“İskoçya, dünyayı viski, penisilin, televizyon, buhar makinesi, golf ve kızarmış Mars çikolatasıyla tanıştırdı! İskoç olmak harika bir şey! O kadar başarılıyız ki…” Bruce Robertson.

blankFilth ardından gelen şahsi tatminimin arasında kaybolmaması adına peşin peşin belirtmek isterim ki; aşağıda sinekritiğini okuyacağınız film, daha önce Öteki Sinema tayfasının önemli sinefillerinden biri olan Can Yalçınkaya tarafından enine boyuna irdelenmiştir. Dolayısıyla artçı şok kıvamında değerlendirilebilecek bu yazıda daha draje bilgiler bulacağınızı, bu sebeple yazara küfür etmemenizi ve yazıyı okuduktan sonra da mutlaka ama mutlaka https://www.otekisinema.com/filth-2013/ linkindeki yazıyı hatmetmenizi her iki taraf açısından da hayırlı bulduğumu belirtmek isterim. Buradan yola çıkarak, şu an okumakta olduğunuz metine ‘Bir nevi kardeş kritik olarak: Filth’ yakıştırması yapmak da ziyadesiyle siz okuyucuların takdirine kalmıştır!

Son yıllarda karşıma çıkan en keyifli, en edepsiz, en ikiyüzlü, en içten pazarlıklı, en gözüpek ve en kirli karakterlerden biri Bruce Robertson! Kendi tabiriyle ezelinden beri var olan ‘oyunu’ kurallarıyla oynarken, zarlara kendi adını kazıyan bir düzenbazlık abidesi o! Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes karakterinin içine şeytan kaçtığını düşünürseniz, kabaca Bruce denen, irin deposu kıvamında bir kişiliğe sahip bu adamın kimyasını tutturabilirsiniz aslında!

Peki, kimdir bu Bruce? Hemen hemen bulaşmadığı hiçbir bela kalmamış bir kaybedendir. Küçük bir kızla işi pişirmeye çalışan bir adamı sübyancılıkla suçlarken; aynı kızdan, etrafına çaktırmadan oral muamele talep etmekten çekinmeyen; iflah olmaz sapkın bir ruha sahiptir. İş arkadaşının karısıyla yatmak onun için gündelik rutininin bir parçası haline gelmiştir. Cinsel başarısızlıklarının intikamını etrafa saldırarak almaya çalışan kokuşuk bir alkoliktir. İzlediği porno filminin en kaygan anında, zenci bir erkek gördüğü için tüm konsantrasyonu bozulan talihsiz ölümlülerden biridir. Bruce’un meziyetleri hakkında çok daha fazlasını sayıp dökebilme konusunda hiçbir sıkıntı çekmeyecek olsak da kendisini; seksist, narsist, kokainman, hırsız, ırkçı ve homofobik olarak da özetleyebilmemiz mümkündür!

Filth orta

Bunca özelliği tek bir bedende buluşturabilen bir karakter kimin eseri olabilir peki? Evet! Doğru cevap Irvine Welsh tabi ki! Aşırılıklar konusunda en yakın rakiplerini yerin dibine sokacak raddede marifetli olan Bruce; kelimenin tam anlamıyla tipik bir Welsh yaratımıdır. Bruce’u Trainspotting’deki Begbie ve Sick Boy ile kıyaslamak, tam da bu sebeple oldukça doğaldır. Yine de Bruce’u, Welsh’in yarattığı hikâye evreninin rock yıldızı olarak ilan ederken, hem Begbie’den hem de Sick Boy’dan izler taşıdığını söyleyebilmemiz için önümüzde hiçbir engel yok!

Tabi buradaki marifet, karakterinin altını türlü ıvır zıvırla başarılı bir biçimde doldurmuş olan Welsh kadar; onun öyküsünü ete kemiğe büründürürken doğru tercihlere parmak atan Jon S. Baird’in de imzasını taşıyor! Nitekim Filth, her ne kadar bir Trainspotting değilse bile; The Acid House’a oranla daha tutarlı ve keyifli bir uyarlama! Daha kestirme bir tabirle diyebilirim ki, Baird, Filth ile birlikte, kesinlikle ama kesinlikle Welsh’in dilinden konuşmasını bilen bir uyarlamanın üzerini parlatmış!

