Tomas Milian öldü. Belki birçoğunuz bu büyük aktörün adını bile duymadınız, ya da belki duydunuz da, “say üç filmini desem”, sayamazsınız. Ama ziyanı yok. Milian’ın ismi, koskoca David Thomson’ın bin sayfalık “The New Biographical Dictionary of Film”inde bile yok. 100’den fazla filmi, kendi adıyla sinema tarihine kazınmış karakterleri, birbirinden seçkin filmlerdeki unutulmaz rolleri ve sağlam filmlerdeki misafir oyunculuklarıyla, yolu sinemadan geçen herkesin eninde sonunda karşısına çıkacak isimlerden biridir Tomas Milian. Hiçbir filmini izlememiş olmanız olanaksız. Sonuçta; Bernardo Bertolucci, Sergio Sollima, Luchino Visconti, Oliver Stone, Sergio Corbucci, Steven Soderbergh, Mauro Bolognini, Tony Scott, Umberto Lenzi, Sydney Pollack, Carol Reed, Lucio Fulci, Steven Spielberg ve Michelangelo Antonioni gibi iyi yönetmenlerle çalışmış bir aktörden söz ediyoruz.
Tomas Milian, 3 Mart 1933’de Tomás Quintín Rodríguez Milián adıyla Küba’nın başkenti Havana’da doğar (Yazının geri kalanında, ustayı, “Tomas Milian” şeklinde anıyor olacağım). Milian’ın babası, ceberut devlet başkanı Gerardo Machado yanlısı Kübalı bir generaldir. Machado iktidarı devrilince babası tutuklanır ve hapse atılır. Daha sonra salıverilir ama meslekî haklarının tamamından ve birçok sosyal haktan (oy kullanma, ülke dışına çıkma vb.) mahrum bırakılır ve dayanamayıp 1946 yılında intihar eder. Üstelik yılbaşı gecesinde! Ve maalesef, babası tutuklandığı yıl doğan Tomas’ın (ve aile üyelerinin) gözleri önünde! Küçük Tomas bu travmayı hayatı boyunca atlatamayacaktır. Bugün geriye dönüp baktığımızda; Gian Maria Volonte ile, Orson Welles ile girdiği kimi politik münakaşaları ve “Lost City” (Kayıp Şehir, 2005) filminin tanıtım faaliyetleri sırasındaki bazı politik çıkışlarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Milian ailesi 1957 yılında Amerika’ya göç eder. Bu çok önemli bir zamanlama çünkü devrimle son bulacak ayaklanma sırasında ülkeyi terk ettikleri anlamına geliyor. Yani Milian’ın ailesi Castro’cu değil, ve haliyle, solcu falan da değil, düpedüz muhalif. O nedenle, Milian’ın sinemada canlandırdığı sol kimlikli karakterleri ya da gariban köylüleri onun (ve ailesinin) “solcu” geçmişiyle ilişkilendirmeye çalışanlar büyük bir hata yapıyorlar. Tomas Milian solcu falan değildi. Ailesi hiç değildi. Milian, karakterlerini de o şekilde yorumlamamış (devrim soslu Corbucci filmleri de dahil) ve çeşitli defalar farklı platformlarda bunu belirtmek ihtiyacı gütmüştü. Kendi deyimiyle, o “ideolojik bir fahişe”ydi. Yönetmen, seyirciye neyi hissettirmesini istiyorsa, o da onu yapıyordu. Elbette, Cuchillo ve Tepepa karakterlerini sol bağlamda değerlendirmek mümkün, ama bunu Milian’ın gerçek hayattaki politik çizgisiyle örtüştürmeye çalışmak hatalı. Bu detayı çok önemli bulduğum için not düşmek istedim.
