En az 50 milyon insanın öldüğü, 100 milyonu aşkın insanın yaralandığı ve milyarlarca insanın bütün bu yaşananlardan olumsuz etkilendiği İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında hemen her alanda çeşitli paradigmaların zayıflamaya başladığını görürüz. Soğuk Savaş, Kore Harbi ve Vietnam Savaşı derken Batı medeniyetinin iki temel payandasındaki (Avrupa ve ABD) insan profillerinde de köklü değişimler gözlemlenmeye başlandı. Batı medeniyetinin temel düşünce sistemlerinin büyük ölçüde iflası ve Aydınlanma’nın aldığı ağır yara, yeni insan tiplerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Aktör Richard Harris bir röportajında bunu, her ân ölebileceğini bilen ve (sezgisel olarak) bunun farkında olarak yaşamaya devam eden bir neslin doğumu olarak gördüğünü belirtmişti. Katılıyorum.
Bu yeni insan tipinin değer yargıları bir önceki neslinkiyle ciddi bir çatışma içindeydi ve 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren bu çatışma sinemada da görünür olmaya başladı. Eski değerlerin insanlığı kötü bir noktaya sürüklediğine inanan gençler, yeni bir değerler sistemi ortaya koymanın sancılı süreçlerine talip oldular. Sanatta, edebiyatta, şiirde, müzikte toplumsal ve politik görüşlerdeki köklü değişimlere paralel büyük devrimler ardı ardına sökün etmeye başladı. Avrupa (Truffaut, Godard, Antonioni, Bergman, Fellini vb.) ve Amerika’da (Aldrich, Cassavetes vb.) 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren yeni ve bağımsız bir sinema anlayışının ortaya çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. İnsanı merkeze alan, kültür ve kuşak çatışmasını gerekirse sert bir şekilde yorumlayan, daha önce işlenmemiş konulara ilgi duyan ve denenmemiş teknikleri uygulamaya koyan, kısacası biçim ve içerik açısından yenilikçi/ilerici (progressive) bir sinemanın 1960’ların başından itibaren ağırlığını koymaya başladığı görülmektedir. 1960’lı yıllar hemen her ülkede (Japonya, Hindistan, hatta Türkiye’de bile) devrimci filmlerin birbiri ardına çekildiği çok özel bir dönemdi.
Dennis Hopper ve Peter Fonda, 400 bin dolarlık bütçeye sahip Easy Rider (1969) ile kendi hikâyelerini hayli sere serpe ve sert biçimde anlatıp 60 milyon dolarlık bir gişeye ulaşarak yeri göğü inlettiklerinde Marlon Brando, James Dean ve Montgomery Clift gibi devlerin omuzlarında yükseldiklerini biliyorlardı, bu yolu onlar daha 1950’lerde açmaya başlamışlardı. Müesses nizam karşıtı bu yoldan yürüyenlerden biri de yönetmen Bob Rafelson’du.
Bob Rafelson, Bert Schneider’la beraber (yapımcı olarak) 1965 yılında The Monkees grubunun aynı adlı efsanevi TV dizisini yaratmıştı. Temelde Beatles’ı esas alarak tasarlanan, düzen karşıtı, anarşik bir pop müzik grubunun tuhaf ve komik maceralarını anlatan Emmy ödüllü 59 bölümlük The Monkees dizisinin altı bölümünü yöneten Rafelson daha sonra aynı müzik grubunun bir başka macerasını anlatan Head (1968) filmiyle uzun metraj yolculuğuna başlamıştı. Head’in senaristlerinden biri Jack Nicholson’dı. Jack Nicholson bir önceki yıl Roger Corman’ın yönettiği ve Peter Fonda ile Dennis Hopper’ın başrolde oynadığı The Trip’in senaryosunu yazmış, daha sonra Easy Rider’da Fonda ve Hopper’la karşılıklı oynamıştı. Easy Rider’ın yapımcılarından biri Bob Rafelson’du. Beş Kolay Parça’nın (Five Easy Pieces, 1970) senaristi Carole Eastman (senaryolarında en sevdiği romancıya bir saygı duruşu olarak Adrien Joyce adını kullanıyordu) daha önce Jack Nicholson’ın başrolde oynadığı İntikam Yolculuğu (The Shooting, 1966) filminin senaryosunu kaleme almıştı. Sözün özü, Beş Kolay Parça’dan çok daha önce Rafelson, Nicholson ve Eastman birbirlerini tanıyorlardı.
