Hükümet tarafından izleniyor ve görüşlerinize göre fişleniyorsunuz. Bu görüşler iktidarın söylemine ters ise kara listeye alınıyorsunuz. Diyelim iktidarı yıkmaya yönelik bir eylemin soruşturması sırasında hiçbir suçunuz yokken işten atılıyorsunuz. Bir işe girmek istiyorsanız kapılar yüzünüze kapanıyor. Belki de gözaltına alınıp sorgulanıyorsunuz, biat edip etmediğiniz kayda geçiriliyor ve geleceğiniz bu sorgulara bağlanıyor. Suçlu değilken, atılan iftiralarla hayatınız karartılıyor. Artık giderek toplumdan dışlanıyor ve vatan haini ilan ediliyorsunuz, iktidar yandaşları tarafından baskılara, hakaretlere uğruyorsunuz, bazıları bunlara katlanamayıp intihar ediyor. Bu zulümler 1950’ler ABD’sinde geçen “The Front” filminin öyküsü…

the-front-poster2. Dünya Savaşı daha bitmeden SSCB ve ABD arasında, sonraki 50 yıl boyunca sürecek olan Soğuk Savaş başlamış durumdaydı. 2. Dünya Savaşı biter bitmez de ABD’de yoğun bir propaganda başlatıldı ve halkta giderek artan bir komünizm paranoyası oluşturuldu. 1947’de göreve gelen Senatör Joseph McCarthy öncülüğünde, ülkenin önde gelen muhalif görüşlerdeki insanları izlenmeye başladı. Amerikan Karşıtı Çalışmaları İzleme Komitesi bu insanları ifadeye çağırıyor ve komünist tanıdıklarını ele vermeleri isteniyor, kabul etmeyenler vatan haini ilan ediliyor ve işlerinden oluyorlardı. Bu kişiler artık lanetlenmiş olduklarından kolayca iş bulabilmeleri mümkün olmuyordu. Sinema sektöründe de yüzlerce kişi (Orson Welles ve Charlie Chaplin bu kişilerden en bilinir olanlardır) yaşanan olaylardan etkilendi. Albert Einstein bile, insanların düşüncelerinden dolayı iftiraya uğratılıp kötü muameleye maruz bırakılamayacağını belirttiği için iktidar tarafından kötülenmiş ve halktan onun sözlerine itibar edilmemesi istenmişti. The Front işte böyle bir ortamda işsiz bırakılmış bir grup senarist ve oyuncunun hayatta kalma çabasını anlatır.

Kara listeye alındığı için kendi adıyla çalışamayacak olan Alfred Miller, bir barda kasiyerlik yapan güvendiği arkadaşı Howard’tan yardım ister. Alfred senaryolarını Howard’ın adıyla yazacak, bunun karşılığında Howard ödemenin %10’unu alacaktır. Howard arkadaşının yardım çağrısını kabul eder. Daha önce hiçbir senaryo yazma deneyimi olmayan ve birden ortaya çıkan bu “yeteneğin” senaryoları çok beğenilir, kısa sürede ünlenip aranan bir senarist haline gelir. Alfred’in kara listeye alınmış birkaç arkadaşı daha, artık senaryolarını Howard’ın adıyla yazmaya başlarlar. Howard televizyona çıkıp sahte başarısının tadını çıkarırken asıl yazarlar evden onu izlemekle yetinirler.

Howard asıl yazarlarla sık görüşmüş olmamak için senaryoları onlardan sokakta gizlice alır. Sanki uyuşturucu satın alıyormuş gibi gizli kapaklı karşılaşmalarla zarfları alıp stüdyoya götürür. Kısa zamanda fazla sayıda senaryolar çıkarabilen biri olarak tanınan Howard, sırrını açık etmemek için nasıl çalıştığıyla ilgili soruları hep geçiştirerek bir süre durumu idare ettirir. Ama Komite boş durmamaktadır, bu geçmişi belirsiz, birden ortaya çıkan yazarı incelemeye alırlar. Sonunda, kara listedeki yazarlarla buluştuğu kanıtlanır ve o da ifadeye çağrılır. Eğer komünist arkadaşlarını ele verirse serbest kalacaktır. Ama bir süredir, yaşadığı sahte ünün keyfini sürerken komünist diye işten atılıp dışlananların çektiklerini iyice anlamaya başlayan Howard komiteye kolay yem olmayacaktır.

the-front-2

Filmde Howard’ı canlandıran Woody Allen o dönemde bir komedi oyuncusu ve yönetmeni olarak tanınıyordu, Annie Hall filmini bir yıl sonra çekecekti. Afişte onu gören çoğu seyirci filmi bir komedi zannetmiş olmalı ama The Front’ta gülebilmek kolay değildir. Oyuncu Hecky karakteriyle anlatılan korkunç bir dram da gözler önüne serilir. Howard’ın -güya- yazdığı dizide popüler bir karakteri canlandıran Hecky komitenin radarına takılmıştır. Hecky’nin komünistlikle uzaktan yakından ilgisi olmasa da sırf bir ara komünist bir kız arkadaşı olduğu için ifadeye çağrılmaktadır. Hecky ise işinden olmamak için komiteyle tam işbirliğine hazırdır ama ona bir türlü inanmazlar, samimi olduğunu kanıtlamak istiyorsa sektördeki arkadaşlarını ihbar etmelidir. Hecky buna karşı çıkar ve işten çıkarılır. Gösterileri iptal edilir, aç kalmamak için çok az paralara çalışmayı kabullenmek zorunda kalır ve sonunda da intihara sürüklenir.