Amerikan vatandaşlığına geçen Milian, New York’taki o meşhur Actor’s Studio’da Lee Strasberg’den metot oyunculuğu eğitimi alır. Kısa süre içinde Broadway’de sahne almaya başlar. Spoleto Tiyatro Festivali için İtalya’da bulunduğu sırada -Jean Cocteau’nun bir oyunundayken- yönetmen Mauro Bolognini’nin dikkatini çeker ve kendisinden ilk film teklifini alır. İlk filmi, Bolognini’nin, Pier Paolo Pasolini’nin kısa romanından uyarladığı “La notte brava” (The Big Night, 1959) olur. Filmdeki rolü beğenilir. Bolognini kendisini, sıradaki filmi “Il bell’Antonio”da (Acı Nikah, 1960) da görmek ister. Pasolini’nin senaryosunu yazdığı filmde Marcello Mastroianni, Claudia Cardinale ve Pierre Brasseur ile boy gösterince ülke çapında meşhur olur. Artık İtalyan sinemasının onu bırakmaya niyeti yoktur. 25 yıl sürecek macerası çoktan başlamıştır. Peş peşe; “Unexpected” (L’imprevisto, 1961), “Laura nuda” (1961), savaş draması “A Day for Lionhearts” (Un giorno da leoni, 1961), “Giorno per giorno disperatamente” (1961), “Boccaccio 70” (1962), Gina Lollobrigida ve Jean-Paul Belmondo’lu “Crazy Sea” (Mare matto, 1963), Claudia Cardinale, Rod Steiger ve Shelley Winters’ı bir araya getiren “Gli indifferenti” (Aşkın Kurbanlar, 1964), Carol Reed’in yönettiği, zengin kadrosuyla göz dolduran “The Agony and the Ecstasy” (Zevk ve Istırap, 1965) ve Valerio Zurlini şaheseri “Le soldatesse” (1965) gibi sağlam filmlerde oynar.
1966 yılı, tam anlamıyla Tomas Milian’ın yılı olacaktır. O yıl, kendisine asıl şöhretini getirecek filmler iyiden iyiye bir furya halini almıştır. İtalyan usulü kovboy filmleri, nam-ı diğer spagetti westernler. 1966 yılında “The Bounty Killer” (El precio de un hombre, 1966) ile ilk westernini çeker. Aynı ay içinde gösterime giren ikinci westerni onu çabucak zirveye taşıyacaktır. Hem de sadece İtalya’da değil, tüm dünyada! Lee Van Cleef ile karşılıklı oynadığı, ülkemizde “Kolorado” adıyla bilinen “The Big Gundown” (1966) filmi olağanüstü bir gişe yapmakla kalmaz. Milian’ın küresel çapta bilinilirliğini de yüze katlar. Hayat verdiği, Meksikalı köylü kurnazı, küçük suç erbabı Cuchillo karakteri o denli onunla özdeşleşmiştir ki, hayatını kaybettiği zaman çoğu internet sitesi, haberi, “Cuchillo öldü” şeklinde vermek durumunda kaldı.
“The Big Gundown”ın ardından Milian da İtalyan usulü westernlerin aranılan bir oyuncusu oldu ve çok sayıda seçkin spagetti western çekti. Gian Maria Volonte’li politik western “Face to Face” (Faccia a faccia, 1967), sembolizm dolu western “Django Kill! If You Live, Shoot!” (Se sei vivo spara, 1967), Milian’ı bir kez daha Cuchillo (bıçak) rolünde seyrettiğimiz “The Big Gundown”ın devam filmi (spin-off’u) “Run, Man, Run” (Corri uomo corri, 1968), Orson Welles ile karşılıklı oynadıkları ve bir Meksika devrimcisini merkeze alan “Tepepa” (1969), Corbucci’nin politik western taşlaması “Companeros!” (1970), gizli mücevherlerinden “Bandits!” (La banda J. & S. – Cronaca criminale del Far West, 1972), Lucio Fulci’nin yönettiği ve Fabio Testi’nin yer aldığı “The Four of the Apocalypse”in (I quattro dell’apocalisse, 1975) öne çıktığını söyleyebiliriz.