Carol Eastman senaryosuna, Jack Nicholson’ın normal hayattaki bazı davranışlarını ve eylemlerini eklemiş (bu eylemlerden bir tanesine değineceğim), Rafelson da -ağladığı sahne hariç- küçük dokunuşlarla canlandırdığı Robert Dupea karakterini arkadaşı Jack Nicholson’a uygun hâle getirmişti. Beş Kolay Parça, Jack Nicholson, Carole Eastman ve Bob Rafelson’un normal hayatlarında temsil ettikleri değerleri yansıtan çok özel bir filmdir ama onu evrensel kılan özelliği, hayatının belirli bir aşamasında iki arada bir derede kaldığı için hangi yöne gideceğini bilemeyen isyankâr gençliğin sorunlarına, çelişkilerine ve sıkışmışlık hâline tercüman olmasıdır. Filmdeki üç ayrı sahneyi analiz ederek bu savımı biraz açayım.
İlk sahne, kafedeki öfke patlaması sahnesi. Aslında bu, Carole Eastman’ın bizzat şahit olduğu bir olaydır ve filmde Jack Nicholson’ın canlandırdığı Bobby’nin yaptığı şeyin çok benzerini gerçek hayatta bizzat Jack Nicholson yapmıştır. Bu sahneye 1970 yılında bir sinema salonunda şahit olan seyircilerin yaşadığı şoku tahmin bile edemiyorum. Jack Nicholson verdiği bir röportajda, (gerçek hayattaki olayda) garson hanımın önündeki kahveyi birdenbire aldığını ve onlardan kalkıp gitmelerini istediğini (lokantayı terk etmelerini) söyleyince kendini kaybettiğini anlatır. Kızdığı şey, içmekte olduğu kahvenin (ki parasını ödeyecek) önünden alınmasındaki büyük saygısızlıktır. Tabii tıpkı filmdeki gibi masanın üstündeki her şeyi tarumar eder ve çıkar. Jack’in derdi, yok sayılması, sanki orada değilmiş gibi davranılmasıdır ki o dönemki gençliğin en büyük meselesi buydu: İnsan yerine konmak ve olduğu gibi kabullenilmek. Kurulu düzeni bir araç olarak temsil eden garsonun tavrı, filmde biraz daha “Ya sev ya terk et” moduna yakındır. Kadın, müşteriden gelen taleplere sürekli yokuş yapar. Kuralların dışına çıkılması, esnetilmesi mümkün değildir. Oysa masadaki kuşağın temel talebi, ülkeyi/kültürü/medeniyeti iyi bir yere götürmediği netleşen mevcut kuralların değiştirilmesidir. Ve buna lokantadaki kural ve muameleler de dahil olmak üzere her yerde her an başlanmalıdır. Basit görünmekle beraber, altında çok derin anlamlar yatan, farklı analizlere imkân tanıyan kritik bir sahnedir bu. Bu sahnede hayatın merkezine insanın alınmasını talep eden yeni bir dünya görüşünün filizlendiğini görürüz. “İyi”, “güzel”, “adil” gibi sabit, değişmez Platonik ideaların yerini zamanla çoklu perspektife dayalı yeni bir kavrayış alacaktır; Beş Kolay Parça, Easy Rider, Asfalt Kovboyu gibi filmler bunun yolunu açar.
İkinci sahne, otobandaki trafik sıkışıklığı sahnesi. Bu sahneye değinmeden evvel 30-35 yıl önce televizyonda dinlediğim bir anekdotu aktarmak istiyorum. Sanırım Fedon anlatmıştı, eğer yanlış hatırlıyorsam özür dilerim ama öyle hatırlıyorum, o nedenle o şekilde aktaracağım. Bir gece Fedon’un babası ve iki yakın arkadaşı izbe bir meyhanede demleniyorlarmış. Fedon’un babası demiş ki, “Şu anda Boğaz’da mehtabı seyrederek içmeyi çok isterdim”, bunu duyan diğer arkadaşı, “Ben de arabayla geze geze içmek isterdim” demiş. Üçüncü arkadaş da “Kimse beni bu masadan kaldıramaz, ben bu masada içmek istiyorum” diye kestirip atmış. Yarım saat içinde şoförüyle beraber bir kamyon kiralanmış, meyhane masası (ve üstündekiler) kamyonun üstü açık kasasına taşınmış, şoför basmış gaza ve o üç kişi Boğaz’da mehtabı seyrede seyrede o masada içmişler. Beş Kolay Parça’daki otoban sahnesi bana bu hikâyeyi anımsattı.