Biz yine, filmin neredeyse tamamını kaplayan, hatta kütlesi sebebiyle etrafındaki herkesi öykünün dışına ittirmeye çalışan Bruce’a dönelim. Onun bin bir güçlükle bastırıp, kavanoza tepiştirdiği duyguları, kendisini yakınındaki tüm insanlardan izole ediyormuş gibi görünse de; Bruce borderline’ın ve uyarıcıların etkisiyle, camdan örülü duvarlarını sık sık yıkıp, çevresindekilerin başını ağrıtmakta ustalaşmıştır. Bütün bunlarla birlikte, iş yerinde terfi alarak, iş arkadaşlarını çiğneme derdine düşmüştür. Asyalı bir gencin cinayet davasının peşine düşmesi, onun terfisinde bir sıçrama tahtası olacaktır. Fakat Bruce, her an patlamaya hazır bir bomba gibidir. Geçmişte yaşadığı travma, attığı her adımda biraz daha aralanır ve açılan yarıktan fırlayarak, Bruce’un dünyasını ziyaret eden görüngüler; genç adamın zaten bozuk olan dengesini daha da kurcalar! Bilinçaltındaki durmak bilmez infilaklar sebebiyle Bruce, yavaş yavaş dibe çökmeye başlar! Bu buhran içerisinde onu hayatta tutan tek şey, kocasının hayatını kurtarmaya çalışarak farkında olmadan insani yüzünü gösterdiği Mary adındaki genç bir kadındır. Mary ile yaşadığı neredeyse ilahi rastlaşmalar, Bruce’un içinde bir yerlerde hapsolmuş gerçek kimliği ile selamlaştığımız yegane ‘an’ları oluşturur.

James McAwoy’un sapkınlığının doruklarında gezinen Bruce güzellemesi, hikâyeye yerleştirilmiş olan diğer tüm karakterleri, ekranın dışına fırlatacak kadar güçlü, ona şüphe yok! Diğer yandan, içerisinde bu kadar renkli karakteri barındıran bir öykünün, bu karakterlerin hiç birine yeteri kadar şans tanımamış olması da ihtimal dahilinde! Örneğin sadece Bruce’un çalıştığı departmandaki iş arkadaşları Ray, Amanda, Peter, Ocky ya da Eddie Marsan’ın hayat verdiği sinir bozucu mazlum koca Bladesey bile başlı başına birkaç öyküye meze olacak denli güçlü birer karakter!

Diğer taraftan, her anlamda aşırılığın hâkim olduğu bir öyküye ve Bruce gibi bir barut fıçısına sahip olmasına rağmen Filth’in potansiyel patlamayı es geçtiğini söylemek pek de yanlış değil! Sonuçta, üst düzey bir psikopatın, naiflik abidesine dönüşerek, kendini bulma geyiğine sıçrayışından çok daha fazlasını hak ediyor film! Bu eksiklik elbette ki Filth’in başarılı bir uyarlama olduğu gerçeğini değiştirmiyor belki ama kendi kalibresindeki rakiplerinin de bir adım gerisine düşmesini sağlıyor!

Yine kendi tabiriyle “Rüzgarın Oğlu” Bruce’un uyuşturucu girdabında savrulurken dibe vurması ve ardından gelen etki tepki sebebiyle hafiften yükselmeye (yüzleşme, evrilme, erdemli adam pozları kesme vs.) meyil eden öyküsü, henüz ikinci uzun metrajlı sınavını veren yönetmen Baird adına yüz akı kabul edilebilir. Fotokopi makinesinde büyütülen penislerden, kafi miktarda ergen atarından, İskoç inadından, donuk tonların hakimiyetindeki renk paletinden, neredeyse Bruce’u gördüğümüz her gündüz sahnesinde patlayan ters ışıktan ve McAwoy’un tadından yenmeyecek performansından güç alan film, Danny Boyle ve Paul Mcguigan’ın erken dönem yapıtlarının hasretini çeken sinema severler için kesinlikle kaçırılmaması gereken bir fırsat!

blank

Fatih Yürür

İlk sinema deneyimi, bir Stephen King uyarlaması olan “Geri Döndüler” olmuştur. Yazmaya başladığı dönem ise aslen lise yıllarıdır. Saçma sapan korku hikayeleri kaleme almaktadır ve asıl amacı bir gün bunları görselleştirebilmektir. Çeşitli platformlarda oyun incelemeleri ve film eleştirileri yazar. Yaratmış olduğu RüyadaM adında bir animasyon ve çizgi hikaye karakteri bulunmaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Breakfast Club (1985)

Breakfast Club tam anlamıyla bir klasik. Her dönemden gençlerin benzer

Even Hitler Had A Girlfriend (1992)

1992'nin en iyi drive-in filmi olarak nitelenen Even Hitler Had