Slasher Türüne Kısa bir Bakış
Slasher korku filmleri arasında gösterilen bir alt türdür ve Alfred Hitchcock’un Psycho’su başlangıç noktası olarak görülür. Türün genel özelliği bir grup çaresiz masum gencin izole bir ortamda bir katil tarafından tek tek yakalanarak öldürülmesidir. Her cinayette kan oranı artarak finalde kalanın (genelde kızdır) katil ile son savaşı vermesi ile biter. Basittir, kanlıdır, heyecanlıdır.
Mario Bava, Lucio Fulci, Umberto Lenzi ve Dario Argento gibi usta yönetmenleri slasher türünün babaları olarak görmek yanlış olmaz. Özellikle İtalya’da ortaya çıkan giallo tarzını yaratan bu ekip slasher’ın da temellerini atmıştır.
80’lere gelindiğinde slasher türü büyük bir ivme kazanmıştır. 80’lerin önemli unsurlarından biri de korku filmlerinde ortaya çıkan yeniliklerdir. Korku filmleri Wes Craven, John Carpenter gibi ustaların elinde 70’lerdeki durağanlığından sıyrılmış ve daha kanlı, daha hızlı gelişen, seyirciye düşünmek için zaman tanımayan, gençlerin çığlık çığlığa katilden kaçtığı, seyircilerin bu curcuna içine girmek için sinemalara aktığı bir türe dönüşmüştür. Artık insanlar korku filmlerine korkmaktan çok eğlenmek için gider olmuştur.
Bu durum da Freddy Krueger, Jason Voorhees, Michael Myers gibi katil figürlerinin birer anti-kahraman olarak sevilmelerini sağlamıştır. Seyircilerin bu katilleri iş üstünde görme isteği de yapımcılara devam filmleri için şevk vermiştir. Elm sokağı serisinin büyük bir hayranı olarak Freddy’i bu genellememden hariç tutarsam, Jason ve Michael Myers’a uzun zaman haksızlık edildiği ve etinden sütünden faydalanıldıktan sonra bir kenara atıldığını belirtmek gerekir.
90’lı yıllara gelindiğinde Amerikan seyircisi artık slasher diye bir tarz olarak sinema tarihine geçmiş bu kahramanlardan sıkılması Hollywood’u bir çıkmaza soktu ve korku filmleri tekrar psikolojik öğelerle süslenen dram yapısı ağır filmlere dönüştü. Wes Craven ve Kevin Williamson slasher türünün geldiği noktadan kurtularak ivme kazanması için yeni bir yol buldular. Aslında Craven’ın yönettiği son Freddy filminde de ufaktan denediği bir tarzdı bu. Kendi filmleri ile dalga geçmek. Kevin Williamson’un müthiş zekâsından çıkan senaryo Scream’i ortaya çıkardı ve slasher türünün kanunlarını tek tek seyirciye aktardı. Uzun zamandır eğlenceli korku filmlerinden mahrum kalan seyirci de eski günleri yâd etmek için tekrar sinemalara akın etti ve Scream üç filmlik bir seri olarak tarihteki yerini aldı. Bu ivmenin etkisi ile teen slasher’lar tekrar revaçta oldu bir süre. Ancak hiç biri eski seriler kadar ses getiremedi ve slasher’lar yine raftaki yerini aldılar.
2000’lerde ise Hollywood yine bir çıkmaza girdi. Yeni üretim yapılamaması, doğru düzgün senaryolar bulunamaması sinema seyircisini artık tatmin etmiyor her yeni film eskiler ile karşılaştırılıyor ve yeterli ilgiyi görmüyordu. Bu kısırlıktan kurtulmak için Hollywood yine işin kolayına kaçtı ve remake (yeniden çevrim)ler sahneye çıktı. Amerikan seyircisinin alt yazı okumak istememesinin bir sonucu olarak çıkan bu remake dalgasında öncelikle Uzak Doğu korku sinemasına el atıldı. Ring, The Grudge gibi serilerin büyük gişeler yapması son yıllarda Hollywood’un iyice ağzından salyalar akmasına ve Uzak Doğu’yu sömürüp Avrupa’ya kaymasına yol açtı. O da yetmedi, kendi filmlerini tek tek çeker oldu. Hatta olay öyle bir noktaya geldi ki örneğin Funny Games Haneke tarafından bir defa da İngilizce çevrildi. Bu yılın ilginç remake’i de İspanyol yapımı [REC]’in daha senesi dolmadan Quarantine adıyla tekrar çekilmesi oldu. Remake olayına her ne kadar karşı olsam da bazı remake’lerin de orijinalinden iyi olduğu söylenebilir. Ama bunların da sayıları oldukça azdır.
