“ Silah kullanabilecek yaşta olan bütün ahali toplanmış, yol yapımı için Sarıkamış yönünde yürütülmüş ve kıyımdan geçirilmiştir. Geri kalan ahali Rusların çekilmesinden sonra (…) zulüm ve kıyımına uğramışlar, bunların bir bölümü yok edilmiş, cesetler kuyulara atılmış, insanlar evleriyle birlikte yakılmış, süngü kullanımıyla sakat edilmiş, toplu kıyım yapılan binalarda insanların karınları deşilmiş, ciğerleri sökülmüş, kızlar ve kadınlar her çeşit iblisçe davranışlara maruz kaldıktan sonra saçlarından asılmışlardır. İspanyol engizisyonun uyguladıklarından beter olan bu vahşet eylemleri sonucunda canlı kalabilmiş kişiler yoksulluk içindedir, canlıdan çok ölüye benzemektedir, dehşete düşmüşlerdir ve içlerinde aklını oynatanlar vardır.”[1]
Ermeni tehciri esnasında yazılan bu satırları okuyan herhangi biri, boşluk bıraktığım yer görmezden gelindiği vakit, yaşananların Ermenilerin başına geldiğini düşünebilir. The Cut’ı izlediğinizde de anlatılanların yukarıda yazılanlardan pek de farklı olmadığını görecek ve Fatih Akın’ın bu arşiv belgesini okumuş olma ihtimalini bile düşüneceksiniz. Tabii yönetmenin tüm bunları Türklerin yaşadığını es geçtiğini de fark ederek…
Baştan uyarmalıyım ki bu yazı, bir sinema eleştirisinden daha çok tarihi bilgilere dayalı bir yazıdır. Çünkü The Cut bir dönem filmi olduğu ve her şeyden önce Ermeni Sorunu gibi önemli bir tarihsel olaya değindiği için meseleyi, tarihsel veriler ışığında detaylı bir biçimde anlatmadan filmi neden sevmediğimi açıklamamın mümkün olmayacağına inanıyorum. Amacım, Fatih Akın’ı sırf “Türkler cani, kötü” dediği için vatan haini ilan etmek değil; sadece bir tarihçi ve sinema yazarı olarak öne sürdüğü tezleri analiz etmektir. Bu sebeple tarihi sıkıcı bulanlardan şimdiden özür diler, o bölümleri atlamalarını tavsiye edebilirim.
Milliyetçilik adını verdiğimiz düşünce sisteminin 18. yüzyılın sonlarında doğuşu ile Fransa’da yaşananlardan, insanlığı oldukça zor bir dönemin beklediğini tahmin etmek daha o dönemlerde bile zor olmamıştır. Ama savaşlarıyla Avrupa’yı kasıp kavuran Napoleon bile bu denli kanlı olacağını öngörememiştir herhalde… 19. yüzyılda ulaştığı her kara parçasındaki topluluğu en küçük ulusal birime ayıran milliyetçilik rüzgarları, yüzyıllardır ayakta kalmayı başaran imparatorlukları yerle bir etti. Bu kasırgaya karşı önce “Osmanlıcılık” ipine tutunan, ardından bari Müslümanları bir arada tutalım diyen Osmanlı İmparatorluğu, kendi kucağında büyüyen azınlık ulusçuluğuna daha fazla direnemedi ve çareyi Türkçülükte buldu. Başka bir deyişle, mücadele ettiği şeye boyun eğdi ve kabul etti.
19. yüzyıl boyunca bünyesinden pek çok devlet çıkaran Osmanlı İmparatorluğu, Napoleon savaşlarının etkilediği ilk uluslar olan Sırplar, Rumlar ve Bulgarlar ile edindiği acı tecrübeler sonucunda Ermeni ayaklanması baş gösterdiğinde daha köktenci bir eyleme girişti. Millet sistemi sebebiyle askere alınmayan, ticaret, zanaat, sarraflık, bankacılık ve daha pek çok meslekle uğraşan Osmanlı Hıristiyanlarının ulusçuluğu daha başından ırkçı bir karaktere bürünmüştü. Çünkü söz konusu dönemin ekonomik gelişmeleriyle zenginleşen, çocuklarını Avrupa’da okuttukları için ihtilalci olmalarına neden olan ve bu sebeple kendilerini üstün ulus görerek –biraz da haklı sebeplerle- Osmanlı hâkimiyetinden kurtulmak isteyen azınlıklar, çoğunlukta oldukları yerlerde siyasi gücü de ellerine almak istediler. Şayet bölgede çoğunluğu oluşturmuyorlarsa da Müslüman/Türk nüfusu öldürme ve zorla sürme yoluna gittiler. Yunan ayaklanması, bu açıdan Müslümanların topluca öldürülmesi konusunda Osmanlı’daki ilk örneği teşkil etti ve önce Bulgarlara, ardından da Ermenilere rol model oldu.
Ancak Sırplar, Yunanlar ve Bulgarların olduğu bölgelerde Müslüman halk azınlığı oluşturduğu için tamamını “temizlemek” kolay olmuştu. Ermeniler ise ekonomik refahlarını ülke coğrafyasının tamamına yayılmaya borçluydu ve bu devlet kurmalarının önündeki en büyük engeldi. Azınlık ulusçuluğunun bir karakteristiği olarak, arka planda dinsel temele dayalı bir ulus bilinci geliştiriyorlardı ve dolayısıyla da Kafkasya’da güvenebilecekleri tek güçlü Hıristiyan devlet olan Rus İmparatorluğu’nun desteğini alıyorlardı. Fakat Doğu Sorunu adı verilen uzun yıllar devletlerarası politikaları etkileyen bir meselenin temelinde yatan da zaten buydu. Rus İmparatorluğu, Ekim Devrimi’ne kadar tamamen kendi çıkarları doğrultusunda Ermenileri kullanıp onların ulusçuluğunu kışkırtırken, bel bağladıkları Avrupalı devletler de kurulacak bir Ermeni Devleti’nin Rus İmparatorluğu bünyesinde eritileceğini bildiklerinden, Ermeni ayaklanmasına gerekli ilgiyi göstermediler. Bu durum, Rus topraklarında kurulan ve bölgeye gelen Ermeni Komitacılarının Yunan ve Bulgar hareketlerini örnek alarak şiddete başvurmalarına neden oldu. Müslümanlara saldırmaları için Ermenileri tahrik etmek, Ermenileri kıyımdan geçirilmesine yol açacak bir eylemde bulunmak ve Ermeni Devleti’nin kurulması ile sonuçlanacak bir yolda Avrupalı devletlerin işe karışmasını sağlamak gibi amaçlarla çoğunlukta olmadıkları bir bölgede karışıklık çıkarmaya çalıştılar. Fakat kurmak istedikleri devlet Anadolu’nun göbeğinde olduğu için başarısızlığa mahkûmdu ve Ermeni komitelerinin şiddet eylemlerini daha da arttırmasına sebep oldu.
