Prometheus, Alien: Covenant ve H.R. Giger Evreni

17 Ekim 2017

İleride “Fantastik Realizm” akımının dünya çapında tanınan sanatçılarından biri hâline gelecek olan ressam ve heykeltıraş Hans Ruedi Giger, 5 Şubat 1940’ta İsviçre’nin Chur şehrinde dünyaya gelir. Zürih’in güneydoğusundaki Graubünden kantonunun başkenti olan Chur, Almanca’nın yoğun olarak konuşulduğu muhafazakâr eğilimleri yüksek bir yerdir. H.R. Giger’ın babası hâli vakti yerinde bir kimyagerdir. Giger sırasıyla Catholic Marienheim ve Auntie Grittli’s Reformational Kindergarten okullarına gider. Daha sonra iki yıl teknik eğitim aldığı bir kanton okuluna gider ve sonra da 1958-1959 döneminde Davos’taki Alpina College’da resim eğitimi alır. 1959-1962 yılları arasında mimar Venatius Maisen’in, tasarımcı Hans Stetter’in yanında staj yapar ve Winterthur’daki askeri lisede ordu birlikleri için havan topu üretir. Evet, havan topu.

H.R. Giger, 1962-1965 yılları arasında Zürih’teki Uygulamalı Sanatlar Üniversitesi’nde “İç Tasarım ve Endüstriyel Tasarım” bölümünde okur ve mezun olur. Bugün Atom-kinder (Atomic Children) olarak bilinen ilk önemli çizimlerini 1964 yılında yapar. Giger, çağının çocuğudur. Üst-gerçekçi (sürrealist) bir üslubun yavaş yavaş hakimiyeti ele geçirdiği sanatında; İkinci Dünya Savaşı’nın, atom bombasının ve makineleşmenin derin izlerini sürmek mümkündür. Tıpkı Andy Warhol gibi o da makineleşme ve insan-makine olgusuna kafa yormuş bir sanatçıdır. Ayrıca Freud üzerine araştırmalarda bulunur ve 1965 yılından itibaren rüyalarının günlüklerini tutmaya başlar. Erken dönem üretimlerinden itibaren hem kullandığı malzemeler hem de teknikler itibariyle yenilikçi bir çizgi izler.

blank

1966 yılında, H.R. Giger’ın hayatında dönüm noktası olarak gördüğüm olay gerçekleşir. Giger, aktris Li Tober’le tanışır ve aşık olur. Li de çeşitli tekniklerle üretim yapan yaratıcı bir sanatçıdır. Uzunca bir süre sanatının itici gücünü teşkil eden destansı bir sevda başlamıştır. Giger ve Li 1967 yılında aynı eve taşınırlar. Sanatçı bu dönemde Birth Machine, Under the Earth ve Astro-Eunuchs adlı tanınmış eserlerini üretir. İlk solo sergisini açar. Artık ilhamını bulmuştur. Olgunlaşmaya başlayan düşüncelerinin merkezinde Li Tober ile yaşadığı tutkulu aşkın payı günden güne artar. Beggar, Suitcase Baby ve Life-Support adlı heykellerini bu dönemde yapar. Swissmade adlı film için ilk yaratık/canavar tasarımını yapar. Sene 1968’dir. Bu tarihten itibaren yağlı boyalarından ve karakalem çalışmalarından para kazanmaya başlar. Li Tober, St. Gallen Stadttheater ile anlaşır, Giger ise Zürih’te, orta kullanım alanları olan bir eve bilmem kaçıncı kişi olarak taşınır. Bir süre birbirlerinden uzak yaşayacaklardır. Biomechanoids 1969 yılında yayınlanır. Avusturya ve Almanya’daki ilk sergilerini açar. Giger’ın giderek artan klostrofobik kabuslarını dışavurduğu Passagen (Passages) ortaya çıkar.

