Soykırım Silahı Olarak Gıda: Food Will Win the War (1942)

26 Ağustos 2024

İkinci Paylaşım Savaşı sürerken, müttefiklere gıda ve silah tedarik edeceğini, Başkan Franklin D. Roosevelt’in, “Biz Amerikalılar, özgür dünyayı yeniden kazanmak için kaynaklarımızı sizlere sunuyoruz. Her geçen gün artacak şekilde gemileri, uçakları, tankları, silahları size göndereceğiz” sözleriyle ilan eden ABD, bir süre sonra da fiilen savaşa girer. Savaşa girmesiyle birlikte Amerika’dan gönderilen ticaret filosunu Alman denizaltılarının saldırılarına karşı korumakla görevlendirilen bir savaş gemisinde geçen olayları ele alan ve “gemilerimizi donanmamız koruyacak ve bu ulus, bu malları teslim edecek” sözleriyle başlayan Greyhound (2020) filmini izlerken, Food Will Win the War (1942) isimli 6 dakikalık animasyon filmini hatırladım. Aradan onlarca yıl geçtikten sonra aynı konuları işlemek için çekilen Greyhound’un, Amerikan tarımının ve gıda endüstrisinin gücünü gösteren daha doğrusu gıdanın silah olarak kullanılmasını öneren Food Will Win the War’un mirasını sahiplenmesinin hiç de şaşırtıcı olmadığını söyleyebilirim.

Bu animasyon, ABD Tarım Bakanlığı’nın siparişi üzerine, hem gıda sıkıntısı çeken müttefiklere umut aşılamak hem “bütün yiyeceğimizi Avrupa’ya gönderdiğimiz için bizler aç kalacağız” diye endişe eden halkın korkularını gidermek hem de Amerikan çiftçisinin çalışkanlığını övmek için Disney Stüdyoları tarafından yapılmıştır. İkinci Paylaşım Savaşı boyunca birçok propaganda filmi çeken Disney’in barış zamanında üretilenin beş katından fazlasını ürettiği ve eğer savaş olmasaydı Disney Stüdyolarının batacağı iddia edilmiştir, ancak bu yazı Disney’in diğer propaganda filmleri değil, Food Will Win the War filmi hakkındadır.

blank

“Savaşı Gıda Kazanacak” sloganı, Birinci Paylaşım Savaşı’nda ortaya çıkan ve gıdanın yalnızca Amerikan ordusunu beslemek için değil komünizmin yayılmasını önlemek için de gerekli olduğunu iddia eden Amerikan politikasının özetidir. Bir süre sonra ABD Başkanı olacak Herbert C. Hoover, henüz 1919 yılında, “Elbette, Avrupa’daki kıtlığa karşı mücadele etmemizin temel amacı açlıktan ölen insanların hayatlarını kurtarmaktır ancak ikincil amacımız açlığın hizmetkârı olan anarşiyi yenmektir” demişse de, komünizmle mücadele demek olan “ikincil amaç”, hızla asıl amaç haline getirilmiştir.

Winston Churchill ile özdeşleştirilen “zafer” işaretini andıracak şekilde ekrana yerleştirilmiş buğday başaklarının görüntüleriyle başlayan film, anlatıcının, “Bütün dünya alevler içinde, özgürlüğün vahşi düşmanlarıyla savaşıyoruz. Birçok ülkede kasabalar harap oldu, çiftlikler, sığırlar ve ürünler Mihver orduları tarafından yok edildi. Açlığın pençesindeki çaresiz kurbanların yardım çığlıkları duyuluyor” sözleriyle devam eder. Yakılıp yıkılmış topraklar üzerinde oturan Avrupalı iki kişinin –muhtemelen karı-koca- çaresizce gökyüzüne baktığı sahne ekrana gelirken, anlatıcının, “ama en karanlık saatlerde bir umut ışığı belirir” sözleriyle eşzamanlı olarak, karanlık bulutların arasından sızan ışıklar ABD topraklarını andıracak şekilde göklerde belirir ve Avrupa’nın umudunun Amerika olduğunu ancak onun görkemli, ulaşılamaz ve aydınlık göklere layık olduğunu ima eder.