Özellikle 1890 sonrasında tüm doğuda ayaklanan Ermeniler, daha önce Rus savaşları sebebiyle tetiklenen Ermeni-Müslüman/Türk düşmanlığının fitilini daha da ateşledi ve çok önemli bir sonuca yol açtı: Müslümanlar artık Rus desteğini de arkasına alarak Ermenilerin kendilerini öldürecekleri yönündeki korkularının gerçek olduğuna inanmaya başladılar. Bu çerçevede Adana’da, Van’da pek çok çatışma yaşandı. Ermeni bir piskoposun etkisiyle saldıran Ermenilere, Müslümanlar da karşılık verdi ve binlerce insan yaşamını yitirdi. En büyük intikam saldırılarının onlardan geleceğine inanan Ermeniler, Kürt aşiretlerine de baskınlar düzenledi ve sonucunda Osmanlı askerinin, Ermenilerin, Türklerin ve diğer Müslümanların da içinde olduğu çok ciddi olaylar yaşandı; Balkanlarda yaşananlar sebebiyle her iki taraf da diğerinin üstün gelmesinden korkarak birbirini öldürmeye başladı.
Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na girmesinden sonra büyüyen Ermeni ayaklanmalarına Osmanlı Devleti’nin verdiği tepki ise gerilla savaşı ile uğraşmak zorunda kalan tüm 20. yüzyıl devletleri gibi oldu: Zorunlu göç. ABD’nin Japonları, Sovyetlerin Kırım Türklerini, Balkanlarda kurulan devletlerin buradaki Türkleri, hatta Rus savaşları sonrasında Müslümanların Kafkasya’dan gelmesine, Ermenilerin de Rus askerleriyle beraber Kafkasya’ya sürülmesine benzer bir biçimde hareket etti ve bölgedeki Ermenileri tehcire tabii tuttu. Bu noktada, yapılanın dünya kamuoyunda bize dayatılmak istendiği üzere soykırım olmamasının nedeni ise çok basittir: Zorunlu göçe maruz bırakılan Ermeniler sadece doğu bölgesinde yaşayan, ayaklanan ve Ruslarla işbirliği yapan Ermenilerdir. Ayaklanan Ermenilerin faturasını ne yazık ki masum siviller de ödemiştir ama ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan ve özellikle İstanbul, İzmir ve Edirne gibi devlet otoritesinin hissedildiği bölgelerdeki Ermenilere dokunulmamıştır. Nasıl Milli Mücadele döneminde Yunanlılarla savaşılıyor diye Rumlar herhangi bir göçe, katliama maruz bırakılmadıysa doğu dışında yaşayan Ermeniler de herhangi bir zorunlulukla karşılaşmamışlardır. Bu sebeple yaşananlara soykırım olarak değil, topyekûn bir savaşta meydana gelen bir facia olarak bakmak daha doğru olacaktır. Elbette Balkanlarda, Kafkasya’da ve daha pek çok bölgede binlerce Müslüman’ın ulusçuluk akımının bir sonucu olarak katledilmiş olması Ermenilerin de öldürülmesini haklı çıkarmaz ama tarihi Batılıların yazdığı göz önünde bulundurulduğunda, sadece Hıristiyan halkların yaşadıkları felaketlerin öne sürülmesi gibi bir gerçekle karşılaşmaktayız. 19. ve 20. yüzyıllarda bölgedeki Müslüman nüfusun dörtte biri yok olmuştur ama tarih hep, Annales ekolünün çıktığı yıllara kadar kralların, devletlerin tarihiyle ilgilendiği gibi, burada da sadece Hıristiyan halkların ölümlerine odaklanmaktadır.
Osmanlı Devleti, o dönemde yaşadığı çözülmenin bir getirisi olarak hem otorite boşluğu yaşadığı, hem Ruslarla ve diğer milletlerle pek çok cephede savaştığı bir dönemde Ermenileri bölgeden uzaklaştırmak ve yine bir Osmanlı toprağı olan Suriye’ye nakletmek istemiştir. Ama hem Ermenileri koruyacak bir gücü olmadığı (savaşta olduğu için düzenli ordu gönderme şansı yok) hem de dönemin şartlarında kağıt üzerinde mükemmel olan çoğu şey gibi doğru uygulanamadığı için vatandaşlarının 3’te birini yolda kaybetmiştir. Kısacası Osmanlı Hükümeti Ermeni göçmenlerini koruyamamıştır. Ermeni tezleri, tehcir sebebiyle 1.500.000 Ermeni’nin öldürüldüğüne dayanmaktadır fakat Hıristiyan kaynakları, yabancı arşivler ve Osmanlı nüfus sayımları karşılaştırıldığında Osmanlı’da yaşayan Ermeni sayısının en fazla 1.300.000’i bulduğunu görürüz. Zaten kendisini bile koruyamayacak güçte olan, eli silah tutan tüm erkeklerinin cephede savaşta olduğu ve bölgedeki karışıklıklara müdahale edemediği bir noktada, soykırıma girişmesi gerçeklikten çok uzaktır. Kendi halkını bile koruyamayarak, Balkanlar’da ve Kafkasya’da katledilmelerine göz yuman bir devletin kimseyi koruyabileceğine ya da öldürebileceğine inanmak mümkün değildir. Şu da vardır ki, Ermenilere karşı bölgedeki halk da asker de çok suç işlemiştir fakat Ermenilerin kışkırtmalarından, bölgede bir devlet kurabilmek amacıyla çoğunluğu kazanmak için giriştikleri katliamlardan daha çok suçlu değillerdir. Her iki millet de büyük bir savaş yaşandığı esnada, birbirine üstünlük sağlama çabasına girişmişlerdir. Savaş esnasında Erivan’dan Türklerin üçte ikisi sürülüp öldürülmüştür. Ama bu durum tıpkı Ermenilerin başlarına gelenler gibi “devlet eliyle” yapılmış bir soykırım ya da temizlik hareketi değildir; etnik ve milliyetçi anlaşmazlıklardır. Ve de en önemlisi acı da olsa, savaşların doğası gereği yüzyıllardır süregelen tarihsel bir prensiptir.