1970 yılında Li Tober Zürih’e geri döner ve Eveline Bühler ile yaşamaya başlar. Tober ve Giger birbirine çok yakın yerlerde yaşamaktadır. H.R. Giger, Eveline Bühler’in dairesinde ilk dehşetengiz kabus deneyimini yaşar. Bu kabus onda o denli etkili olur ki, “wet-cell” adı verilen resimleri doğar. The Four Elements, Bathtub, Kitchen with Sink and WC bu dönemde öne çıkar. Ustanın, insan derisi ile kaplı olduğu izlenimi veren mekanik yapıları merkeze alan eserleri sanatında derin bir kırılmayı mimler. Giger ve büyük aşkı Tober çok geçmeden aynı eve taşınırlar. Çeşitli sergilerde Passagen, Skin Landscapes ve ustanın o benzersiz boya tabancası tekniğiyle tarihe kazıdığı saykodelik başyapıtları şanına şan katmaya başlar.

1973’te Giger’ın çok sevdiği, eserleri üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip olan, Zürih sanat camiasının önde gelen devlerinden Friedrich Kuhn hayatını kaybeder. H.R. Giger çok sağlam bir dostunu ve ilhamını kaybetmiştir. Giger, Hommage to Friedrich ile dostuna bir anıt diker. Aynı yıl H.R. Giger; Claude Sandoz ve Walter Wegmüller ile birlikte dört parçadan oluşan ve en iyi eserlerinden biri kabul edilen o sarsıcı Tagtraum’u (Daydream) yaratır. Passagen’de izleri sürülebilen bazı öğeler Tagtraum’da müthiş bir hâl alır. Necronomicon’da kristalize olup kusursuz hâle gelecek olan temalar aynı bünyede birleşir: Makine, ölüm, düş, kadın ve yaşam. Tagtraum 1974 yılında Bündner Kunstmuseum’da sergilenir, J.J Wittmer’in belgeseli sayesinde uzak diyarlara da namı yayılır.

blank

Jörg Stummer, 1975 yılında Li Tober’i kendi galerisini kurması için yüreklendirir. Li; galerisinde Manon, Pfeiffer ve Klauke’leri gösterir, Schuwerk (Shoe Works) adlı sergisinden sonra ağır bir depresyona girer. Tober 19 Mayıs 1975’te; yaşadığı güven bunalımına, ağır uyuşturucu kullanımına ve bohem hayatına tek bir mermiyle son verdiğinde sadece 27 yaşındadır.

Li Tober’in intiharı, onu sanatının tam merkezinde duran anaç bir kadın figürüne dönüştüren H.R. Giger’ı allak bullak eder. Giger’ın sayısız eserindeki kadın yüzü Tober’den başkası değildir. Bu inişli çıkışlı 9 yıllık ilişkiden geriye, makinelerle insanlığı yapay ve ruhsuz bir ilişki içinde resmeden, ustanın “biyomekanik” adını verdiği Fuchs ve Dali etkileri taşıyan Necronomicon doğmuştur. Giger’s Necronomicon (1975) adlı belgeselinde topyekûn değerlendirme fırsatı bulduğumuz bu eşsiz çalışma, onu Jodorowsky’nin yarım kalan “Dune” projesine taşır. Harkonnen’i tasarlaması için işe alınmıştır. Mesela Harkonnen Capo Chair’ı o dönem tasarlar ve daha da önemlisi, ileride kariyerine yepyeni bir yön verecek olan Dan O’Bannon ile tanışır. Giger başka isimler üzerinde de etkili olmaya başlamıştır. David Lynch, “Eraserhead” adlı çalışmasında H.R. Giger’ın konseptini kullanır. Siberpunk’ın öncü isimlerinden, Neuromancer’ın yazarı ve “Alien 3”ün ilk senaristlerinden William Gibson, H.R. Giger’ın kendi üzerindeki etkisini defalarca dile getirmiştir hatta ilk kitabı Virtual Light’ta da ona ismen saygı duruşunda bulunmaktan geri kalmaz. H.R. Giger 1977 yılında “Alien” filminin ön yapım aşamasında, filmin senaristi Dan O’Bannon’ın girişimleriyle projeye dahil edilir (Giger, kitabında, O’Bannon’ın kendisini Temmuz 1977’de aradığını söyler). Necronomicon’un kitabını gören Ridley Scott onay verir. Gerek Dan O’Bannon’ın gerekse Giger’ın Yaratık tasarımında H.P. Lovecraft etkisi büyüktür. Her ikisi de büyük ölçüde Lovecraft’ın Cthulhu canavarından etkilenmiştir. Giger, “Alien” (1979) filmi için hem Yaratık’ı (Alien) hem The Derelict’i hem de Space Jockey’i tasarlar. Bunlar “Prometheus”da da kullanılacaktır. Giger’ın Jodorowsky’nin “Dune”u için tasarladığı Temple da “Prometheus”a nasip olur.

