Sir, Yes Sir!!!

Bir Stanley Kubrick filminden ne beklersiniz? Sıradışılık mı? Titizlik mi? Yoksa sarsıcılık mı? Bence bu söylediklerimi tek tek değil de hepsini bir arada düşünün ve öyle oturun koltuklarınıza Full Metal Jacket başlarken…

blank

Bildiğiniz tüm savaş filmlerini unutun. Çünkü bu filmi izlemeye başladığınız andan itibaren “savaş” denen kavrama hazırlanan askerlerin daha eline silahı almadan bile hangi psikoloji içine girdiğini, onlara söylenen her sözle, buyrulan her emirle, zihinlerinde ne gibi fırtınalar kopabileceğine tanık olacaksınız.

Savaş denen olgu, en masumumuzun bile içindeki kötülük dürtülerini harekete geçirebilir, sıradan bireyleri bir cellada dönüştürebilir mi? Kubrick “Full Metal Jacket” de işte insanoğlunun bu yapısını irdeliyor, hem de hiçbir karakterin ön plana çıkmasına izin vermeden. Ne kahramanlıktan ne yurtseverlikten ne de idealistlikten bahsediyor; o savaşan tarafların her ikisine de aynı mesafede duruyor… Savaş alanının tam ortasında ve bize soruyor: “Gerçekten de hepimiz öldürmek için mi doğmuşuz?”

1987 yapımı olan Full Metal Jacket, iki bölümden oluşuyordu. Filmin ilk bölümünde orduya alınan Amerikalı gençlerin günden güne nasıl birer ölüm makinasına dönüştürüldükleri anlatılıyor, ardından da savaşta yaşadıkları gözler önüne seriliyordu.

Bütün Amerika duydu savaş borusunun sesini,
Biliyorsun çağırıyorlar beni ve herkesi,
Sanmam ki bir gün bitsin,Herkesi birbirinden ayıran bu savaş,
Elveda tatlım, merhaba Vietnam…
Buraya geldim savaşı kazanmaya
Bana elveda de, mektup yazmayı sakın unutma
Elveda tatlım, merhaba Vietnam…

Film bu şarkı eşliğinde birliğe katılan acemilerin saç traşları yapılırken başlıyor. Askerlerin saçları kesildikçe, eski hayatlarının da kesilen saçlar gibi uzaklarda kaldığını, onları yepyeni ve bir o kadar da sert bir hayatın beklediğini hissedebiliyoruz. Kimbilir oraya gelmeden önce aileleriyle ne kadar mutluydular. Belki sevgilileri, arkadaşları vardı. Onları nelerin beklediğinden habersizdiler. Kubrick daha ilk sahnede “acımasızlığın” kırıntılarını yavaş yavaş serpmeye başlıyor ve sanki bizlere durun daha yeni başlıyoruz diyor…

Siz ana kuzuları bu adadan kurtulabilirseniz, acemi eğitimini bitirebilirseniz… çakı gibi olacaksınız, savaşmak için yalvaran ölüm makineleri olacaksınız. Ama o gün gelinceye kadar bir bok değilsiniz! Bu dünyadaki en aşağılık yaratıklarsınız. İnsan bile değilsiniz! Siz düzensiz, bir boka yaramayan yaratıklarsınız!

blank

Uzman Çavuş Hartman askerlerin eğitiminden sorumlu olan kişi. Sert, acımasız, küfretmekten çekinmeyen biri. Öyle de olmak zorunda. Eğitim için disiplin, acımasızlık, sertlik olmazsa olmaz şeyler çünkü. Sözünü sakınmıyor, askerleri zorlayabildiği kadar zorluyor, gözünün yaşına bakmıyor. Filmin ilk 45 dakikası boyunca onun otoriter sesinden, küfürlerinden başka bir ses duyamıyoruz. Tabi askerlerin “Sir, Yes Sir!!” sözleri haricinde. Bu otoriter asker, erlere eğitimleri boyunca birer “hiç” olduklarını gösteriyor. Onun gözünde hiçbirinin farkı yok. Irk ayrımı yapmadan hepsini eşit biçimde değersiz olarak nitelendiriyor ve sert tavırlarını hepsi üzerinde acımasızca sergiliyor. Bu sertlikten en çok nasibini de er Pyle alıyor.