Ancak milliyetçilik ve ulus bilinci, ortak bir kader, tarih ya da acıya dayandığı takdirde daha kolay taraftar bulabilen bir düşünce sistemidir ve birçok ulus gibi Ermeniler de bunu bilinçli olarak kullanmaktadırlar. Tehcirin yüzüncü yılında, kendi tezlerini destekleyen bir filmi, Türk asıllı bir yönetmene yaptırabilmek Ermeni diasporasının müthiş bir başarısıdır ve takdire şayandır. (Para iddialarını bir kenara bırakarak, Türk asıllı bir yönetmende böyle bir dönemde film çekme isteği uyandırmalarını ve yaşananlara inandırmalarından bahsediyorum) felaketi mağdurun anlatması değil, “düşmanın” itiraf etmesi her zaman daha etkileyici olur ve böylece savlarını da doğrulamış olurlar. Bu açıdan sinemasını oldukça zayıf bulmama rağmen The Cut, Ermeni diasporasının görkemli bir zaferi olarak hatırlanacaktır.
Henüz açılış sahnesindeki bilgilendirme kısmında, Osmanlı’nın azınlıklarına düşman gözüyle baktığı ibaresi The Cut’ın ne kadar yanlış bir tez üzerine kurulu olduğunun en basit ve açık ifadesidir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda kendisine karşı ayaklanan, bölgedeki halkını öldüren ulusların Anadolu’da yaşayan topluluklarına bile düşman gözüyle bakılmadı. (İşin içine bu noktada Türkiye’de yaşananları, Hırant Dink katliamını katanlar var ki bu çok yanlış bir çıkarımdır. Türkiye ulus devlet temeli üzerine kurulmuş, milliyetçi bir devlettir. Yıllar geçtikçe de milliyetçilik yükselmeye devam etmiştir. Bu sebeple 6-7 Eylül olayları ya da Hırant Dink’e yapılanlar, Osmanlı’da ortaya çıkmaya başlayan milliyetçi refleksle bir tutulamaz. O yüzden Osmanlı azınlıkları ile Türkiye azınlıklarının durumu birbirinden farklıdır.) Yukarıda uzun uzadıya tarihsel verileri anlatmamın sebebi tam da bundan kaynaklanıyor. Yüzyıllardır hoşgörü ile bir arada tuttuğu halkları birer birer bünyesinden ayrılırken, yine de onları bir arada tutabilmek için (emperyalist güçlerin zoruyla da olsa)ıslahatlara girişen bir devletin, onlar ayaklanmadan önce düşmanca bir tavır içerisine girdiğine inanmak çok güçtür. Hele ki, millet-i sadıka olarak tanımladığı Ermenilere karşı… Pek çok azınlığa nazaran devletin kademelerinde görev alan Ermenilere Osmanlı’nın karşı bir tavır geliştirmesi ancak ayaklanmaları ve katliama girişmeleri sebebiyle olmuştur. Ki bu da, sadece o bölgeye özgür bir tavırdır.
Elbette ki, bir filmi sadece dayandığı fikirler yüzünden değil, sinemasal açıdan da değerlendirmek gerekiyor fakat The Cut, bir iki yerde fazla kullanımını saymazsak etkileyici bulduğum müziklerine rağmen ne anlatmaya çalıştığını bilmeyen, bir hikâyenin üzerinde yükselme iddiası taşıyıp aslında başı ile sonu birbirinden her açıdan farklı bir film. Demirci ustası Nazaret’in, yol yapımı için askere alınmasıyla başlayan gelişmeler, ailesinin tehcire maruz bırakılması ve bu esnada tanık olduklarıyla ve çocuklarını arayışıyla devam ediyor. Ancak hikâye ikinci yarıda bambaşka bir noktaya sürükleniyor ve yarattığı duygu değişikliği, ilk yarıyı tamamlayıcı özelliğini kaybetmesine neden oluyor. Hikâye baştan sıkıntılı olduğu için de yönetmeni, senaryosu için yardım aldığı ve daha önce Martin Scorsese ile de çalışmış olan Mardin Mardik bile kurtarmaya yetmiyor…
The Cut’ta asker kaçakları dışındaki bütün Türklerin “kötü” olduklarını söylememe gerek var mı bilmiyorum ama evet, gerçekten Fatih Akın bu klişeyi sonuna kadar kullanmış. Bir ara sadece asker kaçakları ile iyi Türklerin de olduğunun altı çiziliyor ve böylelikle, “bütün Türkler mi kötü?” sorusunun karşıt bir görüş olarak sunulmasının önüne geçilmeye çalışılıyor. En önemlisi de eziyet ve işkence eden, canice öldüren Osmanlı askeri imajıyla da, Ermenilerin başlarına gelenlerin aslında devlet eliyle, devletin bilgisi dâhilinde yapıldığı iddiası desteklenmiş oluyor.
Yol yapımında çalışan Ermeni işçilerin öldürüldüğü sekansta, Türklerin öldürmekle kalmayıp durduk yere insanların bağırsaklarını çıkarmasına ise diyecek söz yok. Toplu katliam, kurşuna dizme, tecavüz vs. neyse de bağırsaklarını çıkarmak hakikatten çok zorlama duruyordu. Muhacir bir kadının tecavüze uğradığı sekansta ise filmin duygusuyla paralel olarak birçok seyirci Türklerin yaptığı izlenimine kapılmış olabilir ama bu çeteler aslında o dönemde Ermenilerin çatıştığı bir diğer millet olan Kürtlere mensup. Böylece Kürtlerden de epey çekmiş olan Ermeniler, bir bakıma onlardan da intikamlarını almış oluyorlar.