Evet, tüm dünya onu westernlerle tanıdı ama Tomas Milian, çalışkan ve üretken bir metot oyuncusuydu. Filmografisini incelediğiniz zaman, her ne kadar ticari sinema çerçevesinde hareket etmişse de, türden türe ve tiplemeden tiplemeye keskin geçişler yaptığını görürsünüz. Milian’ın ilk westerni “The Bounty Killer” (gösterim tarihi, Kasım, 1966) ile son westerni “The Four of the Apocalypse” (gösterim tarihi, Ağustos 1975) arasında 8 küsur yıllık bir süre var. Şimdi size o arada çektiği diğer önemli filmleri sayayım. Gelmiş geçmiş en iyi Eurocrime’lardan, Carlo Lizzani imzalı “The Violent Four” (Banditi a Milano, 1968), Lucio Fulci’nin tüm filmografisi içinde, nadide bir çiçeği andıran, o benzersiz “Beatrice Cenci” (1969), İtalyan sinemasının “Strangers on a Train” (Trendeki Yabancı, 1951) versiyonu “The Designated Victim” (La vittima designata, 1971), Dennis Hopper’ın hiç anlaşılamamış “saykodelik” başyapıtı, modern sinemaya diktiği mezartaşı “The Last Movie” (1971), Lucio Fulci’nin giallo başyapıtı “Don’t Torture a Duckling” (Non si sevizia un paperino, 1972), Martin Balsam ve Francisco Rabal’lı “Counselor at Crime” (Il consigliori, 1973), İtalyan usulü polisiyelerin yüz aklarından “Emergency Squad” (Squadra volante, 1974), Milian’ın kariyerinin en iyi performanslarından birini verdiği “Almost Human” (Milano odia: la polizia non può sparare, 1974) ve Mel Ferrer’li “Silent Action” (La polizia accusa: il servizio segreto uccide, 1975). Giallolardan Poliziotesco’lara, komedilerden mafya filmlerine kadar geniş bir seçki içinde büyük bir hareket kabiliyeti sergiler Milian. En önemli başarılarından biri de budur.
Milian beyazperdede Provvidenza, Kambur (Il Gobbo), Er Monnezza gibi kimi karakterleri birden fazla defa canlandırmıştır ama bütün bunların içinde (Cuchillo’dan sonra) en çok tutulanın Nico Giraldi karakteri olduğunu belirtmek lazım. Benim henüz izleme fırsatı bulamadığım, “One Just Man” (Il giustiziere sfida la città, 1975) filminden sonra Milian, kariyerinin dönüm noktası olan “The Cop in Blue Jeans”de (Squadra antiscippo, 1976) ilk kez sivil polis Nico Giraldi karakterine hayat verir. Dürüst olmak gerekirse, İtalya’daki polis filmleri (Poliziotteschi/Poliziesco) varlığını (ve yükselişini) büyük ölçüde “The French Connection” (Kanunun Kuvveti, 1971), “Dirty Harry” (Kirli Harry, 1971), “Serpico” (Serpiko, 1973), “Death Wish” (Öldürme Arzusu, 1974) gibi filmlerin başarısına borçludur. “The Cop in Blue Jeans”de (1976) “Serpico” etkisi, Milian’ın canlandırdığı “kılıksız” poliste kendini gösterir ama film finale doğru, bilhassa Jack Palance Büyükelçiliğe girdikten sonra bir anda “The French Connection” sularına dümen kırar. Film (ve ana karakter); o kadar çok beğenilir ki, tam 10 tane devam filmi çekilir. 1976-1984 yılları arasında çekilen 11 filmlik Nico Giraldi serisi bizim Cüneyt Arkın filmleri gibi, kısa kesmelerden oluşan dinamik kurgular, bitmek tükenmek bilmeyen kovalamacalar ve eksantrik kötü adamlarıyla kendi içinde bir bütün oluşturur. Tomas Milian’ın giyim kuşamı ve birbirinden güzel müzikler de cabası.