Artık eğitimdeki askerlerin geride bıraktıkları aileleri, arkadaşları, sevgilileri yok. Onların yeni dostları, “hayatları”, tüfekleri oluyor. Çavuş Hartman onlardan tüfeklerine birer isim vermelerini istiyor ve tüfeklerine sadık kalmaları gerektiğini öğretiyor. Çünkü eğitimleri bittiğinde ve savaşa katıldıklarında onların tek dostu yanlarından ayırmadıkları tüfekleri olacak…

Bu benim tüfeğim.
Bir sürü tüfek var ama bu benim.
Tüfeğim benim en iyi dostumdur.
O benim hayatımdır.
Ben onun efendisiyim, hayatımın efendisi olduğum gibi.
Ben olmadan tüfeğim hiçbir işe yaramaz.
Tüfeğim olmadan ben de hiçbir işe yaramam.
Tüfeğimi iyi kullanmalıyım.
Beni öldürmeye çalışan düşmanımdan daha iyi ateş etmeliyim.
O beni vurmadan ben onu vurmalıyım.
Vuracağım da.
Tanrının huzurunda bunun için ant içiyorum.
Tüfeğim ve ben yurdumun bekçileriyiz.
Düşmanın efendisiyiz.
Hayatımızın koruyucusuyuz.
Öyle de olacak…
Ta ki düşmanlar ölüp barış sağlanıncaya kadar.
Amin…

Çavuş Hartman’ın askerleri aşağılamalarına biraz olsun alışmamıza rağmen, işin içine Er Pyle girdiğinde biraz içimiz burkuluyor. Çünkü er Pyle diğer arkadaşları gibi değil. Şişman, zor öğrenen, kimbilir belki de orada ne aradığını hala anlayamamış biri. Dolayısıyla Çavuş Hartman’ın emirleri, küfürleri, onu olabildiğince zorlaması ve aşağılaması gün geçtikçe Pyle’ı Pyle olmaktan çıkarmaya başlıyor. Yaptığı hataların cezasını da kendi değil arkadaşları çekmeye başlayınca, herkes ondan nefret etmeye başlıyor. Zaten tek başına olan Pyle daha da yalnız biri haline geliyor ve bu yalnızlık hissi, sert eğitimin de etkisiyle, onu hazin sona doğru yaklaştırıyor. Belki de aralarında en masum olan Pyle bile “savaş” denen kavramın ve beraberinde getirdiği acımasızlığın da etkisiyle masumluktan ve aptallıktan sıyrılıp duygusuz, sert biri haline geliyor ve bu dönüşüm de onun hazin sonunu hazırlıyor…

blank

“Dünyadaki en öldürücü silah, bir denizci ve onun tüfeğidir. Bir savaşta canlı kalmak istiyorsanız, öldürme içgüdünüzü kullanmalısınız. Tüfeğiniz sadece bir araçtır. Öldüren, çelikleşmiş yürektir. Öldürme içgüdünüz yeterince güçlü ve sağlam değilse, gerçekle yüz yüze gelince tereddüt edersiniz, öldüremezsiniz, ölü bir denizci olursunuz. Ve boğazınıza kadar boka saplanırsınız. Çünkü bir denizci izin almadan ölmez. Anladınız mı aşağılık herifler!”

Er Pyle’ın yer aldığı “o sahne” den sonra, filmin ilk bölümü bitiyor ve ikinci bölümü başlıyor adeta. Fonda, Nancy Sinatra’nın söylediği “These boots are made for walking” çalarken kendimizi Vietnam’da buluyoruz. Artık eğitim bitmiş ve askerler görev yerlerine dağılmışlar. Bize hikayeyi anlatan “Joker” lakaplı J.T. Davis, ordu gazetesi “Stars and Tripes”ta muhabirlik yapması için Vietnam’a gönderilmiş. Sıcak çatışma bölgesine gitmek için can atan fotoğrafçı arkadaşı Rafterman’la cephe gerisinde haber peşinde koşuyor. Görevleri, Amerika’yı kazanıyor göstermek… Önce komutan sonra gazeteci olan editörleri Joker’in ukalalıklarından bıkınca onu ve Rafterman’ı çatışma bölgesine gönderiyor.

Savaş sahnelerine baktığımızda ister Amerikalı olsun ister Vietnamlı, herkesin ortama nasıl da uyum sağladığını görebiliyoruz. Tarlalarda çalışan köylüleri tarayan Amerikalı erin ağzından dökülen şu sözler belki de savaşın getirdiği “hissizlik” duygusunu en güzel şekilde özetliyor:

– 157 kızıl öldürdüm. 50 tane de manda. Bunlar resmi rakamlar.
– Kadın ya da çocuk var mı?
– Bazen.
– Bir kadını ya da çocuğu nasıl öldürebilirsin?
– Çok kolay. Biraz öne ateş ediyorsun.