The Cut’ın en zayıf olduğu noktalardan bir diğeri de, karakterlerinin içi boş kuklalardan ibaret olmasıydı. Başkarakter Nazaret, eşi, kızları, asker kaçakları ve diğerleri… Hiçbiri derinliği olan, arka planı yaratılan, bizi karakteri anlamaya iten hikâyelere sahip değildi. Zaten tehcir kısmındaki abartılı sahneler, filmi yeterince yapay hale getiriyordu; bir de karakterlerin bu denli sıkıntılı olması filmi anlamaktan çok uzağa itiyor seyirciyi. Ayrıca filmde Ermeni asıllı pek çok oyuncu olmasına rağmen hepsinin İngilizce konuşup, Türklerin Türkçe konuşmaya devam etmesine ise bir şey söylemeyeceğim çünkü Fatih Akın’ın bunun için öne sürdüğü gerekçeyi yetersiz buluyorum. Filmin ikinci yarısında Nazaret’in Amerika’ya gidip orada da, ezilmiş bir diğer millet olan Yahudilerle zoraki bir bağlantı kurmaya çalışması ve “Amerikalılar da kötü!” mesajının verilmesi The Cut’ı değersizleştiren başka bir unsurdu. Tarihi gerçeklerin bu kadar basite indirgenip sunulmasına gerçekten akıl sır ermiyor…
Filmin tek iyi bulduğum kısmı ise Ermenice ağıtın kullanımı ve yer yer western havasına bürünen sekanslarıydı. Ancak ağıt gereğinden fazla kullanıldığı ve dünyanın her yerindeki Ermenileri aynı ağıttan tanıdığımız için ne yazık ki o da etkileyiciliğini kaybetmişti.
Hemen her filmini izlediğim ve ilgiyle takip ettiğim bir yönetmen olan Fatih Akın’ın, kendisini siyasetin kirli sularına atmasına başından itibaren çok şaşırmıştım. Ama itiraf etmeliyim ki bu kadar hayal kırıklığı yaratacağını, en azından meselesini siyaseten kabul etmesem bile sinemasını takdir edeceğimi düşünmüştüm. Ama her açıdan zayıf temeller üzerine oturtulmuş bir filmi, hem bir sinema yazarı hem de bir tarihçi olarak sevmedim, sevemedim. The Cut, pek çok kesim tarafından övülür, belki bir propaganda aracı olarak kullanılır, Fatih Akın da filminin ekmeğini yer ama iyi bir sinemacının filmografisinde kötü bir film olmaktan öteye gidemeyecektir. En önemlisi de sinemasal değeriyle değil, Fatih Akın’ın utancı olarak sinema tarihindeki yerini alacaktır.
[1] Üçüncü Ordu Komutanı Vehib Paşa’dan Başkumandanlık Vekaletine yazı, 13/14 Mart 1334 (1918). Belgeler I, No: 65, McCarthy, Justin, Death and Exile (Ölüm ve Sürgün), İnkılap Yayınları, 7. Baskı, Çev: Bilge Umar, s. 220, İstanbul, 1998.
Tarihi bilgi üzerine bir yazı. Tarihi bilgi ne zamandır nihai doğruluklara ulaştı bilmiyorum. Eminim siz de tarihi bilgiler mutlak değildir diyeceksiniz ama bunu demeniz bu yazıyı kurtarmaz. Tarihi bilgilerin mutlak olduğu yerler bi okullardaki tarih kitapları bi de bu yazılar. Okuma önerisi yerine kaynakçaları keşke düzgün, yerinde belirtseydiniz. Senaryonun sallantılı bir hipoteze dayandığını söyleyip, ‘tarihi bilgi’ ve ‘yargı’lar ile okul tarih kitaplarından biraz daha makyajlı örgü oluşturmuşsunuz. Lisans alanınızın tarih olması ise şoke edici.
Bu yaptığınız tarihi bilgilere dayanan bi kritik değil. Siz zaten belli bir hipoteze göre, yazıya dair yemek malzemesi toplamışsınız.
filmde kaç türk karakter var ki tüm türk karakterler kötü gösterilmiş diye bir fikir beyan edilebiliyor.
üstüne basa basa söylüyorsunuz ama tarihçiliğiniz ve sinema yazarlığınız nereden geliyor merak ediyorum.
üniversitede tarih okumak bizi tarihçi mi yapıyor, bir sinema sitesinde yazı yazmak ile sinema yazarı mı oluyoruz.
yazı boyunca neden hep ermenilerin türklere yaptıkları anlatılmış.
böyle cümleler çok fantastik durmuyor mu: “Yüzyıllardır hoşgörü ile bir arada tuttuğu halkları birer birer bünyesinden ayrılırken, yine de onları bir arada tutabilmek için (emperyalist güçlerin zoruyla da olsa)ıslahatlara girişen bir devletin, onlar ayaklanmadan önce düşmanca bir tavır içerisine girdiğine inanmak çok güçtür.”
herşeyden önemlisi, severek takip ettiğimiz bu sitenin yönetimi de bu görüşlere katılıyor mu. merak ediyoruz.
Erdem Altay, editoryayı ilgilendiren kısma cevap vereyim;
“Severek takip ettiğimiz bu sitenin yönetimi de bu görüşlere katılıyor mu. merak ediyoruz” diye yazmışsın ama açıkça belirteyim; merak edemezsin!
Öteki Sinema şimdiye kadar hiçbir yazarını sansürlemedi, bundan sonra da yapmayacak ama yayın politikamız “bizim kafadan yazanlara yazdıralım” şeklinde değildir.
Roland Barthes “faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir” der ve ne de güzel demiş. Öteki Sinema’nın yazarlarının görüşlerine katılmak gibi zorunluluğu yoktur, editörlerimizden biri de Ermeni’dir üstelik ancak o sizin gösterdiğiniz bu çiğliği göstermiyor. Mecbur olduğumuz tek konu,üzerine emek verilmiş yazıları yayınlamaktır. O yüzden bize don biçmeye kalkan bu türden küstah eleştirileri kabul etmiyoruz.
Merhabalar, öncelikle yazımı okuyup, yorumladığınız için teşekkürler.
