Eylül’ün 20’sinde Adana, Ekim’de Edirne, Antalya, hemen ardından Malatya… Ülkenin sürekli değişen gündemi zeval vermez de yeni bir darbe olmaz, bir yerlerde yüzlerce kişiyi öldürecek bir bomba patlamaz, daha da absürdü; uzaylılar bizi istila etmez ise bir sürü şehirde birçok yeni film izleyeceğiz. Sinema yazarlarının kutsal kadeh arayışı yakında başlıyor; bakalım o muhteşem filme hangi festivalde rastlayacağız?
Mutlu mesut başlayan bu yazının kokulu öpücükler yollayarak devam edeceğini sanmayın! Başlıyoruz…
Türkiye’nin Festivalleri Çok Misafirperver…
Bir sinema yazarı akredite olup Cannes’ı ya da Venedik’i de takip edebilir ancak bildiğim kadarıyla bu organizasyonlar size gösterim ve etkinlikler dışında yardımcı olmaz, masraflarınızı yayıncınız üstlenir ya da uçak biletinizi de otelinizi de kendiniz ayarlar, ödemesini cebinizden yaparsınız. Bu etkinliklere katılmak için yıl boyunca para biriktiren arkadaşlarım var.
Türkiye’de ise ülke şartlarından kaynaklanan bazı durumlar var. Yayıncılar zayıf olduğu için festival organizasyonu davet ettiği basın mensubunun neredeyse tüm harcamalarını (ulaşım – konaklama – yeme içme) karşılar. Eğer böyle olmasaydı bu kadar çok festival takibi mümkün olmazdı diye düşünüyorum. Bu anlamda festival organizasyonlarını “aşırı misafirperver” yapılar olarak düşünebiliriz. Hal böyle olunca festivaller bazı fırsatçılar için bir iş gezisinden ziyade bedava tatil yapmak anlamına geliyor. Her yıl bu organizasyonları suistimal eden onlarca kişiyle karşılaşıyorum ve bu durumdan hiç de sıkılmış gibi görünmüyorlar.
Sinema Basını Hiç Bu Kadar Tembel Olmamıştı!
Görünen manzara şu; davet edilip katılan basın takipçilerinin neredeyse yarıdan fazlası o festival hakkında iki satır bile yazmıyor. Festivale katılmayı bir takipçi olma durumundan çok bir ayrıcalık ve kazanılmış bir hak gibi görüyorlar. Yazmak zorunda mı, elbette hayır! Kimsenin kaleminin üzerine böyle bir tahakküm kurulamaz ancak sandığımızın aksine film festivallerinin, “sinema yazarının kariyer yolculuğunu desteklemek” gibi bir motivasyonu yok, olmasını beklemek insafsızlık. Bu etkinliklerin amacı, bölge insanlarını sinema sanatıyla buluşturmak ve şehrin kültürel değerini arttırmak. Basın mensupları bu amaca yardımcı olsunlar diye, tüm masrafları üstlenilerek çağrılıyor zaten. Tartışılacak bir konu değil bu.
Bu sebeple, ellerindeki bütçeyi doğru kullanmak adına da, festivali gerçekten önemseyen ve bir üretim platformu olarak gören basın mensuplarına çağrı yapmaları son derece doğal.
Festival Fareleri Nasıl Kemiriyor?
Bazı sinema yazarlarını sadece festivallerde görürsünüz, en son ne zaman ne yazdı, kimle röportaj yaptı, hangi filmi eleştirdi bilmezsiniz ama sizden önce oradadırlar. Bunlar kimler?
İsim vermem ama yöntemlerini yazayım; eğer üyesi iseler derneğin forsunu kullanırlar (ve dernek içindeki faal yazarlara çok ayıp ederler) ya da festivalden birilerini muhabbetle bağlamışlardır. Daha da olmazsa hatırlı arkadaşlar devreye girer, konuk ağırlamacıların ensesinde boza pişirilir, rica minnet ikna edilmeye çalışılır ve nedense festival boyunca en çok şikayet edenler onlardır! Meslekten uzaklaştığı halde festivallere gitme konusunda aşırı iştahlı davranan bu kişilerin dernek yönetimini de sıkıntıya soktuğunu düşünüyorum.
Dernekli olmayan arsızlar ise “bayilerinden ısrarla isteyenler” grubuna girerler. PR’cılar onlara fazla bulaşmak istemez çünkü “hayır” cevabını asla kabul etmezler, kapıdan kovulduklarında bacadan girerler. Olur da çağrılmaz iseler çirkinleşir ve olanca güçleriyle (pek de güçlü değillerdir halbuki) festivale saldırırlar. Bir festivalde konuk ağırlamacı olmaktansa Moria madenlerinde çalışmayı tercih ederim!
