film yapması gerektiğini, neyin iyi film neyin kötü film olduğunu, neyin sinema değeri taşıyıp neyin taşımadığını söylemekten, yazmaktan, yönlendirmekten derhal vazgeçmesi,
2. Yazarların, jürilerin, toplulukların belli tarzda filmleri destekleyip, diğerlerini yok saymaktan vazgeçmeleri,
3. Alakasız kişilerin şişirip şişirip, sinemayı siyasi bir zemine çekerek “filmi orada izleme burada izle” kampanyalarından vazgeçmesi,
4. Sinemacıların seyirciyi aptal ve enayi yerine koymaktan derhal vazgeçmeleri,
5. Festivallerin, filmlerin sinemasal anlamlarından çok politik kaygılarını ödüllendirmekten vazgeçmeleri,
6. Film yapımcılarının/yönetmenlerinin festival destekli film üretiminin tek model olmadığını görmeleri,
7. İzleyiciyi dikkate almayan filmleri üretenlerin sonuçlarına katlanmak zorunda olduklarının farkına varacak anlayışta olmaları ve gişe yapamadıkları, festivale alınmadıkları ya da ödül verilmedi diye kıyameti koparmak yerine yöntemlerini ve hedeflerini değiştirmeleri,
8. Film yapımcılarının/yönetmenlerinin eğer ki bir festival hakkında şüpheleri, jüri ile ilgili şaibeli buldukları noktalar varsa o festivale hiç katılmamaları ya da buna rağmen katılıyorlarsa da ödül alamayınca çenelerini kapamaları,
9. Haksızlığa uğradığını düşünen yapımcı/yönetmenin festival ve jüri hakkında ağızlarına gelen her şeyi söyleyip ertesi sene koşa koşa yine aynı festivale koşmamaları,
10. Üç beş dallama yüzünden sinemadan küstürülen ustaların bir zahmet o kadar da alıngan olmayıp üretmeye devam etmeleri ve kimseyi ciddiye almamaları,
11. Eli eteği sinemadan çektirilen ama zamanında sinema için çok şey vermiş emektarların şimdi yalancıktan uzatılan her şekere kanıp koşarak gitmemeleri,
12. Asıl olanın, herhangi bir festivalde yer almak ya da ödül almak değil, inandığın bir amaç uğruna ortaya çıkardığın eserle gurur duyabilmek olduğunu bilmek gerekiyor. [/box]
En azından şimdilik ilk aklıma gelenler bunlar.
Son söz olarak; Türkiye’de bir akım ya da ekol yaratma iddiasıyla izleyiciyi ve diğer sinemacıları enayi yerine koyan, özellikle yeni yetişen sinemacıları tuzağına düşürüp, “sanat sineması” diye sınırları ve çerçevesi belirlenen ve herkese yutturulmaya çalışılan anlayıştan bir an evvel vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu anlayışın sinemamızı getirdiği durum tüm gerçekliğiyle ortadadır.
Fransız Yeni Dalgası, izleyici desteğini almasaydı çoktan yarattığı dalgada boğulup gitmişti. Şu an ısıtılıp ısıtılıp “sanat sineması” diye sunulan şey, (şey diyorum çünkü neye benzediğini, ne ifade ettiğini, hangi duygulara ya da anlatıma sahip olduğunu bilemediğim için) bir virüs gibi kendiye birlikte sinemamızı da bitirmiştir. Bana göre de peşinde olmamız gereken üretim biçimi özgün olmaya, farklı olmaya, yeni şeylerin peşinde koşmaya devam ederken, izleyici koltuğundan kalkmamakla başarılabilir.
Bu yanlış gidişattan ve adam kayırmacılıktan da bir an evvel kurtulmamız temennimle…
Öteki Sinema için yazan: Kerem Topuz
[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]
*Lümpen sınıf; tüketim alışkanlıklarının esir aldığı; tüketme dışında, başkasının üretimini mirasyedi misâli tüketen; mevcûdiyetlerinin hiçbir anlamı olmayan, irâdelerinin üzerine yatarak münzevileşmeyi tercih eden; hiçbir duruşu, tavrı, projesi olmayan insanlardan oluşan topluluk.
**Sabancının oğlu/kızı terimini bir aileyi rencide etmek veya övmek anlamında değil, topluma mal olmuş sözlü bir deyiş olarak, çok parası olduğu için har vurup harman savuran bireyleri tanımlamak için kullandım.