İnsanların ölmeden hemen önce en son ne söyledikleri oldum olası ilgimi çekmiştir. Mesela; İtalyan ressam ve mimar Rafael’in ölmeden hemen önce dudaklarından “Mutlu” sözcüğü dökülmüş. Fransız filozof Jean Paul Sartre, sevgilisi Simone de Beauvoir’a dönmüş ve ölmeden önce şöyle demiş “Seni çok seviyorum, benim sevgili Beaver’ım.” Tıpkı Sherlock Holmes’un yazarı İngiliz Arthur Conan Doyle’un ölmeden önce karısına dönüp “Harikuladesin” demesi gibi. Alman şair Rainer Maria Rilke ölmeden önce başında bekleyenlere “Doktorun ölümünü istemiyorum. Ben kendi özgürlüğümü istiyorum” demiş, müzisyen James Brown ise “Bu gece ayrılıyorum”…
İleri düzeyde Alzheimer hastası olan aktör Gene Wilder ise son bir nefes almış, eliyle müzikçaları işaret etmiş, her zaman dinlediği parçayı tekrar çalması için aleti çalıştırmışlar, ailesiyle el ele tutuşmuş, gülümsemiş ve Ella Fitzgerald’tan “Over the Rainbow”u dinlerken hayata gözlerini yummuş. Yani Rafael, Sartre, Doyle, Rilke ve Brown’un sözcüklerle ifade ettiği her şeyi, tek bir kalemde herhangi bir kelime kullanmadan hayata geçirmiş. Öyle sanıyorum ki, aktörlük budur ve bu da onun son muhteşem performansıdır. Van Gogh, “Yıldızlı Gece” adlı tablosu için günlüklerinde “Böyle ölmek isterdim” der, valla ben de Gene Wilder gibi ölmek isterdim.
1980’lerde ve 90’larda büyüyen nesiller açısından hem televizyonun hem de videonun ayrı bir yeri vardır. İkisi, özellikle de küçük ilçelerde yaşayan bizim gibi sinema tutkunlarını görüntü anlamında besleyen iki büyük kaynaktı. Sinema salonları yavaş yavaş ortadan kalkmış, açık saçık filmler yayınlayan tuhaf yapılara dönmüşlerdi. İşte o dönemde her iki sinema kaynağı da (video ve televizyon) kendi kahramanlarını yaratmaya başlamıştı. Artık hangi yabancı filmlere dublaj yapıldıysa ve hangi filmler yayınlandıysa bizler o filmlerdeki kahramanlarla tanıştık. Ve onları sevdik. Bud Spencer-Terence Hill, Clint Eastwood, Louis de Funes, Charles Bronson gibi sayısız isimle beraber Gene Wilder’ı da küçük yaşlarda tanıdık ve onda, aslında onu hiç kendi sesiyle izlememiş olsak bile bir tür yakınlık bulduk. O sanki her ailede bulunması gereken, “olsa ne güzel olur” kabilinden bir “küçük dayı” figürüydü. Bugün bu insanı bazılarımızın sanki ailesinden biri gibi görmesinin arkasında yatan en önemli nedenlerden biri budur. Onun filmlerini, bugün bazıları maalesef hayatta olmayan sevdiğimiz insanlarla beraber bugün belki de çoktan yıkılmış evlerde izlemiştik. Kaçırdığımız filmlerine hayıflanmış, sadece kendimizin izlediği bir filmiyle mahallede pek bir övünmüştük. O nedenle bu tip kayıplar bizde geçmişimize ait bir parçanın yitimine benzer bir his uyandırır. Amerikalı bir aktörün ardından hüzün de içeren bir yazı yazdık diye, kızanlar, alay edenler, hor görenler olabilir, olacaktır. Olsun. Gene Wilder bizim çocukluğumuzdur.
