Öteki Sinema okurlarının çok sevdiği kült aktör Franco Nero, 52. Antalya Film Festivali’ne katıldı ve sinemasal deneyimlerini festival takipçilerine aktardı.
Franco Nero… Bin yüzlü adam. İtalyan sinemasının en büyük uluslararası yıldızlarından biri… Hem Antonioni gibi bir sanat sinemacısı hem de Lucio Fulci, Enzo Castellari ya da Sergio Corbucci gibi tüccar yönetmenlerle çalışabilmiş, bazen bir kovboy (Django) bazen de bir ninja (Enter the Ninja) olarak karşımıza çıkmış, yeteneğini ve yakışıklılığını asla kaybetmemiş bir isim.
Eşi Vanessa Redgrave ile birlikte katıldığı panelden sonra basın üyelerine özel bir toplantıda sinema yolculuğunu paylaşan, canayakınlığı ve ilerleyen yaşına rağmen eksilmeyen karizmasıyla beğeni toplayan aktörün söylediklerini Öteki Sinema yazarı Başak Bıçak not aldı ve okurlarımızla paylaştı.
Camelot Filminde Rol Alması…
Önce rolü nasıl aldığımı anlatmalıyım size. Bu filmden bir yıl önce John Houston beni keşfetti. İncil (The Bible – 1966) filminde Abel’ı oynadım. John Houston bana, çok iyi İngilizce öğrenmem gerektiğini ve benim öğretmenim olacağını söyledi. Ben her gün çalıştım sözlerime ve sonunda bana hediye olarak Shakespeare kayıtları verdi. Ve ben bu Shakespeare kayıtlarını ezberlemeye başladım. Ama ne dediğimi hiçbir zaman bilmedim.
Sonra İtalya’nın ortasında bir westernde oynuyordum. Menajerim aradı. “Londra’da, Amerikalı bir yönetmen var seninle çalışmak istiyor, John Houston tavsiye etmiş” dedi. Joshua Logan’la yemek yemeye gittim. Daha önce bu oyunu tiyatroda çok bilinen isimler canlandırdığı için Houston’a yeni isimler aradığını söylemiş Joshua Logan. Houston da Franco Nero ve Richard Harris’i önermiş.
Ondan sonra tanışmışlar oturup sohbet etmişler. Dedi ki “fiziksel olarak tam aradığım kişisin ama bu çok pahalı bir yapım çok iyi İngilizce bilmeyen birine bu yapıma alamam.” Ben de “peki tamam” dedim, kalktım ve döndüm dedim ki “ben Shakespeare biliyorum.” “İngilizce bilmiyorsun” dedi bana. Ben de birden başladım Shakespeare’den ezberlediklerimi okumaya… “Bütün dünya bir sahnedir” diye… Sonra yarım saat kadar Shakespeare okudum ve rolü aldım.
Vanessa ile Tanışma…
Çekim için Hollywood’a gittik. Kostümler vs yapıldı sonra İspanya’ya gittik şövalyelerin sahneleri, kaleler için. Orada da Guenevere yoktu, üç ay kadar kaldık. Sürekli soruyorum ben kim oynayacak diye. “Bir İngiliz aktris Vanessa Redgrave oynayacak” dedi, “tanımıyorum ben hiç duymadım” dedim.
Sonra Hollywood’a döndük, bütün her şey Warner Bros. stüdyolarında yapılıyordu. Orası şehir gibidir, küçük bayraklı bisikletlerle her yere gider gelirsiniz. Bir gün tam ana caddede yürüyoruz. Karşıdan gelen bir kadın için “işte Vanessa” dedi. Karşıdan yırtık pırtık pantolonlu, yüzünde çilleri olan, gözlüklü bir kadın geliyordu. Ben İtalyanım. Kadın deyince, iri göğüslü, esmer bir kadın geliyor aklıma. Hep birlikte yemeğe gittik. Ben yemekte soğuk davrandım, elini sıktım filan.
Küçük bir dairede kalıyordum. Orada mükemmel bir İtalyancayla yazılmış bir not buldum. Napoli Drive’daki villamda bir yemek daveti veriyorum, gelirseniz sevinirim. Akşam kalktım gittim, Los Angeles’ın villaları çok düzayaktır, bahçeden geçer gidersiniz. Kapıyı güzeller güzeli bir kadın açtı. Bir an yanlış yere geldim sandım. “Ben Vanessa Redgrave tarafından verilen yemeğe geldim” dedim. “Ben Vanessa’yım” dedi. İnanılmaz bir değişim geçirmişti. İşte böyle tanıştık.
