Elimde sinema yazarı Ali Murat Güven tarafından hediye edilmiş 4 muhteşem Vincent Price filmi var, hem de en sevdiğim koleksiyon formatı olan VHS’de…
Ters Ninja sitesinden kıymetli dostum Ege Görgün ile Ali Murat ağabeyi evinde ziyaret ettiğimizde bir gündü. Muhteşem bir sinema sohbeti ve 16mm’de seyredilen 60’lardan kalma bir Cevdet Sunay ABD gezisi izlencesinden sonra bizlere koleksiyon değeri yüksek bu filmleri hediye verdi ve bir gün öyküsünü anlatacağını söyledi. “Bu filmlerin kıymetini bilecek insanlarda olması çok önemli“ demişti ve meğer o lafın arkasında kocaman bir hikaye varmış… Şimdi o filmler her zamankinden daha da kıymetli bir emanet benim için… Vakti gelince bir başka sinema aşığına devredilecek çok değerli hediyeler hepsi…
Nedir işin aslı diye merak ediyorsanız eğer, gerisini Ali Murat Güven’in kendi kaleminden okuyalım.
New York’un iş dünyasından pek çok önemli simâyla birlikte bir dizi popüler sinema sanatçısının da kentteki en gözde hukuk danışmanı konumunda olan Yahudi asıllı Amerikalı avukat David, aile doktorunun uzattığı patoloji laboratuarı raporunu okuyana kadar hayatın kendisi için daha uzunca bir süre akıp gidecek, türlü türlü sürprizlerle dolu bir serüven olacağını düşünmekteydi. Ancak, rüya, 65 yaşlarındaki bu adam için Manhattan’daki klinikte o dakika itibarıyla sona erdi.
David “akciğer kanseri” olmuştu. Üstelik, ömrü boyunca hiç sigara kullanmaması ve olabildiğince düzenli bir hayat sürmesine rağmen…
Son derece rasyonel bir adam olarak, raporun çağrıştırdığı akıbeti örtbas etmek amacıyla doktorunun sıralamaya başladığı ümit dolu cümleleri pek fazla ciddiye almadı. Çünkü, bir hukukçu olmakla birlikte, “akciğer kanseri”nin ne anlama geldiğini de gayet iyi biliyordu. Şimdiye kadar düzinelerce müvekkilini bu hastalık yüzünden ebedî âleme yolcu etmişti. Aldığı haberin kendisinde yol açtığı duygusal tahribatı hiç dışa vurmayan bir yüz ifadesiyle yerinden kalkıp, doktoruna “Kısa süre sonra yeniden görüşürüz, şimdi artık son kez organize etmem gereken sınırlı bir hayatım var” dedi ve klinikten ayrıldı.
İlerleyen birkaç hafta boyunca, gitgide daralan süreyi olabildiğince ekonomik kullanmaya çalışarak, girift ilişkiler içeren meslek hayatının kendisinden sonraki dönemini özenle planladı ve -vasiyetnamesini yazmak da dahil olmak üzere- atması gereken bütün kritik adımları sırasıyla attı.
Kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde, görünüşe göre pek çok meseleyi hâl yoluna koymuştu. En azından, eşi ve çocuklarının o öldükten sonra çözümü zor bir kargaşayla baş başa kalmalarını engellemiş olmanın huzuru içindeydi. Yalnızca, bir tek sorunu çözememişti David, o da yıllar yılı sabırla biriktirdiği muazzam film koleksiyonunun ne olacağı…
Hollywood yıldızlarının avukatlığını yapan biri olarak, sinemayla doğal bir gönül ilişkisi vardı ve her ay hiç almasa 5-10 tane film satın alıp arşivine eklerdi. Daha henüz DVD formatının yaygın olmadığı bir dönemde başlayan bu koleksiyon tutkusu yıllar yılı VHS kasetlerle sürmüş, 2000’lerin ortalarından itibaren de VHS’yi bırakıp DVD biriktirmeye geçmişti. Büyükçe bir bölümü -zamansızlıktan dolayı pek çoğunun paketi bile henüz açılmamış durumdaki- VHS kasetler, sayıca daha az bir bölümü ise DVD’lerden oluşan bu büyük koleksiyon kendisinden sonra kimlerin eline kalacaktı?