O dönem için şu da ayrı bir ızdıraptı tabii. Öyle internet yoktu. Sevdiğimiz oyuncuların her filmine ulaşmak da imkansızdı. O zamanlar çok sevdiğimiz bazı komedyenlerin (Dudley Moore, Richard Pryor, Gene Wilder vb.) dayanılmaz acıların ve hastalıkların pençesinde kıvrandığına dair haberler süslüyordu gazeteleri. Onlar hakkında aldığımız tüm haberler kötü çıkıyordu. Açıyorduk, yok şu felç geçirmiş, bu sakat kalmış, öbürü Alzheimer olmuş, beriki kanserle cebelleşiyormuş. Bunu kelimelere dökmem güç ama yani bilen bilir, hatırlayan hatırlar, Adile Naşit öldüğü zaman bizim nesil komple travma geçirmişti. Kemal Sunal’ın erken ölümü böğrümüze bıçak gibi saplanmıştı. Gene Wilder belki ölmemişti ama uzunca bir süre çok acılar çekti, zor günler geçirdi. Kendini geri plana çekti ve bir roman yazarı olarak kariyerini tamamladı. Hastalığı ilerlemeye başladıktan sonra ise tamamen ailesinden ördüğü bir kozada yaşamayı seçti. Öldüğünde 83 yaşındaydı.
Bazı isimlerin kariyerleri uzun olmasına rağmen az sayıda eser vermişlerdir ama çok filmleri var sanırız. Chuck Norris gibi. Bu onların hacmen az sayıdaki eserinin popüler kültürde görece çok yer kaplamasından kaynaklanır. Gene Wilder da o isimlerden biri. Aslında Gene Wilder’ın 20 tane kadar uzun metraj sinema filmi var, sadece 10 küsur tanesi başrol. TV filmlerini de ilave etsek bile 20 başrol yapmıyor. Buradan şuraya geleceğim, Türkiye’de 1980’lerde ve 1990’larda genç bir sinema izleyicisi izlese izlese onun yedi sekiz tane başrolünü izleyebilmişti. Biz onu bu bir avuç filmle kalplerimizin zirvesine taşımıştık bile.
Hatırladığım kadarıyla ben, Gene Wilder’ın ilk olarak “Silver Streak” (Yıkılış – Yıldırım Ekspres, 1976) filmini izlemiş ve bayılmıştım. Tabii, bunda şahsi kanaatimce gelmiş geçmiş en iyi stand-up komedyeni olan Richard Pryor’ın olağanüstü katkısı da yadsınamaz. 1990’ların başında “See No Evil, Hear No Evil” (Bana Göz Kulak Ol, 1989) filmini izlediğimi, hatta ikinci kez denk geldiğimde ilk beş dakikasını kaçırmış olmama rağmen, geri kalanını videokasete kaydettiğimi ve defalarca izlediğimi ve defalarca gülme krizine girdiğimi hatırlıyorum. Bu videokaset, yanılmıyorsam hâlâ arşivimde duruyordur. O meşhur “The Woman in Red” (Kırmızılı Kadın, 1984) filmine televizyonda denk geldiğimi ve tıpkı Wilder gibi Kelly LeBrock’a ben de aşık olduğum için gidip bir de video kasetini kiraladığımı hatırlıyorum. “The World’s Greatest Lover”daki (1977) havuz sahnesi, “Stir Crazy”deki (1980) ağız dalaşları yine belleğimde yer eden diğer sahneler olarak kalmış.
Peki kimdir Gene Wilder? Wilder, 11 Haziran 1933’te Jerome Silberman ismiyle Milwaukee, Wisconsin’de doğar. Babası Rusya’dan göç etmiş bir Yahudi’dir. Garip ama birçok kaynaktan teyit ettim doğruymuş, Gene Wilder 8 yaşındayken annesi ateşli romatizmaya yakalanmış ve doktor Gene’e annesini bol bol güldürmeye çalışmasını tavsiye etmiş. İşte büyük ustanın komedyenliği böyle başlıyor. Her gün annesini güldürmek için birbirinden farklı yöntemler, teknikler, şakalar, taklitler bulan Wilder bir süre sonra tuhaf, absürt esprileriyle ve grotesk şakalarıyla tanınan bir çocuğa dönüşüyor. 13 yaşından itibaren tiyatro eğitimi alıyor. Biletli seyirci önünde oynadığı ilk rol de “Romeo ve Jülyet”teki Baltazar oluyor. Yaşı 15.
Iowa Üniversitesi’nde İletişim ve Sahne Sanatları eğitimi alıyor ve 22 yaşında mezun olduğunda İngiltere’deki Bristol Old Vic Tiyatro Okulu’ndan kabul alıyor. Çok ilginç, İngiltere’de bir de eskrim şampiyonluğu kazanıyor ve bu alandaki yetkinliği ileride çok işine yarıyor. Daha sonra Stanislavski metodunu öğrenmek için Amerika’ya geri dönüyor. HB Studio’da çalışıyor. Sonra iki yıllığına askere gidiyor, sıhhiyede psikiyatri ve nöroloji bölümünde görev alıyor. Askerden döndükten sonra uzunca bir süre işsiz kalıyor. Eskrim hocalığı yapıyor.