Sorularınızı sırasıyla cevaplıyorum:
“Filmde kaç Türk karakter var ki Türk karakterler kötü gösterilmiş denebiliyor” gibi bir sorunun ancak filmi izlemeyen bir insandan gelebileceğine inanıyorum. Şayet izlediyseniz de, böyle bir soru sormak zaten abesle iştigal olacaktır. Çünkü filmin en başından beri sayma yeteneğiniz varsa ve gerçekten filmi doğru düzgün izlediyseniz, Nazaret’in evine gelen iki asker, Nazaret ve diğer Ermeniler’in yol yapımında çalıştırıldığı bölümlerdeki Türk askerler, onların yanına gelen Osmanlı memuru, alıp öldürülmek üzere götürüldükleri sekansta her Ermeni başına bir Türk’ün düşmesi ve hepsini öldürmesi, sonra Nazaret ve kendisini kurtaran Türk’ün- tek iyi olan- asker kaçaklarıyla karşılaşmaları. Buraya kadar yeterince Türk var ve asker kaçakları dışında hepsi gereğinden fazla kötü lanse edilmiş. Ama bu kadar Türk’ün varlığı ve karakterlerinin kötü gösterilmesi size yeterli gelmiyor sanırım. Ayrıca filmi izleme halinizle, yazıyı okuma haliniz de doğru orantılı olacak ki, tüm Türklerin kötü olduğunu yazdığımı söylemişsiniz. Hayır, tüm Türklerin değil; asker kaçakları dışındaki tüm Türklerin kötü gösterildiğini yazdım ki, bu da doğru bir görüştür.
İkinci sorunuza gelince; benim tarihçiliğimi ya da sinema yazarlığımı tartışmaya açmak sizin haddinize düşmez ama ben nezaketen açıklayayım. Dokuz Eylül Üniversitesi Tarih Bölümü mezunuyum. Dediğiniz gibi “tarih bölümü mezunu olmak tarihçi olmaya yeter mi?” diyerek, aynı üniversitede Türkiye Cumhuriyeti Tarihi üzerine yüksek lisans yaptım. Uzmanlığım Avrupa Tarihi ve bilhassa Fransız Devrimi üzerinedir. Yüksek lisans tezimin konusu da, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet Dönemi ve Türk Modernleşmesine Yansımaları’nı kapsıyor. Yakın zamanda doktoraya başlayacağımı söylememe gerek var mı tarihçi olarak kabul edilmek için bilmiyorum ki zaten hocalarımın tezimi geçerli kabul etmesi tarihçi olmam için akademik anlamda yeterlidir. Ama illa ki inanmam derseniz, doktora tezimi de ileride sizinle paylaşırım. Buradan da anlayacağınız gibi modernleşme tarihi (alıntı yaptığınız cümleme istinaden) üzerine atıp tuttuğumu söylemek epeyce zorlama bir iddia haline dönüşüyor. Sinema yazarlığım da, 2012 yılından beri Öteki Sinema, Film Arası Dergisi ve Cinedergi gibi mecralarda sürdürdüğüm bir iş. Bir yazıyla sinema yazarı olunmadığı gibi, geçmişte yazdığım şeylere bakmadan tek bir yazıyla sinema yazarlığımı sorgulayamazsınız. Çok istiyorsanız da, Öteki Sinema’yı okumaya devam edebilir; benim yazılarımı es geçersiniz. Size kalmış.
Yazı boyunca hep Ermenilerin Türklere yaptıklarını anlattığımı ileri sürmüşsünüz:
“Ermenilerin kendilerini öldürecekleri yönündeki korkularının gerçek olduğuna inanmaya başladılar. Bu çerçevede Adana’da, Van’da pek çok çatışma yaşandı. Ermeni bir piskoposun etkisiyle saldıran Ermenilere, Müslümanlar da karşılık verdi ve binlerce insan yaşamını yitirdi. En büyük intikam saldırılarının onlardan geleceğine inanan Ermeniler, Kürt aşiretlerine de baskınlar düzenledi ve sonucunda Osmanlı askerinin, Ermenilerin, Türklerin ve diğer Müslümanların da içinde olduğu çok ciddi olaylar yaşandı; Balkanlarda yaşananlar sebebiyle her iki taraf da diğerinin üstün gelmesinden korkarak birbirini öldürmeye başladı.”
“Ama hem Ermenileri koruyacak bir gücü olmadığı (savaşta olduğu için düzenli ordu gönderme şansı yok) hem de dönemin şartlarında kâğıt üzerinde mükemmel olan çoğu şey gibi doğru uygulanamadığı için vatandaşlarının 3’te birini yolda kaybetmiştir. Kısacası Osmanlı Hükümeti Ermeni göçmenlerini koruyamamıştır.”
Yazıyı yukarıda da iddia ettiğim gibi atlaya atlaya okuduğunuzu düşündüğüm için bu paragrafları sizinle paylaşıyorum. Geri kalan kısımlarda ise Osmanlı’daki diğer azınlıkların ayaklanmaları, milliyetçilik etkisi vb. bilgiler verilmiştir. Ve en önemlisi de her ulusun kendi devletini kurması normal karşılanmış, yalnızca şiddet eleştirilmiştir. Bu sebeple yazı sadece Ermenilere ayrılmadığı gibi, sadece Ermenilerin yaptıklarını anlattığım tezi de içi boş bir iddiadır.
Bir de Osmanlı’nın ayaklanmayan uluslarına düşmanca bir tavır içerisinde olmadığını açıklayan cümleme fantastik demişsiniz:) Modernleşme tarihimizden bihaber olduğunuz için Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde gayrimüslim uluslarını bir arada tutabilmek amacıyla Osmanlıcılık gibi asla işe yaramayacak bir üst kimliğe sığınacak kadar çaresiz olduğunu da bilmiyorsunuz tabii. Bu en basit akla ilk gelen örnektir. Bu konuda size Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu eserini tavsiye edebilirim. Dili hafiftir, anlayabilirsiniz. Aslında Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma isimli çalışmasını önermek isterdim ama o biraz ağır gelebilir.
Son olarak, benim yazılarımın ve düşüncelerimin Öteki Sinema’nın editörleriyle alakası yoktur. Herkesin görüşü kendinedir. Burası basında alışık olduğunuz üzere baştakilerin dayatmasıyla sipariş yazıların yazıldığı ya da söz konusu mecranın görüşüne uygun olanların yayınlandığı bir site değildir. Özgürlük tam da sizin yapabildiğiniz gibi benim yazımı eleştirme hakkını elde edebilmeniz ama aynı zamanda benim de görüşlerimi dilediğim gibi yazabilme alanına sahip olmamdır. Herkesin görüşü, yazdığı, inandığı, hayal ettiği, karakteri farklıdır. Farklılıklar güzeldir. Çoğulculuk demokrasinin gereğidir.
