Haneke’yi bu filmle tanıdığımı ve kopmaz bağlarla bağlandığımı itiraf edeyim ta en baştan. ‘Rahatsızlık’ hissiyatını en derinden yaşatan yönetmen sonrasında fiziksel şiddetini duygusal bastırılmışlık ve bilinmezlik zırhı kuşanmış olaylara ve kişilere yönelttiyse de benim aklımın köşesinde hep Funny Games / Ölümcül Oyunlar kaldı. Çünkü sizi kuşatan bir şiddetle, şiddete maruz kalan aile gibi sıkışıp kalıyor ama yine de içinizi kemiren iki duygudan da kaçıp gitmek istiyorsunuz.
Evi basan iki gözü dönmüş psikopatın yanında değilsiniz elbette ama denize nazır evlerinde, her türlü olanakla kuşatışmış üç kişilik çekirdek aile modelinin de yanından geçmiyorsunuz pek! Filmin dürtüsü de burada başlıyor. Film boyunca dürtülen, sinirleri uygulanan psikolojik şiddet sonucu yıpranan seyirci de izlediği şeyin ağırlığı altında eziliyor! Böyle bir şeyi izlettiği için Haneke’den nefret ediyor aynı zamanda bağlanıyorsunuz, benim gibi ‘hayatımın yönetmenlerin biri’ ilan ediyorsunuz.
Avustralyalı yönetmen modern, tatminsiz ve bu yüzden abu subuk istekleri olan, kimi zaman kendine zarar veren, kimi zaman dışarıdan bir etkiyle zarar gören insanların dünyasını kurcalar! Funny Games’le ‘size huzursuz seyirler dilerim’ diyerek hepimizi arsız bir izleyici yerine koyar ve neden orada olduğumuzu sorgulamamızı ister ve ne kadar etkileneceğimizi! Tabii seyirciye sunacağı malzemenin onu tatmin etmesini de ister fazlaca. Örneğin filmde şiddete maruz kalacaklarını anlayan aile babası Georg’u ağzından dökülen ‘bırak ne yapmak istiyorlarsa yapsınlar, daha çabuk kurtuluruz’ cümlesiyle, şiddet tarafı Paul’un ağzından dökülen ‘hiç de cesurca bir davranış değil. uzun metraj için yetmez. (bize döner) Yeter mi? Mantıklı bir gelişmeyle gerçek bir son istiyorsunuz değil mi?’ lafı adeta birbiriyle pis bir kapışma yaşar filmde ve film bizi alışageldik sona doğru yavaşça yuvarlar!
1997 yılında filmi izlerken Yedinci Kıta ve Benny’s Video filmlerini izlememiştim. O yüzden Funny Games’ten tam da yönetmenin bizden beklediği ilgiyi aldım. Huzursuzluğun huzurunu!
Son yıllarda çizgisini gizeme ve bilinmezliğe, gerçeğin çıkış noktasını tek elden çoklu ellere yayan Haneke aslında değişen dünya düzeniyle birlikte değişen bakış açılarımızı da sorguluyor. Şiddet onun için hiçbir zaman demode olmuyor ama şiddetin biçimleri ve yansımaları konusunda değişime ihtiyaç duyuyor.
Tabii bir yandan da eski yöntem şiddeti aba altından göstermeden edemiyor. O yüzden on yıl sonra bir de Hollywood kalıplarında çekti Funny Games’i… Kendi adıma ilkindeki soğukluğa daha fazla aşinayım. Çekirdek ailenin teker teker çitlenen bireyleriyle birlikte biz de film bittikten sonra sonsuz huzuru buluyor gibiyiz. On yıl sonra gelen yeniden çekim bizi fazla germediği gibi istediğimiz huzura da erdiremiyor. Ama bu ilkini izlemeyenler için bir nimet kıvamında.
Funny Games kahramanlarına yüklediği anlamsız rahatlıkla ve tabii bir nevi kostüm sıfatıyla benzeşen kıyafetleriyle Otomatik Portakal’ı andırır ki onun şanssızlığı daha erken bir tarihte çekilmiş olması ve bu yüzden bir süre yasaklı kalmasıdır. Tabii onun arkasında ‘kafalar güzel’ durumu da vardır. Funny Games’teki net kafalar o yüzden bir amaç sunmaktadır ki seyirci pinpon topu gibi taraf tutmaktan bir süre sonra amaçsız kalır.
Sonuçta Haneke film izlerken gevşeyip koltuklara yayılmamızı, sevgilimizle sarmaş dolaş olmamızı istemiyor. Yumruk yumruğa izletiyor ve eminim ki seyircinin dehşeti karşısında zevk alıyor.
Funny Games beyaz renge yaptığı baskıcı bir tutumla temiz ve kirli ayrımını da kırıyor, sonuçta biri bebek yüzlü, değeri ifadesiz iki genci bir süre söz sahibi yapıyor, onların şiddet algısını sorgulattırıyor. Şiddet düzeyi geriye doğru bir eğrilme göstermedikçe Haneke belki de söylemlerini farklı formlarda, farklı yollarda göstermeye devam edecek.