Almanya’dan Heyecan Verici Bir Antoloji!
German Angst, birbirinden bağımsız öykülere sahip üç farklı bölümden oluşan bir korku antolojisi. “Angst” hem İngilizcede hem de Almancada yer alan ortak bir kelime. Korku, endişe, kaygı ve pişmanlık gibi anlamlara geliyor ama en çok dünya, gelecek ya da kişisel özgürlükler hakkında duyulan endişeyi dile getirmek için kullanılıyor. Antolojinin ortak çatısını oluşturan bu kelime, her bölümde farklı bir şekilde öne çıkıyor. Üç Alman yönetmen, bir yandan Almanya’nın geçmişiyle hesaplaşırken, öte yandan da geleceği hakkında uyarılarda, temennilerde ve belki de taleplerde bulunuyor.
Final Girl, Make a Wish ve Alraune isimli bölümlerin yönetmenleri sırasıyla Jörg Buttgereit, Michal Kosakowski ve Andreas Marschall. Malumunuz, Buttgereit Öteki Sinema olarak bayıldığımız bir yönetmen. Nekromantik (1987), Der Todesking (1990) ve Schramm (1993) gibi filmografisinin önemli örneklerine daha önce sayfalarımızda yer vermiştik. Sadece Buttgereit’ın varlığı bile antolojiyi izlemek için yeterli bir sebep ama inanın German Angst bundan çok daha fazlası. Kosakowski tanıdığım bir yönetmen değil, 2012’de yönettiği ilgi çekici belgesel Zero Killed’i hala izleyemedim ama izlenecekler listeme aldım. Marschall da sitemize yabancı bir isim değil, daha önce Tears of Kali (2004) ile konuk etmiştik kendisini.
[box type=”warning” align=”aligncenter” class=”” width=””]
Önemli Not: Bundan sonrası, film hakkında sürprizbozan (spoiler) içerdiğinden filmi izledikten sonra okumanız tavsiye edilir. [/box]
Final Girl
Jörg Buttgereit’ın yönettiği Final Girl, tam da ondan beklendiği gibi, daha çok imgelerin etki yaratmaya çalıştığı yakın plan çekimlerin hâkim olduğu, sarsıcı bir giriş bölümü. Berlin’deki bir apartman dairesinde beslediği ‘guinea pig’ ile tek başına yaşayan bir genç kız, dağınık ve kirli evinde kahvaltısını ederken radyoyu açar. Sonuna kadar dinlediğimiz haber, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli bir aile hakkında ve maalesef bizi de yakından ilgilendiriyor: “Dün Potsdamer Meydanı yakınlarında bir kişi, karısını altı çocuğunun önünde öldürüp cesedini parçaladı. Öfkelenen 32 yaşındaki koca Hakan S. karısı Zeynep S.’yi çatı terasında tartışıp dövmeye başladı. Ardından eline bir bıçak alıp karısının kafasını keserek avluya attı. Ardından karısının sağ göğsünü de kesti. Bu esnada sürekli olarak “Allahu ekber” diye bağırdığı belirtildi. Emniyet mensupları kişinin dini inancı hakkında herhangi bir bilgi vermedi. Hâkimin karşısında “Kendimi İsa, karımı da Şeytan olarak gördüm.” dedi. Komşuları, adamın aynı binada oturan başka bir kadınla birlikte olduğu ve ondan da iki tane çocuğu olduğunu belirttiler. Kadının kocasından boşanmak istemesinin kavganın çıkmasına neden olmuş olabileceği belirtiliyor. Söz konusu kişinin vergi kaçırma suçlamasıyla mahkemelik olduğu ve çok sayıda trafik cezasına çarptırıldığı da gelen bilgiler arasında.”
Geçenlerde TV açıkken haberlerde duymuştum, dünyanın diğer ülkelerinde 7 milyona yakın Türkiye kökenli insan yaşıyormuş. Günümüz Türkiye’sinin kadına şiddet, hırsızlık, dolandırıcılık ve kanun kural tanımazlık gibi önemli problemlerinin hemen hepsinin Almanya’da yayın yapan bir radyodaki yerel bir habere konu olması ne kadar garip. Küreselleşme böyle bir şey sanırım; başka bir değer üretemememiz bir yana, nedense önlemek için hiçbir efektif önlemin alınmadığı yerel defolarımızı, zaman zaman ihraç da ediyoruz. Neyse, konuyu çok dağıtmadan Final Girl’e dönelim.
