Son yıllarda Güney Kore sinemasının senaryolarında -ister savaş ve casusluk filmi olsun ister korku ve gerilim filmi olsun- belirgin bir Japonya düşmanlığı gözlemleniyor. Bu iki milletin arasında tarihî bir mesele olduğu aşikâr, sonuçta Japonya zamanında tüm komşu ülkelere dehşet salmış işgalci bir imparatorluk; geride acı ve gözyaşı dolu kanlı bir tarih bırakmış, bir dönem Japon sömürgesi hâline gelen Kore de bu travmadan payını fazlasıyla almış, bunu yadsıyamayız.
Hâliyle bu temaya sahip filmler Güney Kore’de gişe başarısı da elde edince, bu yoldan giden eserler çoğalmaya başladı, Exhuma (Pamyo, 2024) da onlardan biri. Baştan söyleyeyim, ben bariz propaganda içerse de film iyiyse işin bu tarafını önemsemiyorum. The Age of Shadows (2016) ve The Wailing’de (Gokseong, 2016) olduğu gibi. Exhuma’da da durum bu. Filmde dört ana karakterin adı da (Kim Sang-deok, Ko Young-geun, Lee Hwa-rim ve Yoon Bong-gil) Japon sömürge yönetimine karşı mücadele ederken ölen vatansever Koreliler’den alınmış. Hatta Kim Sang Deok’un arabasının plakasındaki numaralar bile Güney Kore’nin bağımsızlık hareketindeki tarihlere bir atıfmış. O yüzden dedesi zamanında düşmanla iş birliği yapmış bir subay olan zengin bir kodamanın başına gelenlerde bile bir tür siyasi gönderme var. Exhuma politik tabanı güçlü bir film, ama beni ilgilendiren, bana bu yazıyı yazdıran o değil. Ben filmin anlatısındaki ustalığa, yaratıcılığa meftun oldum.
Jang Jae-hyun ile görüntü yönetmeni Lee Mo-gae’nin iş birliği görülmeye değer. İkili, müesses nizamı ve denge hâlini simgeleyen bir sinematografiye yönelmişler. Açılış sahnesiyle birlikte simetrik yapılar, kaostan uzak kompozisyonlar, ustaca aydınlatılmış nesneler karşılıyor bizi. Uçaktayız, bulutların ardı güneş, uçağın penceresinden güneşe bakıyoruz. İyi ışıklandırılmış simetrik bir çerçevede pürüzsüz bir zemin. İç mekânlarda olduğu kadar dış mekânlarda da az-çok bir düzen hüküm sürüyor gibi. Otoban sahnesi buna iyi bir örnek. Derken hastane sahnesiyle birlikte gölgeler ve karanlıklar peyda olmaya başlıyor. Bir karanlık çöküyor perdeye.
Malikanedeki sohbetin hemen öncesini ele alalım. Hastaneden dönüyoruz, etraf günlük güneşlik. Denize nazır zengin bir mahalleye giriyoruz, her taraf lüks evlerle dolu. Güneş ışığı geniş bahçeleri ve havuzları aydınlatıyor. Sarı, yeşil ve mavi renkler âdeta dans ediyor. Sonra malikaneye giriyoruz. Hwarim’in dış sesi de mekânın iç karartısıyla değişmeye başlıyor. Evin içi solgun ve karanlık. Gölgeler alan hâkimiyeti sağlamış durumda. Bir kadın görüyoruz, elinde bir bıçak var. Hemen arkasındaki karanlıkta tekerlekli sandalyede bir adam oturuyor, onun arkasındaki karanlıkta bir yatak, yatağın başucunda ise büyükçe bir haç var. Evin içinden ilk gördüğümüz imge bu! Bela geliyorum diyor yani. Bu lüks malikane yeterince aydınlanmıyor, güneş ışığının içeri zar zor sızabildiğini fark ediyoruz. Karanlıklar, gölgeler, tuhaf masklar, korkutucu biblolar ve tablolar ortama ürkütücü bir hava katmış. Birazdan şaman olduğunu öğreneceğimiz Hwarim’in monoloğu eve girer girmez karamsar bir hâl alıyor ve hayaletlerden, iblislerden, goblinlerden, canavarlardan bahsetmeye başlıyor.