blank

Bunca lafı niye ettik şimdi oraya gelelim. Kıymetinin anlaşılamadığını düşündüğüm “Prometheus” (2012) ve devam filmi “Alien: Covenant”ın (2017), bizi düşünmeye sevk eden, bazı sorulara cevap ararken yeni sorular sordurmayı başaran zengin bir boyut taşıdıklarını düşünüyorum. O da David’in ve Mühendisler’in (Engineers) hikâyesinde kendini gösteriyor. “Prometheus”, daha açılış sahnesiyle beraber merak uyandırıcı bir yaradılış (genesis) hikâyesi öneren yapısı ile öne çıkarken, “Alien: Covenant” (2017) bizi bir androidin Tanrıcılık oynamaya çalıştığı son derece karanlık diyarlara götürüyor. Ama tüm bunlar ilk “Alien” ile birleşip kendi içinde tutarlı bir Giger Evreni inşa ediyor, asıl ona bayıldım ben. Geri dönelim. “Giger’ın sayısız eserindeki kadın yüzü Tober’den başkası değildir” demiş ve “çiftin yaşadığı inişli çıkışlı ilişkiden, makinelerle insanlığı yapay ve ruhsuz bir ilişki içinde resmeden bir büyük sanat çıktığını” belirtmiştik. Bu sanat, Giger’ın “biyomekanik” adını verdiği, nanoteknolojik bir geleceği müjdeleyen pre-siberpunk bir kainat tasviriydi. O nedenle, “Prometheus”un açılışındaki yaradılış önermesi, Mühendisler’in çeşitli gezegenlere gidip canlı türlerini sıfırdan inşa ettikleri bir tür “ilk aminoasit ekimi” şeklinde vücut bulduğunda nefesim kesildi. “Alien: Covenant” ile birlikte Giger’ın Birth Machine (ya da nam-ı diğer Baby Bullet) adlı eserine felsefi düzeyde atıfta bulunulunca merakım daha da arttı. Aklınızı kurcalamasın, Giger’a “Li Tober, bir mermiyle hayatına son verdiğinde hamile miydi yoksa?” diye sormuşlar. “Hayır”, demiş. Bizde beyan esastır.