Bir sonraki sahnede, ABD topraklarının tüm Avrupa’nın toplamından daha büyük ve Amerikalı çiftçilerin sayısının Mihver Devletlerinin askerlerinin toplamından fazla olduğu harita üzerinde gösterilir. Film, bu sahnelerle Amerikan çiftçisini överken, yeterli gıda üretilmezse savaşın kazanılamayacağını ve çiftçilerin askerler kadar hatta daha önemli olduğunu vurgular. Ayrıca seyircinin zihninde kalıcı hale gelmesini sağlamak için Amerikan tarım ürünlerinin ezici üstünlüğü, herkesin bildiği görkemli yapılara, tarihi olaylara ve doğa harikalarına benzetilecek, bu kıyaslama ve övünme film boyunca sürecektir. Hatta daha da ileri gidilecek, tarımda kullanılan makinelerin örneğin biçerdöverlerin taburlar, kamyonların alaylar, follukların topçu bataryaları gibi hareket ettiği veya hayvanların tümenler halinde yürüdüğü yani gıdanın “askerileştirildiği” ve birer silaha dönüştürüldüğü açıkça görülecektir.

blank

“Ürettiğimiz buğdayın hepsini un haline getirsek, Alman tanklarının üstüne kar gibi yağardı ve onlara bir başka Rus kışı yaşatırdı” sözleriyle, başarısızlıkla sonuçlanan Barbarossa Harekatı’na gönderme yapılması ve günümüzde bir Hollywood filminde kolay kolay göremeyeceğimiz şekilde Ruslara övgüde bulunulması dikkate değer. Rus övgüsü şimdi şaşırtıcı gelse de, kısa bir süre için öyle olmadığını söyleyebiliriz. İkinci Paylaşım Savaşı esnasında Ruslara duyulan sevgi bütün dünyaya yayılmış, Sam Amca’yı simgeleyen Roosevelt tarafından “Joe Amca” denilen Stalin, bütün Amerikalıların “sevgilisi” haline gelmişti. Ne var ki, Nazileri durdurmak için olağanüstü bir gayretle savaşan Ruslara duyulan hayranlık, halkların kardeşliğini öne çıkarmasına karşın bu “sevgi” Avrupalı liderleri rahatsız etmişti.

“Joe Amca” efsanesini yıkmak ve Sovyetleri kısa sürede yok edebilmek mümkün gözükmediğinden, Batılı liderler tarafından, yeryüzünün Amerika ve Sovyetler arasında iki nüfuz bölgesine ayrılması kararı alınmış ve uygulanmıştır. “Hiçbir önlem almadan bir şeyler olmasını beklememeliyiz. Elimizde atom bombaları varken ve komünist Ruslar bu bombaya henüz sahip değilken harekete geçmeliyiz” diyerek, Rusların bir an önce sınırlandırılması gerektiğini dile getiren Churchill, modern dünyanın bir “demirperde” ile ikiye bölünmesinde büyük rol oynamıştır.

Demirperde’ye giden yolda, herhangi bir Amerikan filminde Sovyetleri övmek hatta onları gülerken göstermek bile “suç” olarak görülmeye başlanacaktır. Komünist faaliyetleri araştırmak üzere kurulan “Amerika’ya Karşı Çalışmalar Kurulları Meclisi” de (HUAC) Joseph McCarthy öncülüğünde hızla “cadı avı”na çıkacak ve kitlelere rahatlıkla erişebilme gücünden dolayı özellikle sinemayı hedef alacaktır. Örneğin Song of Russia (1944) filmini inceleyen Kurul’un, bilirkişi olarak görevlendirdiği ve “Rusların gülerken gösterilmiş olmasının komünist propagandası” olduğunu kolayca “ispat” eden vahşi kapitalizmin savunucularından Ayn Rand ile Komite Başkanı John McDowell arasında geçen konuşma trajikomiktir. Söz konusu filmde, bir Rus çiftçisine, “nefis bir buğday” dediği için başrol oyuncusu Robert Taylor’u asla affedemeyeceğini söyleyen Rand’ın bilirkişiliğinin ne anlama geldiğini tahmin etmek ise hiç de güç değil.