Milian; 1976-1984 arasında, bir yandan Giraldi’yi oynarken, bir yandan da bazen başrollerde bazen yardımcı rollerde farklı kompozisyonlar çizmeye devam eder. “Young, Violent, Dangerous” (Liberi armati pericolosi, 1976), ilk kez Kambur’u oynadığı “The Tough Ones” (Roma a mano armata, 1976), en iyi Kambur (Il Gobbo) filmi “Brothers Till We Die” (La banda del gobbo, 1978), Jeff Bridges ve John Huston’lı “Winter Kills” (Vur Emri, 1979), Tomas Milian’a bir de ödül getiren Bernardo Bertolucci draması “La luna” (Ay, 1979), geniş kadrolu “Monsignor” (1982) ve Michelangelo Antonioni’nin son başyapıtı “Identification of a Woman” (Identificazione di una donna, 1982) bu dönem öne çıkan filmleridir. Kariyeri boyunca oynadığı yegâne bilimkurgu, eleştirmenlerden olumlu notlar alan “Distant Lights” (Luci lontane, 1988) olur. Açıkçası, ben henüz bu filmini seyredemedim. 1969 yılında İtalyan vatandaşlığına geçen Milian, 1980’lerin ikinci yarısında Amerika’ya geri döner, bir dizi sağlam filmde küçük rollerde görünür, büyük yönetmenlerle ve birbirinden değerli oyuncularla çalışma fırsatı yakalar. Sydney Pollack’ın “Havana”sında (1990) Robert Redford ve Alan Arkin ile, Tony Scott’ın “Revenge”inde (İhtiras, 1990) Anthony Quinn ve Kevin Costner ile oynar. Oliver Stone’un sarsıcı politik filmi “JFK”da (JFK: Kapanmayan Dosya, 1991), Steven Spielberg’ün “Amistad”ında (1997), James Gray’in “The Yards”ında (Çeteler Savaşı, 2000) ve Steven Soderbergh’in “Traffic”inde (Trafik, 2000) boy gösterir. Arada; “Murder She Wrote”, “Miami Vice”, “Law&Order”, “Oz” ve “The Equalizer” gibi kült mertebesine erişmiş dizilere de misafir oyuncu olarak katılır. “The Feast of the Goat” (La fiesta del Chivo, 2005) ve “The Lost City” (Kayıp Şehir, 2005) gibi iki güzel filmde sinemadaki son önemli rollerini oynar. Son filmi ise “Fugly!” (2014) olur. Franco Nero ve Fabio Testi başta olmak üzere sayısız dostuyla (ve rakibiyle) bir araya geleceği “Keoma Rises” projesi ön-yapım aşamasındayken hayata gözlerini yumar ve geriye, yarattığı sayısız tiplemeden oluşan, her daim keşfedilmeye hazır ve nazır, zengin bir filmografi bırakır.
Tomas Milian, 1964 yılında evlendiği Rita Valletti ile (eşinin hayatını kaybettiği) 2012 yılına kadar, tam 48 yıl evli kalmıştır. Eşcinsel, biseksüel falan olduğu yolundaki hikayeler fasa fiso. 1.83’lük yakışıklı aktörün, Rita Valletti ile olan evliliğinden bir de oğlu var.
Tomas Milian gibi, çok değer verdiğim bir oyuncunun filmografisinden bir seçki hazırlamak çok zor. Bu çalışma kapsamında rol aldığı yapımları toplu bir şekilde gözden geçirince, 50’den fazla filmini izlediğimi fark ettim. Üstelik, bazılarını da defalarca. O nedenle, daha çok, yazdığım hiçbir biyografide adı geçmeyen filmlerine veya görece biraz daha önemli rolde oynadığı filmlere ya da başrol olduğu filmlere odaklanacağım. İyi olduğunu birçok kaynaktan teyit edebilecek durumda olmama rağmen, izleme fırsatı yakalayamadığım filmlerini ise –her zaman olduğu gibi affınıza sığınarak- değerlendirme dışında tutuyor olacağım. Fazla da abartmadan, işte beğendiğim Tomas Milian filmleri. Hepsini içtenlikle tavsiye ederim. Şimdiden iyi seyirler.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
“The Big Gundown” (La resa dei conti, 1966); politik çözümlemelere imkan tanıyan incelikli senaryosuyla sadece spagetti western tarihinin değil, sinema tarihinin de en iyi filmlerinden biri. Bir western şaheseri. Tabii, burada, özellikle uzun versiyonda, Cuchillo karakterini unutulmaz kılan Tomas Milian’ın payı büyük. Lee Van Cleef zaten olağanüstü. “The Big Gundown”ın ilginç bir özelliği de şudur. Bu filmden bir spin-off çıktı ama Jonathan Corbett’i değil, Cuchillo (bıçak) lakaplı Manuel Sanchez’i anlattı. Bu, Tomas Milian’ın kalplerde (ve tabii ki gişede) taht kurduğunun önemli bir kanıtı olsa gerek. Başyapıt!