Evdeki fotoğraflardan ve eşyalardan (banyodaki diş fırçaları) anladığımız kadarıyla genç kız, daha önce burada anne ve babası ile beraber yaşıyormuş. Fakat genç kızın büyük bir sırrı var: yatak odasındaki yatağa bağlı bir adam. Genç kız, radyodaki haberi dinledikten sonra odaya geçip adamın cinsel organını keser. Daha sonra da başını vücudundan ayırır ve evi terk eder. Final Girl, ilk bakışta kadına şiddet mevzusunu kurcalıyor gibi görünüyor. Doğrudur, annenin meçhul yokluğu, fotoğraflardan anladığımız kadarıyla babası olan adamın bağlı olarak esir tutulması, radyodaki haber ve bol kanlı intikam gibi veriler bunu işaret eder nitelikte. Gerçi final sahnesinden sonra adamın aslında ölmediğini, genç kızın adamı (babasını) kafasında öldürüp evi terk ettiğini de söyleyebiliriz ki onu günahlarıyla baş başa bırakmak da bir cezalandırma biçimi.
Biraz daha derine inersek, Final Girl’ü Almanya’nın geçmişiyle hesaplaşması olarak da yorumlayabiliriz. Genç kız, geçmişin hayaletleriyle yaşamaktansa, onları kafasında öldürüp yoluna devam eden ve darmadağın evi terk edip yeni başlangıçlara kucak açan yeni neslin temsili olarak sunuluyor.
Buttgereit, gene üzerinde uzun uzun konuşulabilecek harika bir işe imza atmış. Alamet-i farikası olan ‘gore’ sahnelere de yer veren yönetmen, gene kendine has bir iç dünya yaratmayı başarmış.
Make a Wish
Antolojinin en direkt anlatıma sahip bölümünün yönetmenliğini Michal Kosakowski üstleniyor. Jacek ve Kasia adında sağır ve dilsiz bir çift, terk edilip çürümeye bırakılmış bina kalıntıları arasında dolaşırken biri kadın dört serseriye rastlar. Polonya kökenli Alman vatandaşı genç çift, Neo-Nazi akımının ağına düşmüş ırkçı gençlerin işkencelerine maruz kalır. Ancak çiftin ellerinde gizli güçleri olduğuna inandıkları gizemli bir tılsım vardır.
Jacek, serserilerle karşılaşmadan önce Kasia’ya tılsımın hikâyesini anlatır. II. Dünya Savaşı sırasında Polonya’daki Alman birliklerinden biri bir köye gelir. Küçük bir kız ile bir adam dışında kalan herkesi öldürürler. Kızın elinde bir tılsım vardır. İki insanın karşılıklı beden değiştirmesini sağlayan tılsımı kullanan kız, köylü ile Alman komutanın bedenlerini değiştirir. Alman komutanın bedenine sahip olan köylü, askerleri ve kendi bedenindeki komutanı öldürerek kızı (ve tabii ki kendini) kurtarır. Kasia da aynı küçük kız gibi tılsımı kullanır ve Jacek ile serserilerin lideri konumundaki Jens’in yer değiştirmesini sağlar.
Make a Wish, empati üzerine kurulu bir bölüm. Karşı tarafı anlamak için çaba sarf etmeyen insanların, kendi kabuklarından sıyrılıp birazcık gayretle kolayca kurabilecekleri empatiyi, gizemli bir tılsım sayesinde zorla ve istem dışı başarmalarının öykülenmesi, içinde bulunduğumuz dünyanın umutsuz geleceğine işaret ediyor. Günümüzde de çeşitli kamplara ayrılan insanlar, saf nefret duygusuyla karşı tarafı ötekileştiriyor ve sadece yok olsun istiyor. Kimse kimseyi anlamaya çalışmıyor. İşin komik tarafı II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin baş düşmanlarından biri İngiltere iken serserilerin arasında bir de İngiliz Neo-Nazi karakter yer alıyor. Irkçılığın ya da Nazi kavramının artık sadece Almanlara ait olmadığını, ne yazık ki evrenselleşerek bütün dünyaya yayıldığını imleyen bu detay da önemli bir yerde duruyor.