Bu işi yapan arkadaşlarla çok sohbet ettim, araya milletvekili tanıdığını sokanına bile rastlamışlar, bazen çaresiz “buyur, gel” demek zorunda kalmışlar.
Festival Akreditasyonu Kavgası Ne Zaman Başladı?
Eskiden (5-6 yıl öncesine kadar) böyle bir kavga yoktu, internet sinema yazarlığının erken zamanlarında blogcular ciddiye alınmaz, SİYAD üyesi kim varsa çağrılır geçilirdi. Yıllar içinde bağımsız sinema siteleri ve sinema blogları önem kazandıkça festivale çağrılacak sinema yazarlarının kimler olacağı bir soru işaretine dönüştü. Rekabet hiç olmadığı kadar arttı. Elimizde Altyazı, Film Arası, Hayal Perdesi gibi birkaç dergi kaldı, gazetelerdeki eleştirmenlerin sayısı epey azaldı. İnternet sinema yazarlığı halen yükseliyor. Blog yazarları da hiç olmadığı kadar çok okunuyorlar ve ciddi bir tiraj yakalamış durumdalar… Buna rağmen, yazılı basının tekelleşmiş saygı duygusundan uzaklar ama bu durum değişmek üzere…
Bu festival akreditasyonunu herkes kendine hak görüyor. Eski SİYAD başkanı Tunca Arslan, bağımsız yazarları ve blogcuları “üç kap yemek peşindeki beleşçiler” olarak gördüğünü kaleme alacak kadar ileri gitmişti bir yazısında. “Arkadaş, iğneyi kendine bir batır önce” desem, yapamaz!
Uyurgezer Sinema Siteleri
Olay sadece bireysel değil, bir de “festivalden festivale güncellenen” sinema siteleri var. İstanbul Film Festivali bitince uyuyan site Adana’dan 20 gün önce patlayacak yanardağ gibi homurdanmaya başlar ama festival biter bitmez dükkan kapanır!
Hal böyleyken olan işini düzgün yapan, yıl boyunca Türkiye’nin sinemasına kafa yoran, yazılar yazan insanlara olur, “beleşciler” denerek bu parazitlerle aynı kefeye konur. Festivallere katılan sinema yazarlarının yıldan yıla azaldığını düşünüyorum çünkü organizasyonun bize verdiği önemi iade etmekten uzağız. Mesleği yapmayanların (yıllarca büyük katkılar sağlayıp şu en emekliliğini yaşayanlar dışında) uzaklaştırılması, yapanların ise çok daha gayretli olmasına ihtiyacımız var. Evet, pek çok eleştirmen işsiz kaldı ama şu sosyal medya bolluğunda kimse yerim dar diyemez. Hiçbir şey yapamıyorsan blog aç, tweet at, Facebook’ta not yayınla… Sonra yine koyarsın içtiğin orta kahvenin fotoğrafını!
Film çekeniyle, eleştirmeniyle, festivaliyle, jürisiyle… Biraz doğrulup düzelsek artık.
[box type=”warning” align=”” class=”” width=””]
Bu yazı, “çağrılmamış” birinin kıskançlıkla kaleme aldığı bir yazı değil ve gözlemlerden oluşuyor. Kendisini “sinema yazarı” olarak tanımlamasa dahi film izleyen, eleştiri yapan, röportaj yayınlayan, faal olarak gazetecilik yapan kişilere sataşmıyor. Yazının amacı, işini düzgün yapan (genç) insanların haklarını korumaktan ve açık bir sömürüye dikkat çekmekten ibaret. Yazının bir yerlerinden ekran görüntüsü alıp olmadık insanlara “MTŞ galiba seni kastetmiş” diye göstermek yerine işaret ettiğim sıkıntılara kafa yormayı deneyin. Kişilerle ilgili kendi algınıza, derdini net bir şekilde ortaya koyan yazımı alet etmeyin. Sevgiler…[/box]
Bu yazıyı yazdıktan sonra sektör içinde genellikle olumlu eleştiriler aldım ama o dönem “tescilsiz” br sinema yazarı olan Gökşen Aydemir’in (Film Arası dergisi) yazımı bir kulis malzemesi olarak kullanması dikkatimi çekmişti. Mesele geçtiğimiz haftalarda anlaşıldı, meğer kendisi SİYAD’a başvurmuş, değerlendirme aşamasındaymış. Bunun onlara sevimli gözükmek için iyi bir fırsat olacağını düşünmüş olmalı. Ne de olsa “Murat Tolga Şen’i pataklamak” o tarafta prim yaptırır. Fakat hakikat gün gibi ortadayken bu yazıdaki fikirler Gökşen Aydemir yüzünden çürümüyor, en fazla onun niyetini ortaya çıkarıyor. Sinema yazarlığının bu tür hesaplara alet edilmesine şaşırsam mı üzülsem mi bilemedim?