İlk profesyonel işi Massachusetts’te yine bir Shakespeare oyunu olan “On İkinci Gece”. Aktör arkadaşı Charles Grodin ona Lee Strasberg’in “Metot Oyunculuğu”ndan bahsediyor. Wilder birkaç defa başvuruyor ve altı ay sonra o meşhur “Actor’s Studio”ya kabul alıyor. Bu arada ismini değiştirmeye karar veriyor. Eskiden beri romanlara düşkün olan oyuncu, soy ismini yazar Thornton Wilder’dan, adını ise Thomas Wolfe’un ilk romanı “Look Homeward, Angel”daki bir karakterden alıyor.
Off-Broadway’de usulca başarı basamaklarını tırmanıyor. “Roots” (Kökler, 1961) ile dikkatleri üstüne çekerken, “The Complaisant Lover” (1961) ile ilk oyunculuk ödülünü alıyor. 1963’ten itibaren başrole yükseliyor. 1963 yılında “Mother Courage and Her Children” oyunundaki rol arkadaşı Anne Bancroft onu erkek arkadaşıyla tanıştırıyor. İşte Gene Wilder’ın kariyerinin ilk dönüm noktası da bu oluyor. Bancroft’un sevgilisi (sonraki hayat arkadaşı) Mel Brooks’tan başkası değildir.
Mel Brooks hazırlamakta olduğu yeni oyunundaki (Springtime for Hitler) Leo Bloom karakteri için Wilder’ı düşündüğünü usta oyuncuya söyler. Ama sonra ses çıkmaz. Wilder tiyatro trupuyla Amerika’yı gezer. “The Millionairess” (1963), Helen Hayes ile başrolü paylaştığı “White House”da (1964), “Laughter on the 23rd Floor” (1965) ve “Luv” (1966) gibi oyunlarda rol alır. Kirk Douglas’ın “Ragman’s Son” adlı o muhteşem otobiyografisinde Gene Wilder’ın da “One Flew Over the Cuckoo’s Nest”i (Guguk Kuşu) 1963 yılında tiyatroda sahneleyen oyuncu kadrosunda olduğunu okuduğumda çok şaşırmıştım, sonra araştırdım Billy Bibbit karakterine (filmde Brad Dourif’in oynadığı rol) can vermiş. Eminim çok iyi oynamıştır.
Bu arada; Lee J. Cobb’un efsanevi Willy Loman performansıyla tarihe geçen “Death of a Salesman” (1966) ve Arthur Penn’in suç sinemasında şiddet kullanımında bir tür kırılma noktası teşkil eden “Bonny and Clyde” (1967) filmlerinde küçük ama çarpıcı rolleriyle boy gösterir. 1968 yılında “The Producers” (Yapımcılar) filminde gelmiş geçmiş en önemli aktörlerden Zero Mostel ile başrolleri paylaşır. Mel Brooks sözünü tutmuştur, Leo Bloom karakterini oynamak Wilder’a nasip olmuştur. Mel Brooks filmle En İyi Senaryo Oscarı’nı kapar, Wilder da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı’na aday olur ve şöhreti zirve yapar.
1969 yılında Bud Yorkin’in o benzersiz “Start the Revolution Without Me”sinde (sanırım, Woody Allen onu bu filmle duydu) ve benim henüz izleme fırsatı yakalayamadığım “Quackser Fortune Has a Cousin in the Bronx”da oynar.
1971 yılında hayatının ikinci dönüm noktası gelir. Roald Dahl’ın “Charlie and the Chocolate Factory” romanının beyazperde uyarlamasında Willy Wonka rolünü canlandıracaktır. Oyuncu elemelerinde Fred Astaire, Peter Sellers gibi ustaları geride bırakır ve rolü kapar. Bu rol ona bir de “Altın Küre” adaylığı getirecektir.
