fleshandbloodver2qe716’ıncı yüzyılda Batı Avrupa’da geçen ve kan ve etin, egemen sinema kültürünün dayanamayacağı – ancak, o kadar da abartılı olmayan – bir açıklıkla sergilendiğinden Orion şirketinin piyasaya vermeden önce bir çok sıkıntılar yaşadığı bir film. Ortaçağca dair önyargılarımız, söylensel imgelerimiz ve kısmen de tarihi bir takım bilgilerimizden yararlanarak oluşturulan kurmaca bir dünyada geçen bir film. Ancak filmin adındaki kan ve etin kurduğu acımasız bir dünya tasvirinin yanında aşk, din, bilim ve politika gibi “ağır” kavramlara da kimi göndermeler yapan bir film.

Et+Kan görkemli ve bir o kadar da kanlı bir savaşta açılıyor. Savaşın sonunda derebeyi Hawkwood (Jack Thompson) her ne kadar askerlerine ele geçirdikleri şehri yağmalamaları sözü vermiş olsa da, bu sözden dönüyor. Yağmalanan herşeye el koyup savaşa katılan askerleri de sürüyor. Bunlar arasında bulunan Martin (Rutger Hauer) ve arkadaşları derebeyinin oğlu olan Steven (Tom Burlinson) ile evlenecek olan başka bir derebeyinin kızı olan Agnes’i (Jennifer Jason Leigh) getiren çeyiz alayına rastlıyor ve alayı soyup ele geçirdikleri bir kaleye yerleşiyorlar. Agnes ile Martin arasında alevlenmeye başlayan aşk ateşi ise bir süre sonra kalenin Steven ve adanılan tarafından kuşatılmasıyla birlikte sönmeye başlıyor. Film kalenin kaybedilmesiyle sonlanıyor, ancak Martin, Agnes’in de yardımıyla kaçmayı başarıyor. Mutlu son ise Steven ve Agnes arasındaki ilişkinin kurulmasıyla sağlanıyor.

fles4

Ancak filmin bu mutlu sonu aksağımız Hollywood filmi sonlarından oldukça farklı. Filmin ana akmalarından birisini Agnes’in Steven ve Martin arasında bir seçim yapmada kararsız kalması oluşturuyor. Her ne kadar Agnes filmin sonunda basit bir asker olan Martin’i seçmemiş olsa ve klasik anlatıyı yeniden kursa da, filmdeki bakirelik kültünün yıkılması gayet önemli. Hawkwood’un Steven’a çok güzel bir “bakire” olarak tarif ettiği Agnes, filmin sonunda bakireliğini – Martin’le görece açık bir sevişme sahnesinde – kaybetmiş olarak Steven’a gidiyor. Bu nedenle, klasik anlatının üretmeye meyilli olduğu hakim ahlaki değerler bütünü kırılıyor ve film içinde kısa da olsa soylu bir “kız” ile tebaadan bir paralı asker birlikte oluyor. Film bir biçimde hayatının gerçek aşkını bulduğunu sanan Martin’in acıklı hikayesi olarak da düşünülebilir, ancak Martin’in özgür yaşamı böyle bir çıkarsamanın olanaksızlığına işaret ediyor çünkü kurgu dahilinde olan Ortaçağ gerçekliği bir paralı askerin (sözgelimi  Hawkwood’un emrinde çalışan Amolfini) kendine ait bir avuç toprakta huzur içinde yaşamasının olanaksızlığını öngörüyor. Dolayısıyla, filmin sonunda Martin’in yalnızlığa yelken açması biraz da filmin kendi gerçekliğinin bir sonucu…

fles1

Filmin ikinci “ağır” teması ise din. Ortaçağ’a dair önyargılarımızın bir çoğunun temellendiği din teması, Martin ve arkadaşlarının yol göstericisi oluyor. Harap bir konaklama yerinde yere gömülmüş olarak buldukları elinde bir kılıçla tasavvur edilen tek aziz olan St. Martin’in heykeli, Martin ve arkadaşlarının karar vermekte güçlükler yaşadıkları anlarda yardıma koşuyor ve kılıcıyla gitmeleri gereken yönü gösteriyor! Aralarında bulunan bir kardinalin (!) (Ronald Lacey) de yardımıyla sağlamlaştırılan aziz Martin söyleni aslında Martin ve arkadaşlarının kendi kalelerini ele geçirmeleriyle alternatif bir tanrı elçisi kurgulamalarına da yol açıyor. Kendi kalelerinde ya da bir diğer deyişle Ortaçağın feodal dünyasındaki kendi krallıklarında Martin ve arkadaşlarının tanrısını kılıçlı aziz temsil ediyor. Dinin dogmaya görece açık olan tarafı, aziz Martin heykelinin her türlü safsatayı onaylamadaki etkin rolüyle vurgulanıyor. Trajik biçimde kardinalin deyimiyle, tanrının bir işareti olarak karşılarına çıkan aziz Martin heykeli filmin sonunda sanki tanrının bir başka işaretiymişcesine aynı kardinalin ölümüne yolaçıyor.