Aslında ilginç olan, “Prometheus” (2012) ve “Alien: Covenant”ın (2017) arasında bir tür geçiş vazifesi gören “Alien: Covenant – Prologue: The Crossing” (2017) adlı kısa film oldu. “Alien: Covenant”ın kesilen görüntüleri günyüzüne çıkana kadar biz Elizabeth Shaw’un (Noomi Rapace) başına ne geldiğini tam çözemedik. Elizabeth, David’i (Michael Fassbender) yeniden eski hâline getirdiği için ve David ona iyi davrandığı hatta hayran hayran baktığı için (kinded heart!), David’in onu öldüreceği aklımıza gelmedi. “Alien: Covenant”ı ve “Alien: Covenant – Prologue: The Crossing”de çizdiği resmi Elizabeth’e gösterdiği sahneyi görene kadar bir yaratıcı tarafından yaratılmış olan David’in içindeki “yaratma” güdüsünü öngöremedik. Hatta “Prometheus”un finalinde Mühendis’in daha David’i görür görmez kafasını koparmasını da “Yaratıcı’nın yarattığı yaratığa yani ‘insan’a, ‘üstün bir canlı yaratmaya çalışmayı’ çok görmesi” olarak yorumladık. David’in kafasını oracıkta koparıvermesini, üstünlüğünü ilan ettiği bir çeşit gövde gösterisi olarak değerlendirdik. Ama şimdi anlıyoruz ki, durumu kavrayan Mühendis kendince haklıydı. Bir android olan David’in içinde yaratma güdüsü peyda olmuştu. Ne cüret!

“Alien: Covenant” ile birlikte hikâye yeni bir perspektif kazandı. David’in, yeni gittiği gezegende bir toplu katliam yaptığı ortaya çıktı, sonra da çeşitli deneylerle yeni bir türün inşasına giriştiği. Burada, iki görüşümü ortaya koyayım. Bir, ben bu gezegende yok ettiği (kendisini karşılamaya gelen) halkın Mühendisler olduğuna inanmıyorum. Evet, bu Mühendisler’in yarattığı bir şehir ama içindekiler “Mühendis” değil bence. Görünüşleri benzemekle birlikte (Ee, insanlar da Mühendisler’e benziyor) uzay gemisinin iniş yapacağı platform hariç yüksek teknolojileri ve güvenlik önlemleri olmadığı için Mühendisler olduğuna (şimdilik) inanmıyorum. Bence o halk, Mühendisler’in çeşitli gezegenlerde hayat verdiği (detaylara hakim olmadan inançları gereği kendilerine tapan) halklardan sadece biri. Giyim kuşamları son derece basit. Platforma iniş gerçekleştirilirken bile olayla ilgilenen hiçbir yetkilileri yok. Kainata canlı ekecek düzeyde “Tanrısal” bir erke sahip oldukları hiç belli olmuyor. Antik çağ kavimleri gibi gökyüzünden gelen şeylere tapan sıradan bir halk görünümündeler. David de onları tümden yok ediveriyor. Ve iki, David’in Elizabeth Shaw üzerinde yaptığı çalışmalar bütünüyle H.R. Giger’ın çalışmalarındaki ana mantığa uymaya başlıyor. Hatta Shaw’un cerrahi müdahaleler sonrası deşilmiş bedenini yukarıdan gördüğümüz sahne Giger’ın ünlü bir çalışmasından. Tabii, Giger’ın kullandığı kadın yüzü Li Tober’in. “Alien: Covenant”ta “facehugger”ın insan parmaklarından türetildiğine dair ilk kuvvetli emareleri görüyoruz. Beni filmde asıl etkileyen David’in çalışmaları oldu zaten (ki bir kısmı Giger’ın karakalem çalışmalarıdır). Bir de David’in Walter’a flüt çalmayı öğretmesi.