80’lerin filmlerinin yeniden çevrimlerine ise biraz teknik üstünlükten faydalanılabileceğini düşünerek biraz daha ılımlı bakıyorum. The Texas Chainsaw Massacre örneğin oldukça başarılı bulduğum bir yapımdı. Ama Wes Craven’ın Last House on the Left gibi klasiklerinin yeniden çevrilmesini ise anlamsız ve gereksiz buluyorum.
Şimdi de sıra geldi Jason kardeşimizin genç seyirciye yeniden tanıtacak olan filmimize. Friday the 13th, 13. Gün olarak kazandırılmış Türkçemize. Eski serinin adı 13. Cuma idi. 13, bilindiği üzere uğursuz bir sayıdır. Bunla ilgili çeşitli rivayetler olsa da en çok kabul görenlerden birisi 13 Ekim 1307 Tapınak Şövalyelerinin yakalanması hadisesidir. Cuma gününe gelen bu olay uzun yıllar Haçlı Seferlerinde çarpışan, halkın sevgisini kazanan Tapınak Şövalyelerinin Papa Clement V ve Fransa Kralı Philippe Le Bel tarafından organize edilen bir çamur at izi kalsın etkinliği ile yakalanarak çeşitli işkencelere maruz bırakılmaları ve güçlerinin yok edilmesidir. Aslına bakılırsa isterlerse bir günde Fransa’yı alabilecek güçte olan Tapınak Şövalyeleri direnmeden teslim olmuşlardır. Bu onurlu duruşları da halk tarafından ayın 13üne gelen Cuma gününün lanetlenmesine sebep olmuştur. 13. cuma korkusuna paraskavedekatriaphobia deniyor. Üç kere üst üste düzgün olarak söyleyebilirseniz Bettlejuice gelip size üç dilek hakkı verecektir ona göre.
Friday the 13th (2009)
13. Gün “The Texas Chainsaw Massacre”, “The Amityville Horror” ile büyük beğeni kazanmış ekibin son remake’i. Marcus Nispel’in yönettiği yapım serinin 12. bölümünü de oluşturuyor. 1980 yapımı serinin ilk versiyonu olarak bilinen Friday the 13th’in yeniden çevrimi. Aslına bakıldığında 1911, 1916, 1921, 1923 yıllarında da aynı adla çekilmiş filmler var. Ancak bunların kahramanımız Jason’la bir ilgisi bulunmuyor. Jason’ın son macerası bu filme kadar bilindiği üzere Jason X (2001) idi. Sonra da hızını alamayıp Freddy vs. Jason (2003) ile bir kez daha boy göstermişti.
Bu filmin konusuna bakacak olursak bir grup genç yine Kristal Gölü’ne giderler. Gölüm kamp alanı daha önce bir cinayet işlendiği için kapalıdır ancak her tür uyarıya rağmen yeniden açılmış ve ilk konuklarını sevecenlikle kucaklamıştır. Oysaki bu bölgenin sahibi Jason’dır ve bu gençleri kendi bölgesinden atmak için elinden geleni ardına koymayacaktır.
Filmin ilginç tarafı, bilmeyenler için açıklamak bilenler için de tekrar hatırlatmak amacı ile yazıyorum, Jason ilk filmde hiç görülmez, ikinci filmde yüzündeki yaraları gizlemek için bir çuval vardır ve üçüncü filmde sonunda bilinen şeklini alır ve hokey maskeli dev cüsseli katile dönüşür. İşte bu çevrimde başlarda Jason’ın çuvallı hali ile karşılaşıyoruz, ilerleyen bölümlerde ise “Nasıl oldu da hokey maskesi giydi?” sorumuz cevap buluyor. Böylece bir bilinmeyen daha aydınlığa kavuşuyor ve artık geceleri daha rahat uyuyabiliyoruz.
