“Derler ki, din gerçeklere dayanır. Zekice ve mantıklı görünen şekildedir. Benim inandığım tek şey adımın Jonathan Preest olduğu ve bu gece bir adamı öldüreceğim…”
Londra’nın paralel evreni olan Meanwhile City’de inancın gerekli olduğu bir evrende inancı olmayan Jonathan Preest din uğruna öldürülen masum, küçük bir kızın katilini bulmak için tek başına savaş vermektedir. Yüzüne taktığı kirli beyaz maske inançsızlığının da bir sembolüdür aslında. Renksizdir. Yüzü yoktur, lakin inancı yoktur kendi yüzünü şekillendirebileceği… Oysa ki yaşadığı paralel evreni böyle değildir. Herkes bir dine mensuptur. Londra’da ise kahramanımız David adında bir hiç kimsedir. Kimse onun varlığını ya da sağlığını umursamamaktadır. Babası hariç!
Milo evlilik planları yaptığı sevgilisinden aniden ayrılmış ve karamsarlığın kollarına bırakmıştır kendini. Onun aradığı aşktır. İnandığı tek şey aşktır. Bir gün çocukluk arkadaşı Sally ile karşılaşır ve bunun kader olduğuna kanaat getirir. Emilia’nın bitirmesi gereken bir projesi vardır. İçine kapanık, geçmişin acılarını atlatamamış genç bir kadındır. Onun bitirmesi gereken projesi intihar halleri olarak özetlenebilir. İnandığı tek şey ölüme yakın olmaktır. Peter Esser, küçük kızını kaybetmiş ve kayıp oğlunu arayan bir adamdır. Oğlu akıl sağlığını yitirmiştir ve iyileşmek için yatırıldığı hastaneden kaçmıştır. Onun inandığı tek şey oğlunu yeniden kazanıp evine döndürebileceğidir.
İki paralel evren arasında geçen koyu, karanlık yollarda inandığı şeyleri arayan dört insanın hikayesi Franklyn… Filme başlarken size sunulan çizgi roman tadındaki gotik ve görkemli şehir beklentilerinizi üst düzeyde tutmanızı salık verirken inanç üzerine kurulan bu şehirde bir anti- kahramanın peşine takılıp gidebileceğiniz ümidini taşıyorsunuz. Film bir noktaya kadar bu beklentinizi karşılarken kahramanlarını tam olarak bizlere tanıtamaması ve iç monologlar arasında sıkışıp kalarak aksiyon kısmını unutması sebebiyle hayalini kurduğunuz anlatımı size sunamıyor. İzlerken hep yarım kalan bir taraf olduğu hissine kapılıyorsunuz. Kahramanlarını yarı yolda bırakması hayal kırıklığı yaratıyor. Vermek istediği mesajı yüksek perdeden seslendirmeye başlayan ama ne yazık ki sesi giderek azalan bir anlatımla sunuyor seyirciye.
İnanmak. Görmek ve gördüklerinin gerçekliğini sorgulamak. Filmin müzikleri size gezmek istediğiniz evreni veren yegane güzellik.
Filmin, yönetmen koltuğunda ilk uzun metrajlı yapımına imza atan ingiliz yönetmen Gerald McMarrow’u görüyoruz. Aynı zamanda filmin senaryosunu da kendi kaleme almış. 2008 yapımı 98 dakikalık yapımın oyuncuları ise Ryhan Phillippe, Sam Riley, Bernard Hill ve Eva Green. Oyunculuk performansı açısından da çok başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Yapım, yine de masalsı anlatımı ve vermeye çalıştığı mesajından dolayı seyredilebilir.
“İnancınız yoksa her yer hapisane gibidir. Tanrı kötülüğü durdurmak istiyor ama yapamıyorsa limiti vardır. Yapabiliyor ama istemiyorsa bencildir. Hem yapabiliyor, hem istemiyorsa neden Tanrı deniyor?”
Hepimizin paralel evrenleri vardır. Gerçek sayılan bu dünyada yaşadığımız hayal kırıklıklarını tamir etmemiz için yarattığımız. Hepimizin inandığı bir şey vardır. Cevabını bulamadığımızda geçiştirebilmemiz ve umudumuzu taze tutabilmemiz için. Hepimizin çakıştığı hayatlar vardır bir gün karşılaşabileceğimiz… Bu film sesini ayarlayamadığı bir oktavdan tüm bunları anlatmaya çalışıyor. İlk macerasına imza atan bir yönetmen ve kayıp dört karakterin ağzından. Seyretmek isterseniz bir şey kaybetmezsiniz yine de hayalgücünüzü ve kendi hikayenizi işin içine katın derim ben.