Aşkımız Sinemaya Uygun
Vanessa ile tanıştık, sonra uzun süre ayrı kaldık ve yeniden birleştik. Sinemaya uygun bir hikâye bu ve belki bir gün bunun hakkında film çekebilirim. Letters to Juliet filmi de buna çok uygun bir hikâyeydi aslında. Orada elli yıl önceki aşkını bulmak için İtalya’ya giden bir kadının hikâyesini anlatıyordu. Bizimki ona benziyor biraz…
Bir anımızdan bahsedeyim… Paris’te bir oyun sahneye koyuyordu Vanessa, ben de İtalya’da bir filmin başrolünde oynuyordum, ona hazırlanıyordum. “Sana ihtiyacım var, kalk gel” dedi. Ben de “filmin başrolündeyim, nasıl bırakayım geleyim” dedim ama sonra yönetmenle ayarladım, izin aldım, “ne istiyorsun” diye sordum. “İzleyicinin arasına oturacaksın, ben oynarken arada bir şimdi sahnede bir erkeğe ihtiyacım var diyeceğim ve izleyicilerin arasında Franco Nero’nun bulunduğunu biliyorum, onu davet ediyorum diyeceğim. Sen de sahneye çıkacaksın ve birlikte performans sergileyeceğiz.” Ama bunu her gün yapmamızı istedi ve her temsilde yaptık.
Ama ilk sahneye çıkışımız aslında 1967 yılında Los Angeles’ta oldu. İtalyan sanatını kurtarmak için bir etkinlik düzenleniyordu. O sırada Floransa ve Venedik’te sel olmuştu ve İtalyan sanat eserlerini kurtarabilmek için para toplamam gerekiyordu. Rex Harrison kabul etti çünkü Portofino’yu çok seviyor, Richard Harris dayanışmak için kabul etti, Edward G. Robinson ortaya çıktı ve “ben Napoli lehçesi konuşuyorum” dedi, şok oldum ama gerçekten çok iyi konuşuyordu. Salonda inanılmaz bir kalabalık vardı, bir ara çıkmaya tereddüt ediyordum sahneye ki, Vanessa beni tekmeledi ve kendimi sahnede buldum.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
“Clint Eastwood ile Çalışmak İsterdim”
Farklı yönetmenlerle, farklı ülkelerde çalışmış olmaktan çok mutluyum. Luis Bunuel’le İspanya’da, Rainer Werner Fassbinder’le Almanya’da, Rusya’da, Fransa’da, İtalya’da, Amerika’da her yerde bir sürü önemli yönetmenle çalıştım. Bundan çok mutluyum. Tüm bunların arasından bir tek, birlikte aynı filmlerde başladığımız ama sonra çok iyi bir yönetmen olan Clint Eastwood ile çalışmayı çok isterdim.[/box]
Western Projeleri
Yakın zamanda bir yönetmene yardım etmek için kısa bir westernde oynadım. Şimdi yönetmen John Sayles, Django Lives diye bir devam filmi yapıyor ve bu kez 1915 yılında geçiyor film, daha modern zamanlarda. 1880’lerde genç bir adamdı Django dolayısıyla şimdi de yaşlı bir adamı canlandıracağım. Müthiş bir hikâye, çok seviyorum.
Bir de Keoma diye başarılı bir western yapmıştım, Enzo G. Castellari ile… Yeni bir Keoma filmi yapacağız birlikte, Keoma Rises ismi onun da.
Tarantino ve Django Unchained
Biliyorsunuz, artık öldü diyorlar western için… Ama Tarantino Django Unchained’i yaptı ve çok başarılı oldu. Şimdi de The Hateful Eight’i çekti. O da o kadar başarılı olacak ki yeni westernlere kapı açacak yeniden…
Uzun bir hikâyesi var Quentin Tarantino’yla karşılaşmamızın… 20 yıl önce, İspanya’da film yapıyordum, Penelope Cruz kızımı oynuyordu, San Sebastian Film Festivali’ne gidip geldi. Orada Tarantino isminde genç bir yönetmen tanıdığını söyledi. “Seninle çalıştığımı söyleyince çıldırdı; idolüymüşsün, efsanesiymişsin Tarantino’nun, mutlaka seninle tanışmak istiyor” dedi.
Inglourious Basterds için Roma’ya geldiğinde “ben Franco’yla tanışmadan bu şehirden gitmem” demiş. Bir restoranda buluştuk. Mesele şuymuş: On dört yaşındayken bir videocuda çalışırken benim bütün filmlerimi izlemiş. Bana filmlerimden replikler okudu, şarkılar söyledi, inanamadım. Daha sonra Django Unchained’i yapacağı zaman beni aradı ve “filmde mutlaka yer almanı istiyorum, bu hem sana hem de Corbucci’ye bir saygı duruşu niteliğinde olacak” dedi. Bizim filmde mağdur olanlar Meksikalılardı. Bu filmde ise siyahîler çünkü Quentin bir dahi.
New York’ta Law&Order’ın bir bölümünü çekiyordum, orada Dominique Strauss-Khan’ı canlandırıyordum. Biliyorsunuz, bir otel görevlisine tecavüz ettiği için yargılanan Dünya Bankası yöneticisi… O bölüm reytinglerde bir numara olmuştu. Bölümün yazarı bana, Django Unchained’in senaryosunu verdi, “okumak ister misin” diye sordu. Senaryoya baktım, orada benim oynayabileceğim bir tek rol var, o da Alman doktor. Ancak onu da zaten Christoph Waltz’a vermiş, zaten onu düşünerek yazmış. Bana göre bir rol yoktu.
