Takvim yapraklarını kopardığımız yere tükürükleyerek birer birer yapıştırıp, 42 yıl öncesine dönelim. Biliyorum, elimizin altında bir DeLorean olsaydı, işimiz çok daha kolay olurdu ya, neyse… Malumunuz, benim jenerasyonumun dünya gezegenini arşınlamaya başlamasına uzunca bir süre var daha o vakitler. Dönemin sükse yapmaya başlayan kallavi şirketlerinden biri olan Gordon Harvest ise, Bruce Lee’nin yarattığı rüzgârın da etkisiyle; önce Hong Kong sinemasında çığır açan, daha sonrasında da dünyayı kasıp kavuran “kung fu filmleri” furyasını başlatıyor ufaktan. Hele ki Lee’nin alametifarikası The Big Boss’un, batılı sinemaseverler tarafından bağırlara basılıp, bol bol okşanmasının ardından, mevzu bahis furya, dünyayı son süratle yarım eksen kat ederek; Amerika’ya sıçrıyor! Sonrası da malumunuz, kung fu filmleri dalgası, hem beyazperdede hem de beyazcamda mantar gibi türeyen hikayelerin ekmeği, suyu olmaya başlıyor falan filan…
Öteki Sinema için yazan: Fatih Yürür
Bu kasırganın etkisinin devam ettiği yıllarda, Shaw Brothers ekibi bir başka filmle karşımıza çıkıyor. King Boxer/Tian Xia Di Yi Quan (bilinen birkaç isminden biri Five Fingers of Death) adındaki sürpriz yumurta, yapımcıların sığ öngörülerinin bile çok ötesinde bir ilgiyle karşılanıyor. The Big Boss ile birlikte tozu atılmış olan piyasa, Shaw’ların bu oyuncağıyla birlikte, kelimenin tam anlamıyla ‘kung fu filmleri’ furyasının fitili ateşleniyor. Peki, Five Fingers of Death’i kült mertebesine zıplatan ve kung fu filmlerinin bu kadar hızlı bir şekilde batı dünyası tarafından kucaklanması açısından kilit noktaya yerleştiren özellikleri nelerdir, neler değildir? Bu soruların bir kısmının cevabı şükür ki yazıda mevcut!
Five Fingers of Death, her ne kadar kendine has bir hayran kitlesine sahip olsa da, filmin video piyasasında yeniden keşfedilmesinin en önemli etkenlerinden biri hiç kuşkusuz, Tarantino’nun, Sight And Sound Dergisi’nin 2002 yılında düzenlediği “en iyi filmler anketi” listesinde, kendisine üst sıralarda yer bulmuş olmasıdır. Böylelikle, “Amerika’ya kung fu çılgınlığını getiren film” olarak anılan yapım, hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde yeni jenerasyon izleyicinin de radarına takılır.
Film, her ne kadar 1972 yılında kendi topraklarında izleyiciyle buluşsa da, fikir avcılığı peşine düşen Warner Bros tarafından bir yıl sonra Amerika’da dağıtımı yapılarak, batılı sinemaseverle buluşur. Kısa sürede, Box Office listelerini de duman eden film; zamanla furyanın en saygı duyulan örnekleri arasında yer alacak olan Bruce Lee’nin Enter The Dragon’u tarafından alaşağı edilir. Bereket, bu zafer yabancıya gitmemiştir. Amerikan pazarındaki bu üstün başarı sayesinde, Hong Kong dolaylarından kopup gelen pek çok kung fu filmi, kendi ülkelerinde gösterim şansı bulamasa bile Amerika ve Avrupa salonlarında meraklıları ile buluşmaya başlar.
Chang-hwa Jeong’ın ellerinde ete kemiğe bürünen Five Fingers of Death, daha sonra pek çok kung fu filminin de üzerine sık sık basacağı bir yoldan ilerliyor. Bu bağlamda da fazlasıyla klasik bir hikayeye sahip. Peki, nedir bu işlene işlene bir türlü çürümek bilmeyen hikaye? Oldukça yetenekli olmasına rağmen, bağlı bulunduğu dojoda sürekli itilip kakılan Chih Hao’nun, bir nevi “acıların çocuğu” öyküsüdür karşımızdaki elbette! Ustasının kızına aşık olan, düşüncelerini bir türlü toparlayamayan Hao, ustası tarafından, “iyilerin en iyisi” olarak tabir edilen Usta Suen’ın yanına gönderilir. Gel gelelim, Hao’nun eğitimine devam ettiği bu yeni dojo kelimenin tam anlamıyla ergen yuvası gibidir. Bununla birlikte, klan savaşları alıp başını gitmiş, Chen adındaki ergen irisi kıvamındaki dövüşçü de iyiden iyiye rahatsız edici bir kaşıntı olmaya başlamıştır. Tabi bu başına buyrukluk içerisinde usta Suen de, dojo üzerindeki kontrolünü yavaş yavaş kaybetmeye başlar.