İkinci adını (“Eroica”) Beethoven’in Üçüncü Senfonisi’nden (Almanca adı Eroica, İtalyanca adı Sinfonia Eroica) alan Robert Eroica Dupea çok kültürlü, seçkin ve zengin bir aileden gelmektedir. Aile boyu müzisyendirler, Robert da aslında küçüklükten beri sıkı bir eğitim almış iyi bir piyanisttir ama o aile ve sosyal çevresi içinde boğulduğunu, yavaş yavaş ölmekte olduğunu düşünerek firar eder. Yıllarca abidik gubidik işlerde çalışır, beş para etmez yerlerde yaşar. Sıradan bir hayatı benimser; hedefleri, idealleri yoktur, ânı yaşar. Robert hislerinin ve sezgilerinin peşinden gider, vasatın içinde kaybolmaktan korkmaz. Aslında kendi kabul etmese de arayışı bariz bir kimlik arayışıdır; kim olduğunu, ne olduğunu keşfetmek ister, bu nedenle oradan oraya savrulmaktan çekinmez çünkü nereden başlaması gerektiğini bilmiyordur. Zaten Robert’ın derdi, gelenekle ve kurulu düzenle hesaplaşmak, bir yandan da (çürük olduğunu düşündüğü) şahsi köklerini koparmaktır. Yersiz-yurtsuzluk, bilinmeze yol almak onu korkutmaz, bilakis çakılı kalmaktan, bir şeye “ait olmaktan” korkar. Durgun bir suyun bir süre sonra bozulması gibi, nerede uzun süre kalsa orada er-geç çürümenin başladığına inanır. Kendini hayatın akışına bıraktığı, kuralların ve mevzuatların olmadığı bir dünyada bir bilinmeze doğru yol alırken (hareket hâlindeyken) kendi isteği ve arzusuyla çalmak ister piyanosunu, herkesten izole bir kodaman adasında geberip gitmek istemez, hepsi bu. Tabii biz bütün bunları filmin ikinci yarısında öğreniriz, fakat filmin ilk kısmında yukarıda anlattığım onca şeyi neredeyse tek başına özetleyen, sinema tarihine iz bırakmış şiir gibi bir sahne var.
Bobby (Robert) ve arkadaşı Elton sabah işe giderlerken otobanda trafiğe toslarlar. Araçlar kımıldamıyordur bile. Kısa bir süre sonra kornalar çalmaya başlar. Direksiyondaki Bobby sabahın köründe neyin trafik tıkanıklığına sebep olduğunu öğrenmek için aşağıya iner, korna çalanlara bağırır. Egzoz dumanları ortalığı kirletmektedir. Yan şeritteki arabalardan birinin içindeki bir köpek (muhtemelen kornalardan rahatsız olduğu için) havlar, Bobby de köpeğe havlar. Trafik keşmekeşine, korna ve havlama sesleriyle egzoz dumanları eşlik etmiştir. Bobby tıkanıklığın sebebini görmek için öndeki bir yük taşıma kamyonuna çıkar. Trafik açılacak gibi değildir. Arkasına döner, tam kamyondan inecekken piyanoyu fark eder. Piyanonun üstündeki örtüyü kaldırır, şöyle bir akordunu kontrol eder ve korna sesleri içinde piyano çalmaya başlar.
Bobby piyanoyu çalarken arkadaşı Elton da direksiyona geçmiş, sevinç naralarıyla arkadaşına destek veriyordur. Derken trafik hafiften açılmaya başlar, kamyon hareket eder ancak Bobby konsantre bir şekilde kamyonun kasasındaki piyanoyu çalmaya devam ediyordur. Elton Bobby’ye seslenir ama Bobby oralı olmaz, hareket hâlindeki kamyonda piyano çalmaya devam ediyordur. Elton tekrar bağırıp onu uyarır çünkü kamyon gidecekleri istikamete değil, sağ taraftaki yan yola sapıyordur. Ama Bobby müziğini yapmaya devam eder. Kamyon sapağa girer ve ana yoldan uzaklaşır. Bobby (ve kamyon) giderek gözden kaybolurken piyano seslerini duymaya devam ederiz. Filmin fragmanına bu sahnenin konulmasına ya da kimi meşhur afişlerinde bu sahneye referans verilmesine şaşmamalı. “Durmayı sevmem; sürekli bir değişim, devinim ve hareketten yanayım. Herkesin gittiği yöne gitmeyi sevmem, bedeli ne olursa olsun yeni keşiflere açığım. Hayatımın müziğini nerede nasıl yapacağıma da ben karar veririm” mesajı veren, tüm filmi, Bobby’yi ve elbette ’68 kuşağının isyancı kanadının ruh hâlini özetleyen mükemmel bir sahne.