“McDowell: Artık Rusya’da hiç kimse gülmüyor mu yani?
Rand: Tıpatıp sözcük anlamıyla soruyorsanız, hayır diyebilirim.
McDowell: Gülmüyorlar yani?
Rand: Bizim bildiğimiz anlamda gülmüyorlar, evet. Gülecek olurlarsa, özel, kişisel olarak gülüyorlar, rastlantısal. Toplumsal olarak değil kesinlikle.” (Lillian Hellman, Şarlatanlar Dönemi)

Kurul tarafından sorgulanan birçok kişi hapse atılmış, sürgüne gönderilmiş veya işlerinden olmuş ancak dostlarının isimlerini “fısıldayanların” hızla yükselmesiyle, Hollywood “yola” getirilmiştir. Soruşturmalardan kurtulmak isteyen Hollywood patronları, çalışan herkesten, komünist olmadıklarına, geçmişte hata yapmış olsalar bile artık pişmanlık duyduklarına ve bir daha aynı yanılgıya düşmeyeceklerine dair yemin etmelerini yazılı olarak istemiştir. “Amerikan Lejyon Andı” olarak anılacak bu karara uymayanlar ise Hollywood’da barınamaz hale getirilmiştir. Oyun yazarı Lillian Hellman, yaşanan çürümeyi ve baskıyı şöyle özetler.

“En iyi niyetliler bile ağızlarını biraz açacak olsalar, süslü muhasebe defterlerine, eski senaryolar denilen ücretlerin, özel limuzin paralarının, tatil harcamalarının ya da kayda geçirilmemiş yıllık bir ikramiyenin işlendiğini görüverirlerdi. Doğruları söylemesi beklenen ancak vergi kaçıran, kazancını ve tatil harcamalarını en yakınlarından gizleyen, eşlerini aldatmayı hüner sayan, ikramiyelerini saklayan bu insanlar nasıl haysiyetli davranabilir ki?” (Lillian Hellman, Şarlatanlar Dönemi)

Tekrar filme dönersek, animasyon boyunca birçok tarımsal üründen, insanların beslenmesi veya sağlığı üzerindeki etkilerinden dolayı değil sadece savaşı kazandıracak birer araç yani silah olarak görüldüğü için söz edilmiştir. “Özgürlüğe” giden yolda Amerikan tarımı savaşı kazanacak ve düşmanı yok etmeyi başaracak diyen filmin tamamına hâkim olan militarist üslup sonucu, tarımsal üstünlüğü göstermek için abartılı görseller sürekli kullanılacak, buğday, mısır, soya fasulyesi, patates, domates, meyve ve sebzelerin çokluğu bu örneklerle seyirciye sunulacaktır. Örneğin bir sahnede, Hitler, Mussolini ve Hirohito bowling oyunundaki lobutlar gibi devrilecek ama bunu sağlayan askerler değil Amerikan “vitaminleri” olacaktır.

Bu kıyaslamalara birkaç örnek daha vermek gerekir. Üretilen meyve suları, her Amerikalının çok iyi bildiği Yellowstone’un simgesi “Old Faithful” gayzerine benzetilir ve bu gayzerin en az 4 ay boyunca meyve suyu püskürtebileceği veya üretilen sütlerin, Niagara Şelaleleri üzerinden akması halinde New York’taki her fabrikayı bir saatliğine aydınlatmaya yetecek kadar elektrik üreteceği iddia edilir. Başka bir çarpıcı örnek ise üretilen etlerin çokluğunu göstermek içindir ve seyirciden, bu etleri kızartmak için Vezüv büyüklüğünde dört yanardağdan oluşan bir mangal hayal etmeleri istenir. Bir başka sahnede ise Amerikan yumurtalarından kocaman bir omlet yapılabilse, ABD ve Kanada’nın tamamını kaplayacağı iddia edilir. Bu kıyaslamalar sona erdikten sonra, “Üç Küçük Domuzcuk” flüt, davul ve Amerikan bayrağıyla yürürken gösterilir ve anlatıcı, “Kim Korkar Hain Kurttan?” sorusunu sorar. Peki, niçin “Üç Küçük Domuzcuk” masalına yer verilmiştir. Ona geçmeden önce kısaca masalı hatırlayalım.