Chah Chih-Hao, çevresinde olup bitenleri, elinden geldiğince vakur bir biçimde karşılamaya çalışsa da, soğukkanlılığını muhafaza edebilmesi pek de kolay olmayacaktır. Süreç içerisinde kahramanımızın yol haritası, onu etliye sütlüye karışmayan, pısırık, sinik ve garip bir biçimde bir o kadar da yürekli aşık çizgisi üzerinde yalpalatır. Sonrasında da ardından gelecek kung fu filmlerine model oluşturacak bir yol haritası çıkmaya başlar karşımıza!
Yol haritasında ilk olarak işaretlediğimiz nokta hiç kuşkusuz ‘intikam’ meselesidir. İntikamın merkezinde ise, bir Hong Kong sineması klasiği yer alır. Rakip dojolardan biri, kung fu camiasının en iyisi olduklarını tekrar tekrar kanıtlamak adına, fırsat buldukları en ufak bir boşlukta, usta Saen’in dojosunu taciz ederler. Bu sonu gelmez dürteklemelerden elle tutulur bir sonuç alamayınca da Japon dövüş sanatları ustalarından yardım isterler.
Olaylar her ne kadar Hao’nun etrafında gelişse de Five Fingers of Death oldukça kalabalık bir filmdir ve karakterlerinin de önemli bir kısmı da aslında evlere şenliktir. Fakat ne yazık ki filmin mevcut süresi, bu karakterlerin hepsini yakından tanıyabilme fırsatı vermez bizlere. Zaten film, karakterlere yaklaşmaktan ziyade, görsel anlamda, kendisinden sonra patlayacak furyayı besleme misyonu üstlenmiş gibidir sanki. Karakterlere birkaç adım yaklaşma fırsatı yakaladığımızı sandığımız anda, ortalık tekme tokat içinde kalır.
Kuşkusuz iki nefes arası patlak veren çatara pataralar, dönemin Amerikan sinemasının bağrından kopup gelen aksiyon varyasyonlarına oranla, izleyiciye nefes kesici bir deneyim sunmuştur. Fakat filmin bıraktığı görsel miras, sadece ‘arbedemetresinden’ ibaret değildir. Vin Diesel’in Fast And Furious 6’da izleyiciyi dumurlara boğan ‘uçan kafası’nın atası burada mevcuttur (ki filmin kaotik karakteri Chan’a ait olan bu kafa, daha sonra bir ağacın gövdesini de tarumar edecektir). Düşmanın iki gözünü birden tek hamlede yerinden sökmek, tokatla kafa yarmak ya da kızgın kömüre el sokmak gibisinden fantezi yanı ağır basan kung fu sineması hamleleri de sektirmeden birer birer karşımıza çıkar.
Film, bütün bunlarla birlikte, içeriğindeki ucuzlukla da tadı tavında bir eğlence sunuyor. Zangır zangır kamera açıları, patlayan ışıklar, ana karakterden sırayla dayak yemeyi haklı bir görev edinmiş dövüşçüler, göz alan (ya da çoğu zaman göz yoran) sinemaskop görüntüler, abartılar abartısı performanslar ve filme usulsüzce yayılan keskin sirke kokulu melodram… Her biri daha sonra batı sineması tarafından da sıklıkla taklit edilecek olan ‘dövüş filmleri kalıplarının’ tıkır tıkır işlemesini sağlayan bileşenlerdir.
Gel gelelim bu oldukça kalabalık intikam öyküsü, emsallerinin büyük bir kısmına oranla besili sayılabilecek bir hikayeye sahiptir aslında. Nihayetinde esas oğlanımız Hao, içine düştüğü komplolardan sıyrılıp, önlenemez yükselişine başladığında; terazinin fantastik kısmı da aşağı doğru hareket etmeye başlar. Özellikle süper güçleri ayyuka çıktıktan sonra, rakiplerini birer birer alt eden Hao, hem tuzakları atlatmış hem de aşk hayatındaki çalkantıyı durdurmuş, bir başarı timsali olarak aradan sivrilir. Bu haliyle sadece ardından gelecek emsallerini değil, bütün bir 80’ler dövüş oyunları furyasında karşımıza çıkan karakterlerin öykülerini de etki altına almıştır. Bugün bile büyük bir zevkle oynadığımız Tekken, Street Fighter, King Of Fighters gibi oyunlarda, Five Fingers of Death’in izlerine sıklıkla rastlarız.
Five Fingers of Death, tekrar tekrar izlenecek ve dost toplaşkalarının mavralarına da bol bol meze olacak kıvamda bir film. Hele ki özellikle kung fu konseptli bir seçkinin, listeye iliştirilmesi şiddetle tavsiye edilen incisi olarak kendisini apayrı bir yere koymak gerekir.