1972 yılına gelindiğinde oynadığı son dört film de pek iş yapmayan (ama zamanla kült mertebesine erişen) Gene Wilder, Woody Allen’dan bir teklif alır. Rol, altından kalkılması pek de kolay olmayan bıçak sırtı bir roldür. “Everything You Always Wanted to Know About Sex But Were Afraid to Ask” (Seksten Korkmuyorum, 1972) filminin bir segmentinde bir zoofili canlandırır. Film, gişede büyük iş yapar. En unutulmaz rol ise bir koyuna aşık olan ve sonunda derbeder olan Gene Wilder’a aittir.
Gene Wilder daha sonra “Young Frankenstein”ın senaryosu üzerinde çalışmaya başlar. “Little Prince” (Küçük Prens, 1974), “Rhinoceros” (1974) filmlerinde oynar. Senaryo çalışması sona yaklaşırken, “Blazing Saddles” filmini çekmekte olan Mel Brooks’tan acil bir telefon alır. Dan Dailey son anda “Waco Kid” rolünü bırakmıştır, Gig Young alkol komasına girince daha ilk gününde setten kovulmuştur (daha sonra yapım şirketine dava açacaktır). Gene Wilder apar topar çekimlere katılır ve gelmiş geçmiş en iyi performanslarından birini ortaya koyar. Sette de “Young Frankenstein” projesini Brooks’a açar. “Young Frankenstein”i Mel Brooks yönetir, film müthiş bir gişe yapar. Brooks ve Wilder hem En İyi Senaryo Oscarı’na hem de Amerikan Yazarlar Birliği En İyi Senaryo Ödülü’ne aday olurlar. Oscar’ı “The Godfather Part II”ya (Baba 2) kaptırırlar ama diğer ödülü alırlar.
“Young Frankenstein”i yönetmeye cesaret edemeyen Gene Wilder, ilk yönetmenliği için kolları sıvar. Romantik müzikal komedi çekmeye karar verir ve en sevdiği roman karakterlerinden biri olan ”Sherlock Holmes”dan bir spin-off çıkartır: “The Adventure of Sherlock Holmes’ Smarter Brother” (1975). Benim de favori Gene Wilder filmlerimden biri budur.
Sonra Gene Wilder’a riskli bir senaryo gelir. İyi ki de gelir. Ama filmin tepki çekmesini engellemek için tek bir kişiye ihtiyaç vardır, o da stand-up şovlarıyla Amerika’daki zenci algısını yerle bir etmekle meşgul olan Richard Pryor’dan başkası değildir. Pryor rolü kabul eder ve sinema tarihi efsane bir ikili kazanır. Sinema tarihinin gişede finansal başarı yakalayan ilk ırklar arası (beyaz bir Yahudi ve siyah bir Hristiyan) ikilisi Wilder ve Pryor olur. “Silver Streak” (Yıkılış – Yıldırım Ekspres, 1976) gişeyi sallar ve bir gelenek oluşturur. Yaptıkları az buz bir şey değildir. Beraber dört uzun metraj film çekerler. Diğer üçü, “Stir Crazy” (Beni Deli Etme, 1980), “See No Evil Hear No Evil” (Bana Göz Kulak Ol, 1989) ve “Another You” (Sen Başkasısın, 1991). Dördü de benim gözümde altın değerindedir.
Actor’s Studio geleneğinden gelen Gene Wilder son derece seçici bir yol izler, fazla proje kabul etmez, rollerini tekrarlamaz ve farklı karakterlere can verebileceği değişik filmlerde oynamaya çalışır. “The World’s Greatest Lover” (1977), “Frisco Kid” (1979), “Hanky Panky” (1982), “The Woman in Red” (Kırmızılı Kadın, 1984), “Haunted Honeymoon” (1986) gibi filmleriyle kalplerde taht kurar. Sinemadaki son uzun metraj kurmaca filmi “Another You” (1991) olmuştur. Sonraki yıllarda televizyon projelerine yönelir ve birkaç dizide ve TV filminde rol alır.