Multimilyoner Park Ji-yong, Şaman Hwarim ile yardımcısı Bong Gil’i misafir odasına buyur etmiş. Daha en baştan onları kafeste gibi gösteren çarpıcı bir imgelemle başlıyor sohbet. Trabzanın altındaki ferforjeyle müthiş bir çerçeve yakalanmış, sanki demir bir kafeste tutsak edilmiş gibiler. Sonra bir cam kırılma sesi işitiyoruz, sonra bir feryat ve figan… Daha filmin beşinci dakikasındayız. Exhuma tıpkı bunun gibi, başından sonuna kadar öyküsünün ruh hâliyle uyumlu bir sinematografi (görüntü ve ses kuşağı) yakalıyor, bence en büyük gücü burada. Lüks bir otel odasındaki “infaz” sahnesi, morgdaki sahne, çarpıcı bir koreografiye sahip o şaman ayini, bir anda mezbahaneye dönen hayvan çiftliği, şamanın yardımcısı Bong Gil’in bedenine kötü ruhun davet edildiği ayin sahnesi, finaldeki kapışma… Hepsi hayranlık uyandırıcı ses-görüntü blokları içeriyor, sinema sanatına doyuyorsunuz.
Filmin bir diğer artısı, sürükleyici öyküsü. Evet, kabul ediyorum, Exhuma’da çok sayıda folklorik ve mitolojik tema çorba gibi karıştırılmış, ama birçoğu (mesela kadın-başlı-yılan “Nure-Onna” ya da bölgenin spiritüel dengesini muhafaza etmekle yükümlü Gisune) çok kısa bir süreliğine bir ara-geçiş teması olarak kullanılmış, film onlar üzerine bina edilmiyor. Bu bağlamda filmi ikiye bölmek mümkün. İlk bölüm, ki benim favorim olan kısım, kendi ailesine musallat olan, onları karanlığa mahkûm eden bir hayalet hikâyesi anlatıyor. Geleneklere uygun/yaraşır gömülmediği için huzursuz, öfke dolu bir hayalet bu; yaşayan en büyük toruna musallat olan bir musibet. Bu ilk hikâyede “davet/buyur edilmediği yere girememe”, “kurbanın ciğerini yeme” gibi çok sayıda folklorik temaya başvuruluyor. Bu gözünü kan bürümüş karabasan kapalı tutulduğu tabuttan kurtulur kurtulmaz aile üyelerini öldürmeye başlıyor ve gölgelerin yerini aynalardan, camlardan yansıyan ürkütücü bir silüet alıyor. Hayaletin akis yapan herhangi bir yüzeyden yansıyışı o kadar güzel resmedilmiş ki hayran olmamak elde değil; yönetmen dans sahnesinde olduğu gibi şiirsel birçok ân yakalıyor. Büyük büyükbabanın kana doymaz hayaletinin yavaş yavaş ete kemiğe bürünmesini izliyoruz, hakikaten tüyler ürpertici.
Bence Park’ın büyük büyükbabasının sırrı hesaba katıldığında Exhuma’daki iki ayrı hikâyeyi birbirine fena bağlamamışlar. Issızlığın ortasındaki isimsiz mezardan belirli bir bölgeyi korumakla yükümlü Samuray Generali efsanesine usulca geçiş yapılıyor. Bu bölüm, bilhassa kötü ruhun (bastığı yerde iz bırakan, gölgesi olan bir tür “evil spirit”) sunumu açısından son derece bonkör. Onun hem başka bedenlerdeki yansımasını hem keşiş ve hayvan katliamı sırasındaki durumunu iyi ele almışlar. Samuray’ın ölümlülerle karşı karşıya geldiği sahnelerde âdeta kanınız çekiliyor. Favorim, Bong Gil’le kapıştığı sahne.
Exhuma’daki şaman ayini sahnesini The Wailing’dekiyle kıyaslayanlar olduğunu gördüm, bence koreografileri bakımından bir miktar benziyorlar ama işlevleri bakımından alakaları yok. The Wailing’deki şaman ayini, seyirciyi finalde ters köşeye yatırmak için özel olarak tasarlanmış bir kurgu harikasıdır. Hatta bence The Wailing 2010’lu yılların en iyi kurgulanmış filmlerinden biridir; bu bağlamda The Social Network, Dunkirk, The Revenant ve Mad Max: Fury Road ligindedir. The Wailing’deki “anti-Kuleşov” etkisini analiz eden ayrı bir yazı yazacağım için burada daha fazla kurcalamayacağım. Exhuma’daki ayin, koreografisi bakımından tam bir seyirlik ama içeriği bakımından The Wailing kadar dolu değil. Bu ikisi kıyas kabul etmez.
Jang Jae-hyun’un yazıp yönettiği Exhuma (Pamyo, 2024) bu yılın en dikkat çekici korku filmlerinden biri ve şu sıralarda vizyonda. Sinemada seyretmenizi tavsiye ederim ama evde seyredecekseniz, izlediğiniz versiyonun ses ve görüntüsünün çok iyi olmasına dikkat ediniz. Bu filmin olağanüstü bir ses işçiliği var. Mesela, Şaman Hwarim hastane odasında bebeği incelediği esnada bir ıslık çalıyor, o ıslığın yankılandığını (âdeta boşluğun ona aynı melodiyle karşılık verdiğini) duymuyorsanız o versiyonu izlemenin bir anlamı yok.