Özgürlüğü hazmedebilmeniz dileğiyle…
Sevgiler…
Sayın Erdem Altay; bir insanın sinema yazarlığı tam olarak “nereden gelmelidir?”
Sadece meraktan soruyorum…
Öteki Sinema editoryası olarak; yanlış anlatılmış, yanlış anlaşılmış yorumlarla uğraşmakta ve kimseleri üzmeden bir orta yol bulmak telaşındayız. Fakat bu telaş ve açıklama gayreti giderek sıkıcı olmaya ve paylaşmak istediğimiz asıl konudan uzaklaşmamıza yol açtı. Farkettik ki biz kimseyi üzmeden derdimizi anlatmanın peşine düştükçe anlayış artacağına azalıyor. Bu sebeple yorumlarla ilgili bazı önlemler almak zorunda hissettik. Özellikle dikkat etmemize rağmen bu önlemleri despotça ve fikir özgürlüğüne aykırı bulan kişiler kendi sitelerini açıp dilediklerini yazmakta ve içlerinden geliyorsa bize de saydırmakta serbesttirler.
Yorumlarınızda yazıya değil de yazana yapılan eleştiriler varsa bu yorumun çöpe gideceğinden emin olabilirsiniz. Bu konuda epeydir anlayış göstermekle birlikte iş üzüm yemektense bağcıyı dövmeye gitmekte…
Öteki Sinema, editör ve yazarlarının eğilimleriyle yön bulan, doğaçlama yapılan bir platformdur. Zaman içinde de bazı anlayış değişiklerine gitmesi maddenin doğası gereğidir. Öteki Sinema’ya “eskiden şöyle güzeldi, böyle güzeldi” diyerek tarif tutturmaya çalışmayın. Hiç kimsenin tek kuruş para kazanmadığı halde para harcanarak yapılan bu faydadan yararlanmak en güzeli… Bu türden fikirler içeren yorumlarınızın yayınlanmadığını gördüğünüzde de bizi “Sansürcü” ilan etmek yerine hala hiçbir yerde bulamayacağınız kadar “B” olan yazılarımızı okumaya devam edin. Burada herkes için iyi bir şeyler var.
Öteki Sinema, demokratik bir oluşum değildir. Okur olarak siteyi ilgiyle takip edebilir dilediğinizde de vazgeçebilirsiniz ama yazdıklarımızı okudunuz diye kendinizi sitenin sahibi gibi hissetmeyin. Bu sizin para ödeyerek aldığınız bir dergi-gazete ya da başka bir şey değil. Sitede reklam yok, yani sunucu parasını, alan adı parasını biz ödüyoruz ve bu siteyi önce kendimiz için yapıyoruz. O yüzden bize burada ya da sosyal medya hesaplarımızda haddimizi bildirmeye falan çalışırken iki kere düşünün.
Bir Utanç Vesikası Olarak Basak Bicak in the cut hakkindaki yorumlari: Oncelikle Öteki Sinema editoryasina bir soru sormak istiyorum bir alman sinema dergisinde yahudu soykirimi ile ilgili bir filmle ilgili olarak yapilan elestiriler, filmin sinema sanati yonunden elestirilerinden uzaklasilip aslinda yahudi soykirimi omamistir film bu nedenle utanc vesikasidir diye tarih dersi halini aldiginda yaziyi yazan kisi elestiriye acik hale gelmez mi? Hepsi bir yana bir alman sinema dergisinde yahudi soykirimi olmamistir aslinda yahudiler almanlari oldurmustur gibi sinemayla alakasiz propagandist ve provakatif bir yazi editoryel onaydan gecebilir mi? Derginin parasi cebimizden cikmaktadir gercekligini gozumuze sokmak size yonelik elestirilerde elestiri sahiplerini susturmak veya yumusatmak icin bir gerekce olabilir mi?
Son sol olarak da Basak Hanima sunu soylemek isterim Leni Riefenstahl in iyi bir yonetmen olmasi veya SS lerin muzik, dans, sinema ve sarap gibi incelikli, nitelikli zevkleri olmasi onlarin tarihe insanlik dusmani bireyler olarak gecmesine engel olmamistir ki bence nitelikli insanlik dusmanligi bilgisizlikten gelmemektedir bu nedenle cok daha tehlikelidir. Fatih Akin in kendisi de the cut filminin sinema gecmisinin en parlak filmi olmadigini soyluyor zaten. Bu film icin sinema elestirmeni olarak Fatih Akin sinemasi icin vasat bir uretim diyebiliriz ama utanc vesikadir demek, dergi editorunun cope gitme kriteri olarak vurgulamis oldugu yaziyi degilde kisiyi elestirmek durumunun bir benzeri degil midir: filmi degil de kisiyi elestirmek?
Fikir beyan etmekle, terbiyesizce saldırmanın arasındaki farkı bilmekten aciz insanların karşısındakinin yeterliliği sorgulama küstahlığına girişmesini kabul edemiyorum. Editörler de böyle mi düşünüyormuş? Soruya bak! Aklı sıra aynı fikirde olmadığı yazarı zor duruma düşürmek için editörlere yem atıyor. Acınası :)
Deniz, yazıyı dikkatle okumamışsın. Bu yazıdan “Ermenilerin çektiği acılar yaşanmamıştır” sonucunu çıkaramazsın. Yazar, olayın sebep ve sonuç ilişkisini incelemiş, hoşuna gitmeyen yönlerini çürüteceğine editörlere laf ediyorsun. Biz buna yumuşak baskı diyoruz ama Öteki Sinema öyle bir yer değil. Bizi Radikal’le – Taraf’la karıştırıyorsunuz ama sitenin herhangi bir siyasi çizgisi yok. En iyi namaz kılınan filmler listesi yapsın yazarlar, onu da koyarız. Tıpkı A Serbian Film kritiğini yayınlayıp TİBB tarafından sansürlendiğimiz gibi…
Editoryanın Osmanlı’da yaşayan Ermeni halkının başına gelenlerle ilgili bir tutumu-görüşü yok, eğer bir yazarımız The Cut için tam tersi istikamette bir yazı gönderirse onu da yine buradan okursunuz. Biz yazarlarımıza (ortak dosyalar) dışında yazı sipariş etmiyoruz ve hepimizin siyasi görüşü farklı…
Eğer Başak Bıçak’ın yazısına karşı çıkmak isterseniz siz de karşıt argümanlar geliştirebilirsiniz ama böyle yastığı yüzümüze kapatarak bizi boğmaktan vazgeçin.