Ofisindeki çalışma hayatını noktalamak üzere olduğu günlerden birinde, iş çıkışı Manhattan’ın 87 Lexington Avenue kavşağında meyve satmakta olan Türk manav Bayram Öz’ün yanına uğradı. Bayram’ı 2001 yılından beri tanıyor ve her sabah işe giderken ondan bir adet muz, bir adet de yeşil elma alıyordu. Uzun yıllar Millî Gazete’nin İstanbul’daki yönetim merkezinde dağıtım müdürlüğü yaptıktan sonra, 2000’lerin başında “Greencard” hakkı kazanarak ailesiyle birlikte ABD’ye göç eden bu iyi kalpli, güler yüzlü Türk göçmenle aralarında ta o tarihten itibaren çok sıcak bir dostluk ilişkisi oluşmuştu.
Her zamanki gibi tokalaşıp selamlaştılar ve tarzanca bir İngilizce üzerinden muhabbete başladılar. David, tezgâhtaki elmaları eliyle yoklarken, “Bak sevgili Bayram“ diyerek söze girdi, “Ben ölüyorum dostum, akciğer kanseri olmuşum. Muhtemelen bir kaç ay sonra da senin şu renkli tezgâhına artık hiç uğrayamayacağım.“
Aldığı bu beklenmedik haber nedeniyle Bayram’ın yüzü allak bullak olmuştu. “Yok mudur tıbbın yapabileceği hiç birşey David?“ diyerek bir alternatif aradı. David geleneksel Yahudi soğukkanlılığıyla, “Var elbette, çırpınma süresi biraz daha uzatılmış acılı bir ölüm… Ağrılı kemoterapi seansları, kullanırken azap veren ilaçlar, vesaire vesaire… Fakat, sen de bilirsin ki sonuç değişmeyecek!“
Bayram, bu sözler üzerine suskunlaşmıştı. David, kesekâğıdına her zamanki gibi bir adet muz ve bir adet de yeşil elma koyarken ortamdaki sessizliği bozdu:
“Şimdi senden son kez bir yardım istiyorum. Belki sana anlamsız gelecek, fakat benim için çok önemli bir konu bu…”
“Söyle dostum” dedi Bayram, “Bir manav olarak, elimden her ne geliyorsa yardıma hazırım!”
David de bu rahatlatıcı cevap üzerine meramını anlatmaya başladı:
“Benim, yıllar boyunca her kasetini tek tek satın alıp biriktirdiğim zengin bir film koleksiyonum var. Aynı zamanda, bir miktar da sinema konulu kitabım… Çok iyi biliyorum ki benim hanım ben öldüğümde bir eskici çağırıp, bütün bunları ona tepeleme verecek. Oysa, o koleksiyondaki her filmde apayrı bir hatıram, onları izlerken yaşadığım sayısız mutluluk ve heyecanlar var. Aldığım filmlerin bir kısmını yoğun iş temposundan dolayı henüz izleyemedim bile… Bana öyle birini bul ki sinemayı tutkuyla sevsin, koleksiyonumu benden teslim aldığında bunun kıymetini bilip hem kendisi keyifle izlesin, hem de o filmleri başkalarıyla seve seve paylaşsın. Bizim ailede sinemayı ciddiye alan hiç kimse yok ve onca filmin benden sonra çöpe gitmesini istemiyorum!”
Kısa bir süre düşünen Bayram, “Ben, tam da tarif ettiğin tarzda birini iyi tanıyorum, kendisi benim çok eski bir dostumdur ve tam bir sinema âşığıdır” diye cevap verdi, “Fakat küçük bir sorunumuz var. Sözünü ettiğim kişi, buradan 10 bin kilometre uzakta, Türkiye’de yaşıyor. Kendisi İstanbul’da yayımlanan ulusal bir gazetede sinema yazarlığı yapmakta… Çevresinde de yetiştirmeye çalıştığı bir sürü genç insan var. Eğer sen koleksiyonu bana teslim edersen, sana namus ve şeref sözü veriyorum, filmlerin de benim tarafımdan en doğru kişiye ulaştırılacaktır. Yeter ki ben onları sağ salim teslim alayım!”