Filmde Jason ölümden dönmüş bir yaratık/katil’den çok ormanda yetişmiş tarzanvari bir insan olarak resmedilmiş. Öyle ki karakter yaratım sürecinde senaristler Jason’ı evini koruyan bir avcı olarak düşünmüşler.
Film Amerika gişelerinde oldukça büyük bir ilgi görmüş. 42,2 milyon dolarlık açılışı ile Friday the 13th serisi içinde ve remake’ler arasında en yüksek açılış gişesini elde etmiş. Ancak eleştirmenler tarafından filmin çok da beğenilmediğini söylemem gerekir. Özellikle eleştirildiği nokta seriye yeni bir şey katmadığı ve zaten olan bir şeyi tekrar bizlere sunduğu yönünde. Zaten her remake için bunu söyleyebiliriz sanırım.
Benim gibi uzun zamandır iyi bir teen slasher’a hasretseniz 13. Gün size de iyi gelecektir. Özellikle yakaladığı görsel estetik ve serinin köklerine bağlı kalması filmin artıları. Ancak orijinali dururken neden bunu seyredeyim ki, diye sorarsanız verecek mantıklı bir cevabım yok.
(İlk yayın Gölge e-dergi nisan 2009 sayısı)
Filmi biraz önce izledim. Yalnız ilk filmin yeniden çevrimi gibi sunulmasını pek anlamadım. Film ilk filmin bittiği yerde başlıyor. Zamanı da “bugün” yapıp aslında devam filmi kategorisine girmiş olmuyor mu?
Film beklediğimden daha derli toplu buldum. Serinin diğer filmlerinden daha fazla sömürülmemiş bence. Asıl kızla oğlana değinmeyeyim ama zengin oğlan yeterince nefretlik, otçu arkadaş da yeterince sempatikti. Böyle bir seriye ille de yeni bir şeyler katılacaksa zeki bir senaryoya ihtiyaç var. Ama bunca Jason filminden sonra böyle bir şeye ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum. Düşünsenize adamcağız bir düzine hormonları tavana vurmuş gencin ateşini düşürebilmek için yeri geldi uzaya çıktı, içine şeytan kaçırıldı, hatta hayaletlerle uğraştı. Gerçi sevenleri de çok ama Rob Zombie’nin “umacı” kelimesinin en iyi temsilcisi Michael Myers’i çocukluğuna götürüp bilindik sorunlu aile kurbanı haline getirerek derinleştirmesini, bize semapti duyurmaya çalışmasını çok ama çok zorlama bulmuştum. Herhalde Michael Bay ile Marcus Nispel de bunun farkında ki seksenlerin tipik bir slasher örneği gibi doğrudan girmişler meseleye. Yine de, Friday The 13th ismine sahip olduğunu hesaba katmazsanız pek de ayrıcalığı olan bir film sayılmaz.
Yeni Jason tip olarak iyi de, benim bildiğim hantal ama tek hamlede öldüren Jason gitmiş, yerine neredeyse uçan (yani böyle bir filmde mantık aramak tadı kaçırmak oluyor ama o kadar kısa sürede çatıya nasıl çıktı, anlamadım) ve acıta acıta öldüren biri gelmiş. Finalde, ilk filmin finaline gönderme, çok açıkça yapılmış olsa da hoştu.
Bu ve benzeri yeniden çevirimler öncelikle yeni kuşaklar için yapılıyor. O yeni kuşağın eskisinden bizim aldığımız tadı alması beklenemez. Bu yüzden bırakın kızmayı, daha şanslı olduğumuzu bile düşünüyorum. Yalnız, tutuculuk yapmayayım ama kahramanlarımızın, pardon, kurbanlarımızın dağınık saçlı hallerinin bile fazla estetik hallerini görüp ilk filmlerin bildik standart gençlerini (şimdi izleyenler onlara çirkin diyorlar, yani bizlere) özlemle anmadım değil. Yaşlanıyor muyum ne?!
Not: Kafama ciddi takılan bir şey var ki seyirciyi (bunu sadece sinema için düşünmeyin) tatmin etmek için her şeyi zorlaya zorlaya göstermenin sonu nereye varacak bilmiyorum. Bir dönem PG korku filmlerini izlerken öflüyorduk ama baksanıza şikayetimizin acısı pek fena çıkıyor. :)