Merhaba Deniz Cankaya,
Yazımı tamamen yanlış anlayıp, yorumlayan güruha katıldığınız için öncelikle kutluyorum. Çünkü gerçekten yazdığım şeyleri ya doğru okumuyorsunuz ya da anlamak işinize gelmiyor. İlk olarak “filmin sinema sanatı yönünden uzaklaşıp aslında Yahudi soykırımı olmamıştır film bu nedenle utanç vesikasıdır” cümlenize cevap vereyim. Emin olun bunu sadece siz değil pek çok kişi böyle anladı ama konu Ermeni Meselesi olduğu ve insanlar üzerine hiçbir şey okumadan, oradan buradan duyduklarını gerçek sandıkları için yazıya ön yargıyla yaklaştılar ve aksi bir iddia ya da belge sunmadan bu yazı kötü demeyi eleştirmek sandılar. Ama birçok okur gibi sizin de kaçırdığınız nokta şu; ben yazımda Ermeni soykırımı olmamıştır demiyorum; soykırım olmamıştır diyorum. Bu ikisi arasında çok ciddi anlam ayrımı var. Dikkat edin; soykırım olmamıştır demem, yüz binlerce Ermeninin çeşitli sebeplerle öldüğü/öldürüldüğü gerçeğini değiştirmiyor. Ermeniler ölmüştür ama bu soykırım değildir çünkü tıpkı verdiğiniz örnekteki gibi, Almanya’nın her bölgesinde ve Nazilerin işgal ettiği yerlerdeki tüm Yahudilerin öldürülmesiyle; doğudaki Ermenilerin ölmesi bir tutulamaz. Bu tarihi bir yanlıştır. Doğuda çok büyük karışıklıklar yaşanmış; Van, Adana, Erzurum, Erzincan ve diğer şehirlerde katliamlar olmuş (ki burada Türk-Ermeni çoğu zaman galeyana gelerek öldürmüşlerdir birbirlerini), tehcir esnasında da yarısına yakını hayatını kaybetmiştir. Ama bu demek değildir ki, tüm Ermeniler katledildi! Soykırım dediğimiz şey, bir ulusa bir topluluğa uygulanan ama nerede olduklarına yaşadıklarına bakılmaksızın sadece Ermeni oldukları için yapılan bir katliamdır. Osmanlı’da devlet otoritesinin en çok hissedildiği, merkeze yakın yerlerdeki Ermenilere dokunulmamış, sürgün edilmemişlerdir. En önemlisi de yüz binlerce Ermeninin hayatta kalması ve Suriye’ye varabilmiş olmasıdır. Eğer bir soykırım olsa, tehcirden bir tane Ermeni çıkabileceğine inanabiliyor musunuz? Bu sebeple benim soykırım yoktur demem, Ermeniler ölmedi demek değildir. Ki bunu yazımda da belirttim, dikkatli okusaydınız anlardınız. Bu yüzden iddianız, yazımdan çıkardığınız anlam tamamen yanlıştır. Benim kızgınlığım bir filmin, tarihi kendi emellerine ve çıkarlarına alet edip, sadece Ermenilerin öldürülmesini görmesidir! Bakın yine diyorum sadece Ermenilerin öldürülmesini görmek! Orada en az Ermeniler kadar Müslümanlar, Türkler de katledilmiştir ki emin olun onların katledilmesi daha kolay olmuştur çünkü yıllardır süren savaşlar ve başlayan I. Dünya Savaşı nedeniyle eli silah tutan tüm erkekler cephededir. Ermeniler diğer gayrimüslim azınlıklar gibi askere alınmadığı için erkeklerinin çoğu başlarındadır. Ama Müslümanlardan geriye kalan yaşlılar, kadınlar, çocuklar olduğu için katledilmeleri kolay olmuştur. Doğuda her iki millet de birbirini öldürmüştür. Her iki milletin de kaybı çoktur. Evet, Ermenilerin daha çoktur çünkü azınlıkta oldukları bir bölgede, bölgenin halkını öldürmeye girişip çoğunluk olmaya ve devlet kurmaya çalışmışlardır. Stratejik hatalarının sonucunda da çok ciddi kayıplar verip bir de sürgün edilmişlerdir. Bu yüzden her iki millet de hatalı ve sorumludur. Ama siz kalkıp bir filmde sadece Ermenilerin öldürüldüğünü anlatıp, Türkleri soykırımcı barbarlar olarak gösterirseniz ben de bunu eleştirme hakkına sahip olurum.
İkinci sorunuza cevaben de; “filmi değil de kişiyi eleştirmek” diyorsunuz. Ben Fatih Akın’a utanç vesikası demiyor ya da karakterine yönelik herhangi bir ithamda bulunmuyorum. The Cut’a utanç vesikası diyorum. Yani kişiyi değil filmi eleştiriyorum. Çünkü sizin de dediğiniz gibi tek başına sinemasal açıdan bile çok kötü bir film. Bunu Fatih Akın da dile getiriyor. Onun sinematografisinde utanç kaynağıdır The Cut. Üzerine de böyle yanlı bir tutum sergilediği için filmini daha da bayağı hale getirmiştir. Bu sebeple, başka yönetmen kötü bir film çektiğinde yerin dibine sokuyoruz o yönetmeni, kimi yazarların yorumları bir daha film çekmesin demeye varıyor ama konu Ermeni Meselesini çeken bir yönetmen olunca yönetmeni değil sadece filmini eleştirme hakkına sahip olabiliyoruz? Taraf tutmak asıl sizin yaptığınız değil mi aslında? Kısacası, her iki eleştiriniz de içi boş tezlere dayanıyor.