blank

Evvel zaman içinde, anneleriyle birlikte yaşayan üç küçük domuzcuk varmış. Domuzcuklar büyümüşler ve evden ayrılmalarının zamanı gelmiş. Yola çıkmadan önce anneleri, “yavrularım, bu dünyada ne yaparsanız yapın, elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışın” diye öğüt vermiş ve yolcu etmiş. Küçük domuzcuk, “ben evimi samandan yapacağım” derken, ortanca domuzcuk, “ben de evimi ahşaptan yapacağım” demiş. Daha zahmetli olmasına karşın “evini taştan yapacağını” söyleyen büyük domuzcuk, kardeşlerine otlardan ve ağaç dallarından yapacakları evlerin güvenli olmayacağını ve kurt saldırırsa karşı koyamayacaklarını söylemişse de, iki kardeş abilerini dinlememiş çünkü evlerini bir an önce bitirip oyun oynamak istiyorlarmış.

Domuzcuklar evlerini bitirmiş ve keyifli bir yaşam sürmeye başlamışken hain kurt çıkagelmiş. Üflemiş püflemiş ve iki domuzcuğun evini kolayca yıkmış. Evsiz kalan kardeşler korkuyla abilerinin tuğladan yapılma evine sığınmışlar. Kurt, üçüncü domuzcuğun evine gelmiş ancak üflese de püflese de evi yıkamamış. Evin içine girmeye çalışsa da, kardeşlerin hep birlikte karşı koyması sonucu kaçmak zorunda kalmış. İki domuzcuk, tembellik ettiklerinden dolayı pişman olmuşlar ve daha sonra abilerinin yaptığı gibi her şeyin en iyisini yapmaya başlamış ve huzur içinde yaşamışlar.

“Amerikalılar, yağmacı güçlerden iki geniş okyanusla korunmuş ve zayıf ülkelerle komşu olan hemen hemen boş bir kıtaya yerleşmişlerdir. Tanrı’nın lütfuyla benzeri olmayan ve nihai olarak üstün bir konuma sahip olduğuna inanan Amerika büyük okyanusların kendisine sağladığı güvenliğini, ilahi takdirin bir işareti olarak yorumlamayı ve eylemlerine, güvenlik marjı yerine, başka herhangi bir ulus tarafından paylaşılmayan üstün bir ahlaki değer yüklemeyi doğal bulmuştur.” (Henry Kissinger, Diplomasi)

Üç Küçük Domuzcuk masalının seçilmesi boşuna değildir. “Bir nesilde ikinci kez bir dünya savaşı felaketi kapımıza dayandı. Ömrümüzde ikinci kez, kaderin uzun kolu okyanusun ötesinden uzanıp Birleşik Devletler’i savaşın ön cephelerine çekti” sözleriyle başlayan Greyhound filmini de dikkate aldığımızda, ABD’nin kendini “büyük domuzcuk” olarak gördüğünü ve “evlerini” düzgün yapmadıkları için kendisine muhtaç hale gelen Avrupalı kardeşlerini eleştirdiğini görmemek mümkün değil. Amerika, gerçekten de masaldaki “büyük domuzcuk” gibi davranmıştır çünkü “kardeşlerinin” evi yakılıp yıkılırken ve Nazilerle savaşan Ruslar 20 milyona yakın kayıp verirken oturup beklemiştir.

Henry Dawes isimli bir senatör, 1880 yılında, “Kızılderililere” ait kamu topraklarının özelleştirilmesine ilişkin yasa teklifini Kongre’ye sunarken, “evini komşusunun evinden iyi yapmayan bir uygarlığın gelişemeyeceğine” inanan Amerikan zihniyetini ortaya koymuştur. “Evini komşununkinden daha iyi yapma” sözündeki “bencilliğin”, insan olmanın ilk şartı olan “ev alma komşu al” sözündeki merhamet ve sevgiyi yıkıma uğratarak, insanın kendine, türüne ve üzerinde yaşadığı doğaya yabancılaşmasına yol açtığı gizlenmeye çalışılsa da, bu bencilliğin insana değil kapitalizmin özüne ait olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