Yumurtalık kanserinden kaybettiği eski karısı Gilda Radner için kitap yazar, kanser hastalarının dayanışması ve hayata tutunması için karısının doktoru Joanna Bull ile beraber ülke çapına yayılacak olan Gilda’nın Kulübü (Gilda’s Club) adlı hayır kurumunu kurar. Bu sefer de 1999 yılında kendisi kansere yakalanır. 2000’li yıllarda hemen hemen hiçbir projede yer almaz. 2003 yılında “Will & Grace”deki (1998) performansıyla Komedi Dizilerindeki Sıra Dışı Misafir Oyuncu dalında Primetime Emmy Ödülü’nü alır. 2005 yılında kanseri atlatır. Aynı yıl “Kiss Me Like a Stranger: My Search for Love and Art” adını verdiği otobiyografisini yayınlar. Sonrasında çeşitli rahatsızlıklarla boğuşur. Ardından roman yazmaya başlar. 2007 yılında ilk romanı “My French Whore” yayınlanır. Ardından diğer romanları gelir. Olumlu eleştiriler alır ve bir roman yazarı olarak tanınır.
29 Ağustos 2016’da, kurmaya cesaret edebildiğimiz düşlerin sahiden de gerçeğe dönüştüğü gökkuşağının ardındaki o mavi göklerdeki yerini alır. Ardında pırlanta gibi bir kariyer, bir duyanın bir daha asla unutamayacağı bir ses ve olağanüstü bir gülümseme bırakır. Her göreni güldürebilecek güçte, sımsıcak, samimi, hınzır bir gülümseme…
Şimdi Gene Wilder’ın filmografisinden birkaç uzun metraj sinema filmini sizler için seçiyor olacağım. Ben kendisinin TV filmlerinin çoğunu izleyemedim. Bu seçimlerim izlediklerim arasından olacak, sadece başrollerden birini oynadığı filmlere odaklanıyor olacağım, IMDb puanlarına takılmayın derim. İşte olağanüstü bir kariyerden bize kalan birkaç hazine ve Gene Wilder abimizin akılda kalan performansları.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
PRODUCERS (1968)
Sadece Gene Wilder için değil, Zero Mostel’in zengin ve yaşlı ve çirkin kadınları ayartan Max Bialystock rolündeki tüyler ürpertici performansına ve Mel Brooks’un dehasına şahit olmak için de kaçırılmayacak bir fırsat. Sinema tarihinin en iyi komedilerinden biri. Ev arkadaşımın hemen her ay düzenli olarak izlediği bir filmdi bu. Ki, bu nedenle sayısız sahnesini ezbere biliyoruz. Zengin karakterleri, şarkıları (şarkı sözleri), absürt mizahıyla sonsuza kadar sahneleneceğine şüphem yok. Gülme krizi geçirten sahneleri mevcut.
WILLY WONKA & THE CHOCOLATE FACTORY (1971)
Willy Wonka & the Chocolate Factory (Charlie’nin Çikolata Fabrikası, 1971) gelmiş geçmiş en iyi çocuk filmlerinden biri. Sadece düşsel bir yolculuğu kuvvetli imgelerle anlattığı için değil, iyiliği, dürüstlüğü, ahlakı övdüğü için değil, bunları dengeli bir hikayenin içinde eritebildiği için iyi bir film. Görsel açıdan sayısız unutulmaz sahneyle örülü bu filmin, müziklerinden oyunculuklarına her şey yerli yerinde. Wilder’ın performansı da cabası.
BLAZING SADDLES (1974)
Hollywood’un putları yıkmaya başladığı en önemli filmlerden biri. “Blazing Saddles”daki Mongo karakteri normal şartlarda Bart’ı oynayacak olan Richard Pryor’ın bir fikriymiş. Pryor’ın (bazen günde iki kez) kapalı gişe oynayan stand-up gösterileri yüzünden kadrosuna katılamadığı ama senaryosuna katkıda bulunduğu film, öyle Sidney Poiter’lı kibar-sert filmlerden değil, bayağı bildiğin konuya bodoslama dalan ırkçılık, yabancı düşmanlığı karşıtı bir western. Çok da komik. Waco Kid rolündeki Gene Wilder yine harikalar yaratıyor. Hele şu ateş ettikten sonra saniyenin bilmem kaçta biri sürede ellerini kavuşturması. İnanılmaz.
YOUNG FRANKENSTEIN (1974)
Gene Wilder’ın favori filmi buymuş. “Young Frankenstein” (1974) türünün en nadide örneklerinden biri. Müthiş bir set tasarımı, unutulmaz müzikler, akılda kalıcı karakterler ve dört başı mamur bir komedi. Dr. Frederick Frankenstein rolündeki Gene Wilder, Madeline Kahn, Cloris Leachman ve hele Igor rolündeki Marty Feldman, hepsi ama hepsi olağanüstü. Fazla uzatmaya gerek yok, tek kelimeyle durumu özetleyebiliyoruz: Başyapıt!