Ayrıca yazımın başındaki “bu bir sinema yazısı değildir, daha çok tarih yazısıdır” ibaresini de yine kaçırmış olacaksınız ki sinemadan uzaklaştığımı söylüyorsunuz. Beni bilen bilir, genelde tarihi arka planlı yazılar yazarım. Ama bu kez tarih kısmını daha uzun tuttum ve bu da benim inisiyatifime kalmış bir şey. Sinema disiplinler arasından en fazla fayda sağlayan alanlardan biridir. Bir sinema yazısı illa sadece sinema olmak zorunda değil, uzun uzadıya bir kitabın filmle olan ilişkisi ve edebiyattan da bahsedilebilir. Sinema yazılarının ne zamandan beri formatı vardır ki biz o formata göre yazmak zorunda bırakılıyoruz, yazmadığımız zaman da eleştiriliyoruz? İsteyen istediği gibi yazar, okumak isteyen de okur, sevmeyen okumaz. Sırf siyaseten size uygun olmadığı için bir yazıyı ve yazarı eleştirmek, bir de bunu yazıyı doğru okumadan yapmak gerçekten çok komik. Şu ana kadar bana yöneltilen eleştirilerin hepsi yazıyı anlamadan gelen eleştirilerdi ve yazımda tam da sizlerin savunduğu şeyi yazıyordum aslında. Ama konu Ermeni Sorunu, haklısınız. Ön yargılarımız gözümü kör ediyor.
Bundan sonra yazıyı doğru düzgün okumayıp, anlamadan eleştirenlere değil, geçerli argümanlarlarla gelenlere cevap vereceğim. Aynı şeyleri tekrar tekrar yazmanın lüzumu yok. Dikkatlice okuyup, sadece “anlamak” isteyenlere teşekkürler…
lise bittiğinden beri resmi ideolojinin tarih anlatısından -tamamen kendi gönül rızamla- epeyce uzaklaşmıştım. aslında yazıyı açıp okurken maruziyetimin bu yönde olacağını tahmin edememiştim ve şaşırdım (muhakkak ki çok sevdiğim öteki sinemada karşılaşmaktı yazınıza dair şaşkınlığımın esas sebebi, ama bu kısmı tamamen kişisel farkındayım) her ne kadar filme dair eleştirilerinizle hemhal olamasam da, okullarda anlatılan tarihe dair bilgilerimi tekrar hatırlama fırsatı veren yazınız için teşekkür ederim.
Tarihi gerçeklere dayalı bir cevap vermek isterdim fakat aşağıda yazarın yorumlara verdiği cevaplarda
“Almanya’nın her bölgesinde ve Nazilerin işgal ettiği yerlerdeki tüm Yahudilerin öldürülmesiyle; doğudaki Ermenilerin ölmesi bir tutulamaz.”
“Eğer bir soykırım olsa, tehcirden bir tane Ermeni çıkabileceğine inanabiliyor musunuz?” gibi cümleleri görünce bütün bunlardan vazgeçip vikipedia’dan soykırımın tanımını paylaşmaya karar verdim
“Tam tanımı soykırım konusunda çalışan akademisyenler arasında değişim gösterse de, 1948’de Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (SSECS) hukuksal bir tanımı bulunmaktadır. Sözleşmenin 2. maddesi soykırımı “ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; [ve] çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.” şeklinde tanımlar.”
Ermeni sorunu yüzyıllardır süregelen bir konu. Böylesi çirkin bir filmin çekilmesi tarih bilgisi olmayanları yanlış bilgilendirmekten öteye gitmiyor ne yazık ki. Neyse ki sizin gibi insanlar var Başak hanım yanlış bilgilere bir açıklık getirmişsiniz. Tebrik ederim muhteşem bir yazı olmuş.
Osmanlı’ya bu kadar düşman olup onun yıkılmasını Bayram’lar ile kutlayan bir ideoloji neden Osmanlı tarafından yapılan soykırımı her daim aklama çabası içindedir ?
-ben hep Ulusalcıların ve ırkçıların bu teleşına gülerim.
sanırım cevabı soykırım yapan kadroların daha sonra aynı kadrolar ile cumhuriyet devrimine dahil olmalarıdır.
yani ittihat ve terakki.
iktidarda kaldığı süre boyunca kendi ırkından olduğu halde binlerce kızılbaş ve Alevi’yi sadece kendi politikalarına boyun eğmedi için katleden Osmanlı nedense Ermeni soykırımına gelince pek bi “medeniyet timsali” kesiliyor karşımıza.
egemen Sünni/Türkçü tarih ideolojisinin ürünüdür bu.
Osmanlı her daim katliamlar sayesinde ayakta durdu.türkmen katliamları bunun en büyük dayanağı idi.
bir katliama soykırım demek için uluslar arası terimlere değil kişinin vicdanına bakmalı.
daha 23 yıl önce bu ülkede kendi gibi düşünmeyen inanmayan giyinmeyen insanlar Anadolu’nun ortasında bir otel binasında “yakın Ermeni tohumlarını” nidaları ile katledildi.
sevinçten haykıranların sesleri video kayıtlarında mevcut.
biraz hatta çok az mantıkla bunu 1993 yılında, medeni hukukun verdiği korku karşısında yapan güruhun 1900 lü yıllarda neler yapacağını bir düşünün.
öyle ya da böyle bir soykırım olmuştur.
ve bu toprak denilen üzerinde insan/canlı yaşamadığı Zaman hiç bir anlamı olmayan madde bahanesi ile yapılmıştır.
yani vatan.
halbuki egemenlerin sömürdüğü bu vatan,halk için katledilmekten tecavüzden başka hiç birşey değil.
resmi tarihten başka hiç bir veri ile eğitilmemiş bir nesil olarak mantık ve vicdanı biraz daha öne çıkarmak gerek.
Evet, editöryal olarak müdahale etmeniz etik değildir. Yazar film eleştirisini tarih biliminden faydalanarak da yapabilir. Fakat kendisinin belirttiği gibi (”Baştan uyarmalıyım ki bu yazı, bir sinema eleştirisinden daha çok tarihi bilgilere dayalı bir yazıdır.”) sinema eleştirisinden çok tarihsel ‘tezlere’ dayanacak ve soykırım sırasında yaşanan karşılıklı vahşetlere Türk’ler gözünden bakacaksa problemlidir Murat Tolga Şen Bey. Türkler iyidir deyip Yazarın sırtını sıvazlamak gerek biraz. Çünkü meseleye sadece ‘Bakın hiç iyi Türk yok’ diyerek girişebilmiş. Sevgiler.