“Blade Runner 2049” ve hemen öncesinde dolaşıma sokulan üç kısa filmin yarattığı evren; daha sonra yapılan androidlerin, eski Nexus’lara göre yüzde yüz itaatkâr olarak tasarlandığını gösteriyordu. Ridley Scott; duyguları olan androidlerin beklenen sonuçları vermemesi üzerine üretilen daha üst düzey model itaatkâr androidler fikrini “Alien: Covenant”ta da kullanır. David’in Walter’a kıyasla devrimci bir yönü vardır. David, bir şey (müzik, resim, canlı vb.) yaratmayı/üretmeyi biliyordur. Ve son filmle birlikte görüyoruz ki, bu fevkalade tehlike bir şeye dönüşme riski taşımaktadır. “Prometheus”un en büyük sürprizlerinden biri, Guy Pearce’ın canlandırdığı Peter Weyland’ın karakterinin “mentoru, ezeli rakibi ve sonra iş ortağı” olan birinden bahsettiği bir mektubun filmin DVD’sinde yer alması olmuştu. İsmi hiç geçmemekle beraber, David’i tasarlayan Weyland’ın mektupta “Melekler şehrine tepeden bakan piramidin en üst katındaki Tanrı” diye hitap ettiği ve işinde Tanrı’yı taklit ettiğini söylediği replika üreticisinin “Blade Runner”daki (1982) Tyrell Şirketi’nin sahibi Eldon Tyrell olduğuna şüphe yoktur. Her iki seri de insanın makineleşmesi ve/veya makinenin insanlaşması ekseninde bir yolculuğa çıkar ve Gigercı bir düşünce evrenine varır. (Bilimkurguda siberpunk üzerine yazacağım bir yazıda daha detaylı bir şekilde anlatacağım. Siberpunk, William Gibson’dan çok daha önce başlamıştı.)

Giger’ın acı ve gözyaşı dolu karanlık bir türbülanstan damıttığı sanatının, ortaya çıkışından neredeyse yarım yüzyıl sonra bile felsefi derinliğini koruması hayranlık uyandırıcı. Giger’s Necronomicon’u (belgesel ya da kitap) görme fırsatınız olursa ne dediğimi tam olarak anlayacaksınız, o nedenle belgesel versiyonunu yazının sonundaki “Kaynaklar” kısmına ilave ediyorum. Ridley Scott; “Prometheus” (2012) ve “Alien: Covenant” (2017) ile birlikte sadece tasarım olarak değil, düşünsel manada da Giger evrenine geri döner. Makine, ölüm, düş, kadın ve yaşam. Er geç öleceğini bilen makine, Tanrı’yı oynamaya karar verir ve kadın bedeninden (ölmek bilmeyen) yeni ve kusursuz bir yaşam formu (organizma) yaratmayı düşler. Giger’ın onlarca yıl önce Li Tober’de vücut bulan fikirleri; Shaw, Daniels ve Ripley’e kadar uzanacaktır. David, uzun yıllar yaptığı çalışmalar sonucu Elizabeth Shaw’dan xenomorph’lara ulaşır. Ama bu yeterli değildir. Xenomorph’ların kendi kendine üreyebilmesi için bir Kraliçe’ye (The Queen) ihtiyaçları vardır ve anladığımız kadarıyla, o kraliçe, Daniels (Katherine Waterston) olacaktır. Durun bir dakika. İnsanlar olarak yapmak istemediğimiz şeyleri yapsınlar diye ürettiğimiz androidlerin zamanla kontrolden çıktığı “Blade Runner”ın (1982) devam filmi olan “Blade Runner 2049”daki (2017) Niander Wallace’ın amacı da “kusursuz organizma”ya türün devamı için bir tür “Kraliçe” bulmak ve kendi kendilerine çoğalmalarını sağlamak değil miydi? Ve Türkiye’de kesilen (ve bizim sadece internetten fotoğrafını görebildiğimiz) görüntülerden birinde (Luv’un K’ya şirketi/mekânı gezdirdiği sahnede) merdivenlerin sağında yer alan en öndeki cam haznedeki android net bir şekilde bir “Mühendis”e (Engineer) benzemiyor muydu? Oops.

Devam edeceğiz…

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Film ve Müzik 3: Sonbahar ve Ölüm ve Eksiklik Üzerine…

Özcan Alper’in Sonbahar filminde, öğrenci olayları nedeniyle hapishanede yatan Yusuf,
blank

Süpermen Superman’a Karşı!

Dönemin imkân ya da imkânsızlıkları içerisinde, aslında hakkıyla çekilmiş bir