fles2

Et+Kan’ın bir diğer “ağır” teması da, bilimin Ortaçağ’da yeni yeni tomurcuklanmaya başlayan gelişiminden sözetmesiyle kuruluyor. Derebeyi Hawkwood oğlu Steven’ı okumaya göndermiştir (olasılıkla, Britanya’ya). Steven okulda öğrendiği kimi savaş taktiklerini uygulamaya çalışır ancak ilk denemede başarısız olur. Martin ise kurnaz bir savaşçı olarak kendi kaleleri kuşatma altındayken, ustadan Öğrendiğini ustaya satar ve bunda da başarılı olur. Veba bulaşan insanların yaralarına uygulanan dağlama yöntemine seçenek olarak Steven’ın önerdiği Arap hekimlerinin yaranın kanını akıtma yöntemi ise Amolfini tarafından uygulanır ve çalışır. Bu ve benzeri ayrıntılardan yola çıkarak geliştirdiğimiz Ortaçağ imgesi ise gittikçe güçlenir ve bilimin de 16’ıncı yüzyıl civarlarında “yükselmeye” başlamasına ilişkin tarihi bilgilerimiz de doğrulanır. Bunlara ek olarak, Et+Kan politik bir film olarak da okunabilir: 16’ına yüzyıl Avrupa’sında derebeylerine başkaldırabilecek cüreti kendilerinde bulan bir avuç, aymaz paralı askerin trajik öyküsü… Haksızlığa karşı çıkan ve sonunda kendi “krallıklarını” Martin’in yönetiminde kuran bir avuç insan. İlginç biçimde kendi krallıklarının rengi de kırmızı. Başlangıçta “kızıl komünistlerin” kurduğu bir devrim hükümeti gibi görünen bu küçük “devlet,” Martin (kral) ve Agnes’in (kraliçe) tebaadan ayrı olarak beyaz giymeye başlamalarıyla birlikte bir krallığa dönüşüyor. Thomas Moore’un uzaklarda aradığı ütopya, yoktan varedilmiştir ama varlığı ise kaçınılmaz olarak onu varedenlerin muhayyilelerinin sınırlarını aşamaz. Martin ve arkadaşlarının yarattığı yok ülkede de, varolan ülkelerin sorunları tezahür eder ve kısmen de olsa yıkıma yolaçar.

fles3

Et ve Kan’ın, bence asıl önemli ve güzel olan tarafı ise kan ve etin bir filmde ne kadar iyi işlenebileceğine dair Hollywood’da eşine az rastlanan örneklerden birini teşkil etmesidir. Avrupa sinemasının kimi korku filmlerinde örneğini verdiği “kırmızının” görsel güzelliğinin – ki bu güzellik, beyazla çok iyi bir karşıtlık oluştumaktadır – Hollywood’da eşine az rastlanır, ama “Hollywoodça”ya çevrilmiş bir işlenişi Et+Kan’da görülebilir. Bir yandan ölümün her an, her yerde olması, bir yandan da hayatın değersizliği… Seksin şiddetle buluşması ve ölüme yelken açmaktan çekinmemesi… Erkek egemen bir dünyada kılıcın ucundaki ölüm kalım mücadelesi… Canı sıkılan her insanın istediğini öldürebildiği ve gücü yettiği herkese karşı üstünlüğünü kılıçla kabul ettirdiği, vebalı bir köpeğin parça parça edilip kuşatılan bir kaledeki insanları yoketmek için mancınıkla kaleye atılabildiği ve daha bir çok başka biçimlerde bugünün değerlerinin bozguna uğratıldığı acımasız bir dünyada bir avuç insanın mutluluğu ya da huzuru aramaları, bulmaları ve bunun da bedelini pahalıya ödemelerine dair bir film, Et ve Kan Tarihin öznesi olmayı bir türlü beceremeyen kaybedenlerin imkansız hayallerinin sıradanlığına, aptallığına ve ümitsizliğine dair bir film. Her ne kadar filmin sonunda güçlü olup da zayıfların safında olan Hauer (ya da “esas oğlan”) kaçmayı becerse de, insanın insanın kurdu olduğu bir dünyada zayıfların kaybetmesinin kaçınılmazlığını imleyen bir film. Bütün bunlara karşın, Verhoeven filmlerinde eksik olmayan neşe ve sürükleyiciliğe sahip

Yazar: SAVAŞ ARSLAN

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

(ABD video adı: The Rose and the Sword, Türkiye video adı: Kan ve İntikam 125 dakika. Paul Verhoeven’in Amerika’da İngilizce olarak çektiği ilk film.)

Kaynak: “Geceyarısı Sineması Sayı:1”

(Kaya Özkaracalar yönetimindeki tüm zamanların en iyi “kült” süreli yayını olan Geceyarısı Sineması 19 sayı çıktıktan sonra yayın hayatına son verdi.)[/box]

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

3 Comments Leave a Reply

  1. Verhoeven’in başka filmlerinde felakete yol açan aşırı abartılı, kör parmağım gözüne ve kaba saba yönetmenlik tarzı, 80’lerde çekilmiş bu acımasız Ortaçağ tasvirine cuk oturmuş bence. Gerçi öyle olmasa bile gencecik J.J.Leigh için bile izlenir ya..

  2. 93 yılında tv de izlemiştim.3 yıl önce bulup tekrar izleyince sıradan bir video filmi olduğu görülüyor.Rutger Hauer ve J.J.Leigh olmasına rağmen Verhoeven filmografisinde zayıf bir halka.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

John Carpenter’s They Live (1988)

They Live; hem yapım tarihi, hem yapısı, hem de konusuyla
blank

Yor, the Hunter from the Future (1983)

Yor The Hunter From The Future, Antonio Margheriti‘nin ülkemizde çektiği,