Anlaşmışlardı.
Bayram, kısa süre sonra station bir otomobille David’in malikânesine gitti ve evdeki kutularca film, ilerleyen hastalığının etkisiyle artık iyice çökmüş olan avukatın nezaretinde, hizmetçiler tarafından aracın bagajına yüklendi. Bu devir-teslimden dolayı oldukça mutlu görünen yaşlı adam da kısa bir süre sonra hayata gözlerini yumdu. Toprağa verileceği gün, gözü yaşlı eşi cenaze aracını 87 Lexington Avenue’de, Bayram’ın meyve tezgâhının tam önünde durdurup araçtan inecek ve “Bilirsin, eşim seni çok severdi, evde de hep senden söz ederdi sevgili oğlum, o yüzden kendisiyle son bir kez vedâlaşmanı istedim” diyecekti.
Emekli Türk gazeteci, Amerikalı yeni manav Bayram Öz, ailesinin diğer üyeleriyle birlikte Amerikan vatandaşlığını da kazanmasının ardından, 2010 yılının Ağustos ayında “Bu kadar Amerikan rüyası görmek yeterli, ben vatanımı özledim” diyerek İstanbul’a kesin dönüş yaptı. New Jersey’de oturduğu evin bütün eşyalarını büyük bir konteynıra yükletip gemiyle Türkiye’ye göndermişti Öz ve aylardır özenle koruyup kolladığı o yüzlerce film kaseti de aynı konteynerin içindeydi. Türk gümrükçülerinin işleri sürekli yokuşa süren hoyrat tavırlarıyla sabırla boğuşup, en sonunda eşyalarını, bu arada da onca kaseti gümrükten çekmeyi başardı.
Geçen hafta da benim evimde misafirdi sevgili dostum, ağabeyim ve meslektaşım Öz… İçi ağzına kadar film kaseti dolu bir otomobille gelmişti ziyaretime. Bana teslim edilmesi ta geçen yaz Lexington Avenue’deki o ayaküstü konuşmada karara bağlanmış olan bu “mukaddes emanet”ten ta aylar öncesinden haberim vardı ve David’in koleksiyonunu heyecanla bekliyordum. Kaset dolu kutuları tek tek sırtlanıp dördüncü kata çıkardık, sonra da filmlerden oluşan kuleleler kurdum evin tam ortasında… İstisnasız her VHS kaset ve DVD sinema tarihinin klasikleşmiş bir başyapıtının adını taşımaktaydı. Bugün bir benzerini derlemeye kalkışsanız, en az 15-20 bin lira harcamanız gereken akıllara zarar bir koleksiyon ve bunların pek çoğunun paketi henüz açılmamıştı bile! Üstelik, Türkiye’nin sınırlı DVD piyasasında bulunma şansı olmayan son derece nadide filmler de vardı içlerinde…
Aralarında aktör Michael Douglas’ın da yer aldığı pek çok oyuncunun hukuk danışmanlığını yapan, sinemaya eşsiz bir sevgi ve tutkuyla bağlı Yahudi avukat David’in benzersiz film koleksiyonu, kendisinin dostum Bayram Öz’e ilettiği vasiyet gereği artık bende… Bu koleksiyondan her gün ağzım kulaklarıma vararak bir-iki film izliyorum ki hepsini izlemem sanırım birkaç yılımı alacaktır.
Toprağın bol olsun David… Emin ol, kasetlerin tahmininden de güzel bir biçimde kullanılacak ve çevremde bulunan pek çok genç onlar sayesinde sinema tarihinde unutulmaz gezintiler yapacak.
Hayat, böylesine garip bir oyun işte…
Alıntı yazının kaynağı: http://yenisafak.com.tr/