Gilliamesk bir itiraf biyografisi, sıkışmış düşüncelerin son bir silkinişle duvara fırlatılmış hali ama bu bir itiraf değil; sinemayı çocukluğumdaki gibi seviyorum, bunu defalarca yazdım. Palavracı şövalyeler, hafifmeşrep prensesler, beceriksiz büyücüler, şişmanlayıp uçamayan ejderhalar… Masal diyarlarından kaçarken ayarı bozulmuş ne kadar şey varsa filmlerde görmek hoşuma gider. Filmler bana sinemanın büyülü bir şey olduğunu yeniden hatırlatır ve gerçek dünyadan kaçmamı sağlayan kanatlı atlara dönüşürler.
80’lerde çocuk olmanın harika tarafları var. Örneğin, bir Terry Gilliam filmiyle küçük bir kasabanın sıradan bir video kiralamacısında karşılaşabiliyorsunuz. Düşünsenize; Baron Munchausen’in Serüvenleri, marangoz işi bir film rafında, Gece Yaratıkları (Neon Maniacs) ile Karate Kid filmlerinin arasından el sallıyor. Bu şimdilerde asla sahip olamadığımız bir rastlantısallık, tasarlanmamış bir ayrıcalık.
Bir sinema delisi (deli kelimesini gerçek anlamında kullanıyorum) olan Terry Gilliam filmlerini videoda keşfettikten sonra yönetmenin gerçek bir takipçisi oldum ve sonraki hiçbir işini kaçırmadım. Grimm Kardeşler (2005) ile bir stüdyo yönetmenine dönüşmüş olsa da bazen çocukluğumdaki haliyle el sallıyordu.
İstanbul Film Festivali’nde izlediğim The Zero Theorem (2013) ustanın yakıtının tükendiğini, artık kendi deliliğini taklit eden bir sinemacıya dönüştüğünü gösterdi. Bu benim için oldukça üzücü olsa da hayat sürprizlerle dolu! Bir sinemacının en sevdiğiniz halini onun kaleminden çıkan bir kitapta görmek ise oldukça şaşırtıcı. Bu kez izlemiyor, okuyorum ve en az Brazil zamanlarındaki kadar zevk alıyorum bu tuhaflıktan…
Gilliamesk’i, sevgili Başak Bıçak “al, sen bunu çok seveceksin” diyerek tutuşturdu elime… Cüsseli bir eser olduğundan seyahatlerde yanımda taşıyamadım, bu yüzden de okumaya biraz geç başladım ama başladıktan sonra da bitene kadar bırakamadım!
Müthiş, inanılmaz, kafa açıcı bir eser, İsa’yı görmüş bir havari kadar mutlu hissettiriyor ve okuduktan sonra başkalarına da anlatmak için sınırsız bir istek duyuyorsunuz. Kitap, Gilliam’ın çok sevdiği o asit kafasına kitap okuyarak ulaşma acayipliğini yaşatıyor çünkü sadece yazılarla değil bir hazineye sahip olduğunuzu hissettirecek kadar özel görsellerle bezenmiş. Her sayfada dakikalarca duruyor, her şeyi sindirmeye çalışıyorsunuz, aksi mümkün değil. Tam bir sinefil çılgınlığı…
Adamın yaşadığı her şey, kıskançlıkları, hayranlıkları film yaparken geçirdiği cinnetler, yapamadığı filmler, dostlukları, oyuncularıyla yaşadıkları, stüdyo sistemine olan bitmez tükenmez gıcıklığı, festival deneyimleri ve başka bir dünya Gilliam tuhaflığı bu kitabın içine doldurulmuş. Benim kitaptaki favori kısmım ise Life of Brian’ın yapım aşamasındaki her şeyi saçtığı bölüm.
Terry Gilliam filmlerine bir kasaba videocusunda rastlamak nasıl o yılların ayrıcalığı ise böyle bir esere Türkçe olarak kavuşmak da şimdiki zamanlarda mümkün olan bir keyif. Kitabı Alfa yayınları (Alfa Biyografi) basmış, lezzet kaybına yol açmayan çeviri ise Bilge Firuze Çallı’ya ait.
Çok fazla kitap incelemesi yapan bir yazar değilim ancak bu kez değdi, yazıyı hala eserin verdiği çakırkeyiflikle yazdığımı belirtmeliyim ki bu çağlama halini anlayın.
Son söz; akademik kitaplar okurum ancak çok hazzetmem, draje kitapları da sevmem, parti ortamlarında sinema bilgimle kız tavladığım yaşları çoktan geçtim o yüzden “trivia” peşinde koşmam! Meğer böyle çılgın ve deneysel bir eseri okumaya çok ihtiyacım varmış. Terry Gilliam gibi bir sinemacının “öbür tarafa götürmeye kıyamadığı” anılarının nasıl şeyler olabileceğini tahmin bile edemezsiniz! Gerçi burada da yapmış numarasını; kitabı okutmuyor, bir film gibi seyretmenizi de sağlıyor. O nasıl olur demeyin, gidin bir yerlerden alıp okuyun. Hemen arkasından tüm Gilliam filmlerini bir kez daha izleyeceğinize eminim!