DJANGO KILL! IF YOU LIVE, SHOOT! (1967)
Bizde “Altın Kurşun” adıyla oynayan bu filmin, yani “Se sei vivo spara”nın (1967) Django’yla hiçbir ilgisi yok. “Django Kill!” adıyla gösterime girmiş olduğuna bakmayın. Klasik bir ticari sinema tuzağı, oysa hikaye bambaşka. Gore Verbinski’nin “The Lone Ranger” (Maskeli Süvari, 2013) filmini izlediniz mi? Onun uyarlandığı 1949 tarihli (ve aynı adlı) diziyle John Boorman’ın “Point Blank”i (Dönüşü Olmayan Yol, 1967) arasında teorik açıdan bir benzerlik vardır. Bu da, ana kahramanın çoktan ölmüş olduğu olasılığıdır. Giulio Questi de ilk filminde bu sulara girer. Filmi, türün diğer tüm yapımlarından ayıran en önemli özellik de budur.
FACE TO FACE (1967)
Lafı gevelemeye gerek yok. Bence bütün Sollima westernleri başyapıttır. Üçünde de Milian oynar. “Face to Face” (Faccia a faccia, 1967) politik bir taşlama. Milian’a ilaveten, Gian Maria Volonte ve William Berger de var. Filmi, Volonte sürüklüyor. Müzikler Ennio Morricone’den. Ama dikkat çekici olan Sollima’nın Donati ile birlikte yazdığı hikaye. Ve bir de o benzersiz görüntü çalışması.
THE VIOLENT FOUR (1968)
Ölmeden hakkında “anıt yazı” dikeceğim yönetmenlerden biri de Carlo Lizzani. Dikkate değer bir filmografi inşa etmeyi başarmış. “The Violent Four” (Banditi a Milano, 1968) da en iyi işlerinden biri, bunu büyük ölçüde gerçekçi yapısına borçlu. Filmde, “aha, şimdi şu olacak” dediğiniz şeyler bir türlü olmuyor. Özellikle de final, sadeliği ve durgunluğuyla seyirciyi çarpıyor. Gian Maria Volonte ve Tomas Milian tekrar bir arada.
RUN, MAN, RUN (1968)
Ülkemizde “Serseriler Kralı” olarak bilinen “Run, Man, Run” (Corri uomo corri, 1968), “The Big Gundown”ın kanlı devam filmi. Bu sefer, Cuchillo başrolde. Milian’ın Sollima ile birlikte çektiği üçüncü ve son western. İlk filminde, ufak hırsızlıklar yapan ama büyük umutlarıyla seyircisini büyüleyen Meksikalı köylü rolüne cuk oturan Tomas Milian, tadına doyum olmaz bir performans daha sergiliyor. Donald O’Brien başta olmak üzere yan roller adeta dökülüyor, bunu itiraf edeyim. Ama iyi ki, bu film çekilmiş dedirten yine Milian. Zira, filmi tek başına sırtlıyor.
BEATRICE CENCI (1969)
“Sinemada (bastırılmış) kadının başkaldırısı” üzerine çalışmalar yapan feminist teorisyenler, artık, kafalarını “Thelma & Louise” (1991), “La pianiste” (Piyanist, 2001) ve “Belle de jour”lardan (Gündüz Güzeli, 1967) kaldırıp sinema tarihinin gizli hazinelerine yönelmeliler. “Beatrice Cenci” (1969) de onlardan biri. “Beatrice Cenci”, sürekli istismar edilen bir kadının bu işe bir dur demesini anlatıyor. Ama Lucio Fulci’nin asıl başarısı İtalya’da geçen bu hikayeyi 1500’lü yılların Katolik Kilisesi çevresine ustalıkla inşa etmiş olması.