The Front bu dönemde işlerinden uzaklaştırılmış olan üç sinemacının meydana getirdiği bir filmdir. Son jenerikte filmin senaristi Walter Bernstein, yönetmeni Martin Ritt, başrol oyuncularından Zero Mostel’in isimlerinin altında ne zaman kara listeye alındıklarının tarihleri de yazar. Bernstein, 2015 yılı yapımı Trumbo filminde öyküsü anlatılan Dalton Trumbo gibi, kara listeye alındıktan sonra 1960’a kadar ya takma adlarla ya da “front (önde, görünür olan)” yazarlar yoluyla çalışabildi. Ama senaristlerin bu şekilde çareleri olmuşken bizzat kendileri görünür olmak zorunda olanlar, suçlamalardan en çok etkilenenlerdi. Martin Ritt yönetmen olarak televizyonda çalıştırılmadığı dönemlerde Actor’s Studio’da dersler vererek ayakta kalabildi. Zero Mostel ABD ordusunda görevliyken daha savaş yıllarında komünist olmakla suçlanmıştı. 1950’de 20th Century Fox onunla olan kontratını haber bile vermeden iptal etti. Haber diğer stüdyolara ondan önce ulaşmıştı,  Columbia’nın bir filminde oynamak üzere stüdyoya gittiği gün sete sokulmadı ve kontratının iptal edildiğini orada öğrendi.

the-front-3

Filmde senarist olarak asıl yazarların değil de Howard’ın görünür olması, aslında senaryo yazmanın s’sinden anlamayan bir adamın stüdyoya sunduğu senaryoların çok beğenilmesi ve bundan sonra FBI tarafından izlenmeye başlanıp suçlanması o dönemde yaşanan sahteliği çok iyi anlatır. Çünkü ABD hükümetinin yaptığı, aslında komünizm tehlikesi adı altında sol ve muhalif sesleri susturmaya çalışmaktı. Yaratılan korku ve baskı ortamında iktidara ve tutucu kesime karşı herhangi bir eleştiri veya olumsuz söz, kişileri doğrudan komünist diye yaftalamaya yetiyordu. Bu tehlikeli ve alçakça tutum halk arasında da yayılmaya başlamıştı ve birbirlerini kırk yıldır tanıyan insanlar bile herhangi bir sürtüşmede ötekini komünist diye etiketleyiveriyordu. ABD karşıtlığı veya komünist ajanlığıyla ilgisi olmayan muhalifler bu iftiralara uğrayıp susturuluyordu. Toplumsal ayrışma yaratan bu politikalar ancak 13 yıl sonra son bulabildi.

Türkiye’de ise, terör örgütüyle mücadele adı altında konuyla ilgisi olmayanların da işlerinden uzaklaştırılması, iyice araştırılmadan verilen bu kararlarla terör örgütü üyesi diye damgalanan insanların toplumdan dışlanması, bazılarının intihar etmesi, iş görüşmelerinde açık seçik iktidara biatın sorgulanması, muhaliflerin yalnızca görüşlerinden dolayı hapsedilmesi, iktidarın sevmediği gazetecilere sudan nedenlerle soruşturma açılması, tek sesten başka sesler çıkacak olursa bunu yansıtan medyanın susturulması, sansürlenmesi, “kendi adamını” almalarla yetkin kişilerin işsiz bırakılıp dışlanması, ayrılıkların körüklenip “mihraklar” yaratılması, şarkıcıların konserlerinin iptal edilmesi, tiyatro oyuncularının işsiz bırakılması, yapımcıların “tehlikeli” gördükleri oyuncularla çalışmak istememesi ve tüm bunların en üst düzeye ulaşacağı rejim değişiklikleri için uğraşılması… Bunun gibi niceleri ABD’deki cadı avı döneminden 60 yıl sonra yaşanıyor.

The Front’ta olanlar Türkiye’dekilerle karşılaştırıldığında devede kulak kalır ama Howard’ın filmin sonundaki sözü duygulara tercümandır. Howard hapse girmeyi göze alarak, onu arkadaşlarını ele vermesi için sıkıştıran komiteye şöyle yanıt verir: “Go fuck yourselves!”

Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci

blank

Murat Kirisci

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-TV bölümünden mezun. 2013’ten beri Öteki Sinema’da yazar.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

Inglourious Basterds / Soysuzlar Çetesi (2009)

Inglourious Basterds, 2,5 saat hoş vakit geçirmek isteyenler için ideal
blank

X-Men: Apocalypse (2016)

Marvel’in X-Men evreninde kaybolup gidenler için yeni ve en azından