Kubrick, yazının başında da söylediğim gibi savaşa bir cepheden bakmıyor, ne savaş yanlısı özelliği gösteriyor ne de karşıtı. O sadece orada neler olduğunu anlatmak istiyor. Film boyunca da askerler arasında gazetecilerin, kameramanların dolaşması, askerlerin düşüncelerine yer verilmesi de, yönetmenin bu gözlemci tavrının bir parçasıydı.

blank

Joker’in yanlarına gideceği manga kendi tabirleriyle “can alan, kalp kıran” askerlerden oluşmaktaydı. Rafterman ve Joker çok geçmeden haber yapmak için gittikleri bu yerde kendilerini gerçek bir çatışma içinde buluyorlar. İşte bu çatışmada Kubrick’in tüm hünerlerini sergilediği “sniper” sahnesi, özellikle ağır çekimler kullanılarak yaratılan etki, filmin genelindeki belgesel tarzının tamamen dışına çıkıyor ve büyük bir gerilim yaratmayı başarıyor.

Filmin anlatıcısı Joker’in miğferindeki “Born to Kill / Öldürmek için doğmuş” yazısının yanında, yakasında da barış amblemi bulunduğunu görürüz. Filmde vurgulanmak istenen ikilemi çok güzel yansıtır bu semboller. blankAskerlerin yaşamak için bir yandan öldürmeleri gerekmekte, bir diğer yandan da yaptıklarının aslında sadece bir katliam olduğunu ta içlerinde hissetmektedirler. Zaten Joker’de insan ruhundaki ikililiğe gönderme yaptığını söyler filmde.

Film boyunca titizliğinden en ufak bir ödün bile vermeyen Kubrick, oyuncu seçiminde de oldukça titiz davranmıştı. Çavuş Hartman rolüne gerçek bir savaş gazisi olması nedeniyle R. Lee Ermey’i uygun görmüş, onun yakası açılmamış küfürlerinden oluşan doğal savaş jargonundan fazlasıyla yararlanmıştı. Orduda 11 yıl geçirmiş olan Ermey, aslında sete sadece danışman olarak gelmiş ancak Kubrick ondan o kadar etkilenmiş ki, Hartman rolünü ona vermiş, dahası unutulmaz repliklerini kendisinin yazmasına da izin vermişti. Diğer roller içinse tamamen tanınmamış yüzler kullanmak isteyen yönetmen, başvuruda bulunan üç bine yakın adaydan, asistanının olur verdiği 800’ünü bizzat incelemişti. Filmde rol almayı başaran isimler arasında Matthew Modine, Adam Baldwin ve Vincent D’Onofrio da vardı…

blank

Begüm Özdemir

1982 doğumlu yazar ilk sinema deneyimini L’ours (The Bear) filmiyle yaşamış olup Öteki Sinema'da yazmaya 2011 yılında başlamıştır. Sinema yazıları yazmasının yanı sıra dizi ve film çevirileri de yapmaktadır. Ayrıca büyük bir Stephen King ve Queen hayranıdır.

2 Comments Bir yanıt yazın

  1. Filmin ilk yarısının Japon yönetmen Masaki Kobayashi’nin “İnsan Manzaraları-Human Condition” üçlemesinin 2.filminden esinlenildiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

    Kubrick’in en sevdiğim filmlerinden biridir.
    Keyifle okudum, eyvallah.

  2. Coppola -Kıyamet-te işgali estetize ediyordu,Stone -Müfreze-de pop sinemanın sınırları içerisinde liberal bir çizgi çekiyordu.Kubrick te işgali gerçekleştiren ordunun karakterini tahlil ediyor.Peckinpah amcanın -Cross of Iron-la beraber en sevdiğim savaş filmlerinden.Bir tek JOHN HOWARD LAWSON a armağan edilmesi kalmış,onu da ben hayal edeyim.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

White House Down / Beyaz Saray Düştü (2013)

90’lardan beri sinema veya ekranlara farklı şekillerde yansımış ve tanıdık
blank

Super 8 (2011)

Cloverfield ile canavar filmlerini tekrar canlandıran Abrams, Super 8 ile