TEPEPA (1969)
Tepepa, Cuchillo’nun etkisiyle çekildiğini düşündüğüm bir film. Bu defa Milian’a Meksikalı gerilla lideri Tepepa rolü düşüyor. Baş düşmanı ise polis şefi, Cascorro. Belki inanmayacaksınız ama, Cascorro’yu oynayan kişi, (Milian’ın idollerinden biri olan) koskoca Orson Welles! Bu, üstadın, ilk ve tek spagetti westerni. Film, finaline doğru dramatik bir hâl alıyor ve ameliyat sahnesinden sonra iş ciddiye biniyor. Set o kadar gerginmiş ki, naifliği ile tanınan Welles, sık sık politik mevzularda karşı karşıya geldiği Milian’a “pis bir Kübalı”, demiş. Bu gerginliğin filme yaradığını not etmekle yetineyim. Sonuçta; solcu olmayan adam devrimci bir lideri, sol eğilimleriyle tanınan entelektüel bir oyuncu faşist bir komutanı oynuyor.
COMPANEROS (1970)
“Vamos a matar, compañeros” (1970) birinci sınıf bir devrim taşlaması. Yönetmen Sergio Corbucci. Zaten Tomas Milian’ın filmlerinin neredeyse üçte birini Sergio ve Bruno Corbucci kardeşler çekmiş. “Companeros”ta Milian’a ilaveten Franco Nero, Jack Palance ve Fernando Rey var. Fena halde matrak senaryosu, güçlü oyunculuklar ve teknik açıdan stilize bir çalışmayla taçlandırılıyor. Benim, hakkında yazdığım ilk Tomas Milian filmi budur. Bilhassa, Jack Palance’ın eksantrik karakteri unutulacak gibi değil. Müziklerin Ennio Morricone’ye ait olduğunu bilmem söylememe gerek var mı?
THE DESIGNATED VICTIM (1971)
Alfred Hitchcock’un “Strangers on a Train”indeki (Trendeki Yabancı, 1951) temel hikaye, 1969 yılında “Once You Kiss a Stranger…” adıyla yeniden sinemaya uyarlandı. Aynı hikayenin varyasyonları arasında, şimdilik, benim favorim “Throw Momma from the Train” (Annemi Trenden Nasıl Atarım, 1987). Ama Tomas Milian’lı “The Designated Victim”ın (La vittima designata, 1971) da hakkını yemeyelim. Çan sesiyle karışık o muhteşem müziğin kreşendo yaptığı final, unutulacak gibi değil.
DON’T TORTURE A DUCKLING (1972)
Daha geçtiğimiz hafta, arkadaşlarla beraber çıkaracağımız korku dergisi “Alacakaranlık”ın ikinci sayısı için bizde “Linç” adıyla gösterime girmiş Lucio Fulci giallosu “Don’t Torture a Duckling”i (Non si sevizia un paperino, 1972) masaya yatırmıştım. Tomas Milian, burada zıpçıktı bir gazeteciyi oynuyor. Abartılı oyun yok, eline fırsat geçmiş olmasına rağmen çapkınlık yok. Sigara içişinden bakış ve duruşlarına kadar son derece dengeli ve inandırıcı bir oyun veriyor. Finaldeki dövüş sahnesi hariç, kusursuz gidiyor. Film, zaten gelmiş geçmiş en iyi giallolardan biri. Başka diyeceğim bir şey yok.
ALMOST HUMAN (1974)
Ben size bir gün bir Henry Silva yazısı yazayım. Onu tarihin tozlu raflarından çekip çıkarmanın vakti geldi de geçiyor. Silva, ülkemizde “Kanunsuzlar Şehri” adıyla gösterime girmiş olan “Almost Human”daki (Milano odia: la polizia non può sparare, 1974) komiser Walter Grandi rolünde adeta döktürüyor. Milian’ın da ondan aşağı kalır yanı yok. Zaten kim bir psikopatı bir metot oyuncusundan daha iyi oynayabilir ki? İkisinin arasındaki kimya filmin gücüne güç katıyor. Yönetmen, bir başka ilgi alanım Umberto Lenzi.