“Bu milletin içinde kendi evi olmayan kişi yoktu. Büyük kabile, bir tek dolara bile sahip değildi ama yine de aralarında hiç yoksul bulunmuyordu. Kabile, kendi okul ve hastanelerini kendisi inşa ediyordu ama sistemin kusuru da gözler önündeydi. Üzerinde yaşadıkları topraklar hepsinin ortak malıydı ancak varabilecekleri yere ulaşmışlardı. Kendi evini komşununkinden daha iyi ve daha güzel yapamıyorsan, ortada girişim ve atılım yok demektir. Böyle bir yaşam düzeninde uygarlığın temel dürtüsü olan bencillik öğesini bulamazsınız.” (Henry Dawes)

Animasyon sona ererken uçaklar, savaş gemileri ve ticaret gemilerinin görüntüleri ekrandayken anlatıcı, “dört özgürlük”ten söz eder ve bu özgürlükleri simgeleyen “dört yıldız” gözükür. Başkan Roosevelt’in 1941 yılında yaptığı bir konuşma, “Dört Özgürlük Konuşması” şeklinde anılır. Amerika’nın savaş hedeflerini simgeleyen bu özgürlüklerden birincisi ifade özgürlüğü, ikincisi her insanın Tanrı’ya kendi yoluyla ibadet etme özgürlüğü, üçüncüsü dünyanın her yerinde ticaret özgürlüğü, sonuncusu ise dünya çapında silahlanmanın azaltılması anlamına gelen korkudan kurtulma özgürlüğüdür.

blank

“Özgürlük için gıda yüklü gemiler üretildi, savaştı ve savaşan herkese teslim edildi.” (Greyhound)

Başkan Harry S. Truman, üretimin ve demokrasinin büyümesinin “açlığın, sefaletin ve çaresizliğin” üstesinden geleceğini ve “tüm insanlık için bireysel özgürlük ve mutluluk” getireceğini söylemiştir. Branko Milanovic, bu kalkınmacı vizyonun “yirminci yüzyılın vaadi” olduğunu iddia eder. İkinci Paylaşım Savaşı, müttefiklerin zaferiyle sonuçlanmış ve gıda, savaşı kazandırmıştır. Peki, günümüzde durum nasıldır? Kalkınmacı vizyon başarılı olmuş mudur?

“Dünyanın zengin kesimi, insan ömrünün yüz yılı geçmesini sağlayacak teknikleri tartışırken, milyonlarca insan kolayca engellenebilecek hastalıklardan, güvenilir suyu olmadığından ya da önlenebilir enfeksiyonlardan ölmekteydi.” (Branko Milanovic,  Küresel Eşitsizlik)

BM Gıda Hakkı Özel Raportörü Prof. Dr. Hilal Elver, yılda 35 milyon kişinin açlıktan öldüğünü veya ölmek üzere olduğunu ifade ederken, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ise “Bolluğun olduğu bir dünyada açlıktan ölen çocuklar var” demektedir. Bu yazı yazıldığı esnada, dünyadaki açlık çeken insan sayısının 850 milyona dayandığını görmenin acı verici, aşırı kilolu insan sayısının, aç insan sayısının iki katı olduğunu görmenin ise utanç verici olduğunu söylemeliyim. Her gün yaklaşık 30 bin insanın açlıktan ölmesi karşısında, Oxfam yetkilileri “açlığın bir savaş silahı” gibi kullanıldığını söylemek zorunda kalmıştır.

Açlığın olmadığı bir dünya mümkün ancak vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada zengin ulusların, yoksulluğa bağlı nedenlerden dolayı ölmekte olan kişilere “yardım” etmeye yanaşmamalarını “ahlaki açıdan kabul edilemez” ilan eden Peter Singer’dan hareketle, içinde yaşadığımız kapitalist dünyanın ahlaksız olduğunu ve bunu içimize sindirmemizin beklendiğini söyleyebiliriz. Her dakika 20 kişi açlıktan ölüyor. Bu da yılda 10 milyondan fazla insan demek ve bunların çoğunun çocuk olması, içinde yaşadığımız utanç verici ve ahlaksız dünyanın kanıtı değilse nedir?