SILVER STREAK (1976)
Gene Wilder’ın bir yanlışlık sonucu kendisini hiç istemediği bir durumda bulduğu 5 film var. “Silver Streak” (Yıkılış – Yıldırım Ekspres, 1976), “The Frisco Kid” (1979), “Stir Crazy” (1980), “Hanky Panky” (1982) ve “See No Evil Hear No Evil” (1989). Beşi de süper ama “Silver Streak” içlerinde en derli toplu olanı, şahsi favorim ise “See No Evil Hear No Evil” (1989). Wilder, trenden atılan bir adamı kafasına göre araştırmaya çalışan bir dedektif özentisi rolünde harikalar yaratıyor, buna bir de Pryor’ın muazzam katkısı eklenince ticari sinema tarihinin en dinamik komedilerinden biriyle karşı karşıya kalıyoruz. Kaçırmayın derim ben.
THE ADVENTURE OF SHERLOCK HOLMES’ SMARTER BROTHER (1975)
“The Adventure of Sherlock Holmes’ Smarter Brother” (1975) Gene Wilder’ın yazıp yönettiği ilk film. Gene Wilder, Madeline Kahn ve Marty Feldman “Young Frankenstein”den sonra bir kez daha birarada. Çoğu sinemasever bu filmi beğenmez ama ben beğeniyorum. Billy Wilder’ın “The Private Life of Sherlock Holmes”undan (1970) sonra bu büyük dedektifin parodisini yapan ikinci büyük film. En azından, “Sigerson” telaffuzuna güleceksiniz.
STIR CRAZY (1980)
İki arkadaş yanlışlıkla mahkumiyet alırlar, hapisten kaçarlar ve başlarına gelmedik kalmaz. “Stir Crazy” (Beni Deli Etme, 1980) tarzında filmlerin çok olduğunu biliyorum ama Gene Wilder ve Richard Pryor arasındaki kimya bu filmin benzerlerinden kolaylıkla ayrılmasına vesile oluyor. Pryor’ın one-liner’ları da cabası. Yönetmen Sidney Poitier! Kim ne derse desin, iyi ki çekilmiş dediğim filmlerden biri.
THE WOMAN IN RED (1984)
Bunu izlememişseniz bile Şener Şen’li versiyonu kesin izlemişsinizdir. “The Woman in Red” (Kırmızılı Kadın, 1984) evli, sıradan bir adamın orta yaşlarında yaşadığı bir yasak aşkı anlatıyor. Olaylar kontrolden çıkıyor ve bir rezaletle son buluyor. Gene Wilder eski dostu Charles Grodin’le beraber oynuyor. Bu filmden sonra Gene Wilder’ın “bir kızı oluyor”, Kelly LeBrock. O ve karısı LeBrock’u yetiştirme görevini üstleniyor ve Wilder ve LeBrock ömür boyu dost kalıyorlar.
SEE NO EVIL HEAR NO EVIL (1989)
“See No Evil Hear No Evil” (Bana Göz Kulak Ol, 1989), ilk izlediğimden beri gözbebeğim olan filmlerden biri.
Biri kör, diğeri sağır iki yakın arkadaş bir cinayete tanık oluyorlar. Artık nasıl tanık olmaksa bu? Görmesi gereken görmüyor da duyuyor, duyması da gereken sadece görüyor. Koşuşturmaca da bundan sonra başlıyor. Şahsi kanaatimce, “Silver Streak” ile beraber Wilder-Pryor ikilisinin en iyi filmi budur.[/box]
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
Austerlitz, Saul. 2010. “ANOTHER FINE MESS: A HISTORY OF AMERICAN FILM COMEDY”, Chicago Review Press, ABD.
Horton, Andrew ve Joanna E. Rapf. (editörler), 2013. “A COMPANION TO FILM COMEDY”, Wiley-Blackwell, İngiltere.
http://boingboing.net/2016/08/30/gene-wilder-on-the-truth.html
http://www.mirror.co.uk/3am/celebrity-news/gene-wilders-final-moments-revealed-8731359
https://en.wikipedia.org/wiki/Gene_Wilder
http://www.imdb.com/title/tt0071230/trivia?ref_=tt_ql_2 [/box]
Bu güzel sunum için çok teşekkürler.