NICO GIRALDI BÖLÜM 1: THE COP IN BLUE JEANS (1976)
“The Cop in Blue Jeans” (Squadra antiscippo, 1976), 11 filmlik Nico Giraldi seriyalinin ilk filmi. Filmin asıl kozu, “The French Connection”daki Fernando Rey’e benzer bir rol üstlenen Jack Palance. Baştan söyleyeyim, takip sahneleri uyduruk, dövüş sahneleri dandik, film gayriciddi. Ama Serpico taklidi Nico Giraldi karakterine hayat veren Milian, canlandırdığı tiplemeyle adeta özdeşleşiyor. Kılık kıyafetleri ise unutulacak gibi değil. Serinin ikinci filmi “Hit Squad” (Squadra antifurto, 1976) ve benim seri içinde ilk izlediğim film olan “The Gang That Sold America” (Squadra antigangsters, 1979) da güzel. Bilhassa, serinin beşinci filmi olan “The Gang That Sold America”nın ilk beş dakikasını izleyin, derim ben.
BROTHERS TILL WE DIE (1978)
Tomas Milian hem Marazzi’yi (Kambur) hem de Er Monnenza’yı oynuyor. Daha ne olsun? Bizde “Kamburun Çilesi” adıyla oynamış olan “Brothers Till We Die” (La banda del gobbo, 1978) ile ilgili tuhaf da bir teorim var. Acaba Al Pacino’lu “Scarface”in (1983) senaristi Oliver Stone bu filmi izlemiş miydi? Çünkü “Brothers Till We Die”ın gece kulübü sahnesi, “Scarface”deki lüks restoran (“You need people like me so you can point your…”) ve gece kulübü sahnesini etkilemişe benziyor. Hatta bir adım daha ileri gidip, Tony Montana’nın Havana’dan (Küba) Amerika’ya kaçan… Neyse, bu başka bir yazının konusu.
IDENTIFICATION OF A WOMAN (1982)
Öyle sanıyorum ki, tüm bir Antonioni külliyatı handiyse sadece bir arayış sinemasıdır. Antonioni karakterleri mütemadiyen bir arayış içindedir. Ve onun filmlerindeki her arayış da, tıpkı Özdemir Asaf’ın şiirinde olduğu gibi, kişinin kendisine çıkan bir yokuştan ibarettir. Ustanın son başyapıtı “Identification of a Woman”da (Identificazione di una donna, 1982) da durum aynı. Film, ilginç bir şekilde, “L’Avventura” ile bir tür düşünsel akrabalığa soyunuyor. Tomas Milian’ın da, isteseydi, kimsenin adını ağzından düşürmediği büyük bir aktör olabileceğine dair kuvvetli bir gövde gösterisine sahne oluyor.
THE LOST CITY (2005)
Yanılmıyorsam, beyazperde.com sitesi için kaleme aldığım son sinema eleştirisi “The Lost City” hakkındaydı. Film, bizde 2006 yılında gösterime girmişti. Bu, aynı zamanda, (henüz) vizyona girmemiş bir film için yazdığım son film eleştirisidir. Hâlâ sitede duruyor, isteyen göz atabilir. Filmin yönetmeni Havana doğumlu Andy Garcia. Garcia; Steven Bauer ve Tomas Milian gibi Havana’lı oyuncuları alıp, devrimin arka planında yaşanan bir drama odaklanıyor. Kübalı üç oyuncu da muhteşem. Bill Murray ve mafya lideri Meyer Lansky’yi canlandıran Dustin Hoffman da cabası. Şahsi kanaatimce, “The Lost City”, Küba Devrimi’nin arka planına alan en iyi filmlerden biri.
[/box]
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
Grant, Kevin. “ANY GUN CAN PLAY: THE ESSENTIAL GUIDE TO EUROWESTERNS”, 2011. Fab Press, İngiltere.
https://en.wikipedia.org/wiki/
http://fistfulofspaghetti.blogspot.com.tr/2017/03/rip-cuchillo-forever.html
http://www.imdb.com/name/nm0587401/
http://www.imdb.com/title/tt0063679/
https://en.wikipedia.org/wiki/Spoleto
http://www.beyazperde.com/filmler/film-49148/elestiriler-beyazperde/[/box]