Tarantino beni aradığında, ona bir fikrim olduğunu söyledim. Siyah Django’nun sürekli filmde hatırladığı hayal ya da rüyaya, orada yavaş çekimde siyahlar giymiş, siyah atlı bir adam yanaşıyor. Sonra siyah bir kadın ve siyah çocuğa işte baban diyor. “Bunu ben oynamalıyım” dedim. Telefonda bir sessizlik oldu. “Ne oldu” dedim, düşünüyorum dedi. Üç ay kadar ondan hiçbir haber alamadım. O arada New Orleans’ta filmi çekti.
Her Şubat ayında, Los Angeles’ta İtalyan Sineması Festivali olur, ben de ona giderim. Ocak’ta beni aradı ve “senin fikrin olmaz, gerçek hayatta böyle bir şey olabilir; beyaz bir adamın, siyah bir çocuğu olabilir ama sinemada olmaz” dedi. Sonra görüşmek için festivale, Los Angeles’a geldi. Orada dört saat süren uzun bir yemek yedik, Beverly Hills Oteli’nde… Yemekte, ona hep güven bana, güven bana dedim. Aslında ona yaptığım büyük bir iyilik oldu. Sonra bana söyledi, “senin sayende kariyerimin en başarılı filmini çektim.” İki Django’nun karşılaşması çok işe yaradı. Bu başarıyı da her daim dile getirdi. Film için aslında dokuz dakikalık bir çekim yapmıştık. Üç dakikaya kısaltmış ama çok normal çünkü film zaten çok uzun. Leonardo’yla sahnem vardı, onları atmış ama hiç önemli değil. Önemli olan, beni bu filmde istemiş olması. Bir de western meselesine gelirsek, yeni filmi The Hateful Eight yakında gösterime girecek, başarılı olursa türün önü açılır, olamazsa biter.
Bir filmde oynamayı kabul etmeden önce senaryoyu okurum, iyiyse önceliğim odur. Sonra yönetmeni sorarım. Yönetmenin iyi olması işe yarar ama senaryo iyi değilse o film iyi çıkmaz. Onun için kabul etmem. Bilseniz, binlerce senaryo reddettim. İnsan bir yılda en fazla üç film yapabilir. Bir de bilseniz, meşgul olduğum için reddettiğim filmlerin hem İtalya’da hem de Amerika’da ne büyük başarılar kazandığını… Yine de 200’den fazla film yaptım. Kendimi ayrıcalıklı buluyorum. Bir de her kültürle çalıştım ben. Rusya’da, Güney Amerika’da, İsrail’li bir yönetmenle Türk’ü oynadım. Otuzdan fazla milliyeti canlandırmışım. Böyle biri daha yoktur herhalde.
Çünkü ben çok meraklı bir insanım, yeni dünyalar, yeni sinemalar keşfetmek isterim. 50 yıldır bu meslekteyim ama hala çocuk gibi hissediyorum. Beni genç tutan da bu. Hep yeni işler yapmak istiyorum. Şu an 200 projem var. Yönetmen olarak da pek çok projem var. Oğlum bir belgesel çekti benim hakkımda. Başlığı çok hoştur; Bin Yüzlü Adam. Çünkü hep değişirim ben. Bir bakarsınız sarışın mavi gözlü, bir bakarsınız siyah gözlü esmer biri olurum… Her türde film yaptım, aksiyon, aşk, gerilim, polisiye, çocuk filmi ve müzikal…
Artık Sinema İçin Film Yapılmıyor
Ben eski kafalıyım. Sinemada öykü seviyorum. Özel efektleri değil. Bence film hisler, duygular uyandırmalıdır. Ama sinema için film yapmak artık bitti. Eskiden bir yazar projesini alıyordu, bir prodüktöre gidiyordu, onu ikna ediyordu ve ikna etmek için neredeyse filmi oynuyordu ona. Çünkü sinema yapıyorduk biz. Şimdi televizyonlarda ve videolarda izlenmesi için yapılıyor filmler. Hata İtalya’da önce televizyona gönderiliyor filmler. Rai’ye gidiliyorlar ve kanal diyor ki çok sert olmuş bu sahne, televizyon izleyicisine uymaz. Yani kölesiyiz televizyonun. Sinema bence kötüye gitti, gidiyor.
Şimdi eski bir film izleyince mutlu oluyorum, nedir yani şimdiki filmler. O ateş ediyor, bu ateş ediyor. Mesela ben jazz severim. Bir topluluğum var. Forever Blues diye bir film yaptım ama almadı hiçbir televizyon kanalı çünkü çok yavaşmış. New Orleans’taki en önemli jazz filmleri festivaline götürdüm. Bugün artık televizyonlarda b*k istiyorlar.