Gelelim o meşhur final sahnesine… Bobby’nin yıllar sonra seçkin ve entelektüel ailesiyle bir araya gelişi arzu ettiği gibi sonuçlanmamıştır. Âdeta koşarak kaçtığı yerde hiçbir değişiklik olmadığını gören Bobby kimseye haber vermeden tüymek ister. Kız kardeşine yakalanır, onunla mecburen vedalaşır, Rayette evin önünde fotoğraf çektirmek istemesine rağmen istemez. Hoşuna gitmeyen her şeyi temsil eden o evle bir fotoğrafı olmasını istemiyordur. Otomobile atlar, sevgilisi araca biner binmez daracık bir çıkış yolu olmasına rağmen gazı kökler. Bir an evvel onu daraltan bu mekândan kurtulmak istiyordur ama mekân onunla gelir. Kafası bulanıktır. Derin düşüncelere gark olmuş hâlde direksiyon sallarken Bobby’nin pek hoşlaşmadığı şarkılardan birini söyleyip kendisine sırnaşan sevgilisi Rayette’i kabaca itip kendinden uzaklaştırır, haklı olarak güzel bir küfür yer. Rayette’in itham edici tavrı ona kaçmaya çalıştığı her şeyi hatırlatır. Bir benzinlikte yakıt almak için dururlar, Rayette’in canı kahve çekmiştir, Bobby’den para ister, Bobby cüzdanını verir. Bobby görevliye depoyu doldurmasını söyler, tuvalete gider, ceketini çıkartır. Tuvalette bir o yana bir bu yana gider, kafasını toplamaya çalışıyordur ama başaramaz. Ceketini almadan tuvaletten çıkar, hava buz gibidir. Akaryakıt istasyonunda hareket etmek üzere olan bir tırın şoförüne bir yalan uydurup uzun yol aracına biner. Ceketini, cüzdanını, partnerini (ve müstakbel çocuğunu) ve geçmişini geride bırakıp hiç bilmediği diyarlara doğru bilinmezlerle dolu yeni bir yolculuğa çıkar.
Dürüst olacağım, 15-20 yıl kadar önce Beş Kolay Parça’yı (Five Easy Pieces, 1970) ilk kez izlediğimde Bobby’nin finalde yaptığı şeyi çok bencilce ve korkakça bulmuştum. Artık öyle düşünmüyorum. Ben hiçbir zaman Bobby gibi biri olmadım ama öyle arkadaşlarım oldu, öyle ortadan kayboluverenler de… Zamanla onların yapıp etmelerini anlamaya başladım, aralarında hak verdiklerim çok oldu. “Niye çekip gitmiyor ki? Neden bu yaşadıklarına katlanıyor?” dediklerim de oldu. Bazen önceye ait ne varsa bırakıp gidebilmeli insan. Koşulların ağırlığı altında günden güne kişiliğini yitirmektense bir çıkış yolu aramalı, bulmalı ya da en azından denemeli, denerken ölmeli. Korkmamalı insan yeni denizlere yelken açmaya. Korku ve kaygılarıyla inşa ettiği bir kafeste ölüme mahkûm etmemeli kendini. Sırf ailemizin, toplumun beklentilerini tümüyle karşılamak için içimizdeki müziği, yani benliğimizi yitirmemeliyiz. Bobby direnen biri. Kendi olmaya, kendi kalmaya çalışan biri. Evet, Bobby de uğraşıyor, didiniyor, savruluyor, hatalarıyla yoğruluyor. Üstelik hep dayak yiyor, bir türlü dikiş tutturamıyor ama en azından deniyor. Evsiz, arabasız, işsiz, parasız ve dondurucu bir havada ceketsiz kalmayı göze alıyor ama hiç değilse yeni bir savaşa girecek gücü ve cesareti kendinde buluyor. İcap ederse gidiyor yani. Bob Rafelson da bunu iyi biliyordu, o yüzden Carole Eastman’ın finalinde Bobby’nin aracıyla nehre uçarak intihar edip öldüğü orijinal senaryosunun o kısmını yerinde bir kararla değiştirdi. Bobby’nin, Bobby gibilerin yaşaması gerektiğini biliyordu, çünkü sabit ve değişmez ideallerin yerini her türlü kusuruna rağmen (bir tümel olarak) insan alacaktı ve yeni yeni kurulmakta olan bir dünyanın müziği Bobby gibilerin parmak uçlarındaydı. Ki zaman Rafelson’u haklı çıkardı.
Öteki Sinema için yazan Ertan Tunç