“15 yılda toplam 270 milyon olan ölü sayısı, 20. yüzyılda gerçekleşen savaşlar, iç savaşlar, soykırımlar ve diğer hükümet baskılarının sonucunda ölen 200 milyon insandan epeyce fazladır.” (Thomas Pogge, Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları)

Günümüz iktisadi sisteminin vatandaşların büyük bölümünü yüz üstü bıraktığı ve mevcut siyasal sistemin parasal çıkar odakları tarafından zapt edildiğini söyleyen Josephn E. Stiglitz, “eşitsizlik için büyük bedel ödediğimizi” savunur ve şöyle der. “Eşitsizlik, çevre kirliliği, işsizlik ve hepsinden önemlisi her şeyin mubah olduğu ve kimsenin sorumlu tutulmadığı bir noktaya varan ahlaki yozlaşma.” Olan bitenin büyük bir kısmı ancak “ahlaki yozlaşma” ifadesiyle anlatılabilir diyen Stiglitz, finans sektöründe ve başka yerlerde çalışan birçok insanın ahlaki pusulalarının bozulduğunu iddia eder. Animasyonda yer verilmeyen birkaç kıyaslamayı da biz yapalım.

Fransa’nın 12, İtalya’nın 9, İngiltere’nin 4 milyon nüfusa sahip olduğu dönemde, Meksika’nın 25 milyonluk nüfusunu 1 milyona, kıtanın 80 milyonluk nüfusunu ise 10 milyona indiren ve 150 yılda insanlığın beşte birini yok eden Batı uygarlığının öldürdüğü milyonlarca insanın kanı “Old Faithfull” gayzerinden püskürtülse kaç ayda biterdi acaba?

Yaklaşık 350 yılda 12 milyona yakın “zenciyi” ABD’ye taşıyan, yüz binlercesinin yola çıkmadan veya yolda ölmesine sebep olan, en genç, en güçlü ve en sağlıklı olanları seçerek Afrika’nın kanını emen Batı uygarlığının katlettiği milyonlarca insanın kanı Niagara Şelalelerinden aksa, kaç fabrikayı çalıştıracak elektrik üretirdi acaba?

Dünyanın her köşesindeki yeraltı ve yerüstü zenginliklerini Avrupa’ya taşıyan, milyonlarca insanı iç savaşlara sürükleyen, madenlerde ölümüne çalıştıran Batı uygarlığının sadece Kongo’da öldürdüğü milyonlarca insanı tek seferde yok edebilmek için Vezüv büyüklüğünde kaç yanardağ gerekirdi acaba?

Toprakları sömürüldüğü, ataları köleleştirildiği, zenginlikleri yağmalandığı için açlık çeken, her dakika onlarcası ve her yıl milyonlarcası açlıktan ölen çocuklardan esirgenen yumurtalar omlete dönüştürülse ne kadar yer kaplardı acaba?

Bu soruları sonsuzca artırabiliriz ancak Thomas Pogge’ye göre küresel kurumsal yapı, Batı ülkelerinin iktisadi, siyasi ve askeri gücü aracılığıyla tasarlanmakta ve ayakta tutulmakta; insanlığın geri kalanına -çoğu zamanda yoksul ülkelerdeki siyasi ve ekonomik elitlerle işbirliği içinde- dayatılmaktadır. Pogge’nin ifadesiyle küresel yoksulluk insanlığın karşılaştığı en ciddi soykırımdır:

“Elimizde kesinlikle tam anlamıyla insanlığa karşı işlenmiş bir suçu kanıtlayacak kadar yoksulluğa bağlı ölüm var: Bugün, her yedi ayda bir, Nazi ölüm kamplarında öldürülen insanların toplamı kadar insan yoksulluktan ölüyor.” (Thomas Pogge, Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları)

“Küresel yoksulluk dünyanın bugüne kadar gördüğü en ağır olmasa da en büyük insan hakları ihlalidir” diyen Pogge’nin sözlerine şu eklemeyi yapmak mümkün. Gıdayı silah olarak kullanmak suretiyle sebep olunan bu insan hakları ihlalinin ve soykırımın tek suçlusu değilse de, en büyük suçlusu Amerika’dır.

Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay

Kaynakça

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Boogie El Aceitoso (2009)

Hem aksiyon, hem şiddet, hem de mizah dozu bakımından Boogie,
blank

Le Tableau / Mutluluğa Boya Beni (2011)

Yılın en yaratıcı ve şiirsel Fransız filmlerinden Le Tableau, çocuklardan