Sinema dünyasında bazı isimler kocaman bir dağın tepesinde, bir tür dokunulmazlık pelerinini kuşanmış olarak parıldarlar. Sinema adına verdikleriyle geldikleri noktada başka türlüsü de mümkün değildir. Anime dediğimiz Japon çizgi filmlerinin en büyük ustası Hayao Miyazaki’ de böyle bir isim…
Oscarlı “Spirited Away” (Ruhların Kaçışı), Oscar adayı “Howl’un Yürüyen Şatosu” (Howl’s Moving Castle), “Komşum Totoro” (My Neihgbour Totoro), “Prenses Mononoke”, “Rüzgarlı Vadi” (Nausicaä of the Valley of Wind) filmleriyle animasyonun büyük ustası olarak anılan Hayao Miyazaki’nin kendisi kadar ünlü çizgi animasyon şirketi Stüdyo Ghibli’den çıkan; senaryosunu Miyazaki’nin yazdığı, yönetmen koltuğunda da oğlu Goro Miyazaki’nin yer aldığı film, 1963’ün Yokohama’sında geçen “yaşamdan bir kesit” hikayesi..
Film, gençlik dönemindeki aklı bir karış havada aşkı anlatan bir dram… Hikaye beş kişilik bir ailenin en büyük çocuğu olan Umi’nin hayatına odaklanıyor. Kore Savaşı sırasında kaybolan babasının döneceği ümidiyle Umi, her gün deniz kenarındaki evlerinden bir çift flama sallamaktadır. Bu esnada kendini bir de okulda bir öğrenci hareketinin içinde bulacaktır. Bu süreç içinde Jun’a âşık olur, fakat zaman içinde ikilinin arasında kan bağı olma ihtimali ortaya çıkacaktır.
Tepedeki Ev, Goro Miyazaki’nin Yerdeniz Öyküleri’nden (Tales From Earthsea) sonraki yapıtı. Babasının izinden gideceği artık iyice belli oluyor ancak Goro’nun niyeti daha ayağı yere basan, fantastik dokunuşların iyice budandığı hikayeler anlatmak… Miyazaki Anime’lerinin gücünü gerçekle ilişkilendirilen ruhsal fantastik yapının verdiğini düşünürsek, bu defa da tıpkı Yerdeniz Öyküleri’nde olduğu gibi özenli ama eksik bir çabayla karşılaşıyoruz.
Tepedeki Ev’in, Tetsurô Sayama’nın 1980 tarihli shojo (Şoujo diye okunuyor) manga’sına dayanan hikâyesi baba Miyazaki tarafından filme uyarlanmış. Shojo’lar daha çok genç kadın okuyucuların ilgisine nail olan duygusal yapıtlar. Bu tür eserlerde had safhada duygusallık ve kırılganlık mevcut. Goro Miyazaki her ne kadar bunu frenlemeye çalışsa da hikayenin gelişimi bizim çocukluğumuzda okuduğumuz Kemalettin Tuğcu eserlerine benzer bir umutsuzluk taşıyor.
Adı üstünde bilgisayarla yapılmış Amerikan animasyonunun sentetikliğine inat, Babaannelerin göz nuruyla işlediği dantel örtüler gibi bir emekle yapılmış Tepedeki Ev… Arka planlar, geniş manzaralar, yakın çekimlerdeki detaylar, kısacası inanılmaz bir işçilik… Japon çizgilerindeki gurur, onur ve aşkla yoğrulmuş duygusallıkta tamam ama film bittiğinde içinizdeki duygu herhangi bir iyi anime’yi seyretmekle eşdeğer. İleriye taşınacak bir başyapıt gördüğünüzü düşünmüyorsunuz.
Bu da tabi hemen oğulun, babayla kıyaslanmasına yol açıyor. Bana kalırsa Goro Miyazaki henüz yolun başında… Ustanın olgunluk dönemi eserlerini izlemiş ve hayran kalmış birinin bu kadar acımasız bir kıyas yapmasına gerek yok ancak eğer böyle savaş dönemi ya da sonrası öyküleri anlatmaya devam edecekse işi biraz daha Ateşböceklerinin Mezarı (Grave of the Fireflies) duygusallığına taşıyarak izleyiciyi sarsmalı… Bu anime için fazla minimal duran yapı seyircinin beklediği coşku ya da yükselme anlarının eksikliğine yol açıyor.
Anime’nin altın zamanlarında yaşamıyoruz. Karşımıza sürekli olarak Ghost in The Shell, Princess Mononoke ya da Akira gibi yapıtlar çıkmıyor. Tepedeki Ev’in bu tenhalıkta meraklıları için gerçekten sinemanın yolunu tutturup ilgiyle izlenecek bir yapım olduğunu düşünüyorum. İstanbul Film festivalinde de gösterilmiş ve ilgi görmüştü. Tüm zamanların en büyük anime ustasının bir çırağı yetiştirişine tanık olmak için bile görülebilir. Festivallerde kaçıran tüm Anime tutkunları için…
güzel bir eleştiri yazısı olmuş tebrikler murt tolga şen