Bölümün sonuna doğru gerçekleşen Jens’in monoloğu da kulak kabartmaya değer: “Şuna (Jacek’e) bakın. Eminim benimle yer değiştirmeyi çok isterdi ama imkânsız bir şey. Bizden hiç istenmedi çünkü. Anlatılmadı. Bize senin mağdur olduğun ve infaz edildiğin söylendi. Yakınacak bir şeyin olmaması lazım. Bugün sıra sende. Merhamet görecek, acınacak, anlayış gösterilecek ve inandığın şeyler uğruna öleceksin. Hor görülen benim! İğrenilen benim! Sırtına mermerden levha yüklenip yaşamak zorunda bırakılan benim! Hem de nereye gitsem! Onun için huzurlu bir sessizlikle son buluyor. Benim içinse bir kâbusun başlangıcı. Sence kimin işi daha kolay?”
Alraune
Antolojinin kapanış bölümünde ise Andreas Marschall kelimenin tam anlamıyla şov yapıyor. Kız arkadaşı Maya’dan ayrılan ünlü olmaya namzet fotoğrafçı Eden’in yolu Berlin’in gizli seks kulüplerinden birine düşer. Burada adamotu kökünden (mandrake root) yapılan bir uyuşturucu kullanarak birbirinden inanılmaz cinsel tecrübeler yaşar. Ancak bu parmak ısırtan deneyimlerin umulmadık yan etkileri vardır.
Alraune efsanesinin kökeni Orta Çağ’a kadar uzanıyor. Adamotu kelimesinin Almancası olan Alraune, efsanede insan (genellikle kadın) şekline dönüşebilen adamotu kökü olarak geçiyor. Darağacına asılmış erkeklerin boyunları kırılmadan önce son bir kez boşaldıkları söylenir; işte Alraune’nin de toprağa düşen bu spermler sayesinde var olduğu anlatılıyor. Bazı farklı söylencelerde spermin yerini kan alıyor ama kalan hikâye aynı. O dönemde adamotu kökü aşk iksiri yapmak için, meyvesi de hamile kalmayı kolaylaştırmak için kullanılırmış. Cadıların da adamotu köküyle “sevişerek” gerçek sevgiden yoksun, ruhsuz çocuklar yarattıklarından bahsedilir.
Marschall’ın Alraune’sindeki “yaratık” da efsanedekinden çok farklı değil. Kimi zaman Eden’in hayalindeki kadına, kimi zaman da uzun vantuzları ve sivri dişli vajinal ağzıyla korkunç görünüşlü bir yaratığa dönüşüyor.
Bu bölüm daha çok pişmanlık üzerine kurulmuş. Eden karakteri, yaşadığı deneyimlerin acı dolu sonuçlarını görünce bir daha kulübe geri dönmeyeceğini söylüyor. Ancak bu süreç onda, bir kısmı fiziksel, derin yaralar bırakmıştır. Pişmanlık duysa bile düşünmeden yaptıklarının cezasını, hem fiziksel olarak, hem de kâbuslar aracılığıyla ruhsal olarak çekmeye devam ediyor. Eden için bir kurtuluş yolu gözükmüyor. (Son pişmanlık neye yarar!)
Alraune’de anlatıyı başkarakter Eden’in üst sesi yönlendiriyor. Kara filmlere has bu anlatım biçimi, bölüme çok yakışmış. Çünkü Eden de aynı kara filmlerdeki başkarakterler gibi ne yaparsa yapsın kazanmasının mümkün olmadığı bir evrenin içinde yer alıyor. Zaman zaman ‘giallo’ tadı veren anlara da sahip Alraune, birbirinden farklı unsurları dengeli bir şekilde kullanarak antolojinin kalitesine yakışan bir son bölüm olmayı başarıyor.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca