Gizem İbak ile bana ulaşması sayesinde tanıştık, India Diaries adlı kısa belgeselini izledikten sonra diğer filmlerine de göz attım. Kendisi genç yaşlarda Hindistan’a ve sinemaya doğru yola çıkmış bir isim. Kendisine sorularımı yönelttim…
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Gizem, öncelikle seni tanıyalım biraz?
Merhaba, teşekkür ederim. İsmim Gizem İbak, Temmuz ’93 İstanbul doğumluyum. Tiyatro sahnesinde geçen çocukluk ve ergenlik yıllarının ardından oynamak yerine yönetmeye daha istekli olduğumu fark ederek Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema ve Televizyon Bölümü’ne başladım. 2013 yılında ilk kısa filmimi çektim, o zamandan bu yana film ve reklam yönetmenliğine devam ediyorum.
Hindistan sürecini ve o süreci kısa bir belgesel yapma sürecini anlatabilir misin? Bir de izlerken neden kısa sürdü diye düşündüm, daha uzun olamaz mıydı?
21-23 yaşlarım git gellerle Hindistan’da geçti. Orada bulunmak hem bambaşka bir medeniyeti hem de kendimi keşfetmem için kıymetli bir deneyimdi. O yıllarda orada iki kısa belgesel film ürettik, başarılı geçen festival süreçlerinin ardından BluTV’de izlenime açtık ve benim için Hindistan serüveninin bittiğini düşündüm. Aradan yıllar geçti ve başkaca birçok şey yaptım. Ta ki bu yaz tesadüfen Hindistan’da tuttuğum günlüklerle karşılaşana kadar. O cümleleri okumak ve arşivde duran o yıllara ait görüntüleri izlemek tuhaftı. Hem kendi hayatıma bakıyordum, hem de ilk gençliğin ateşiyle çıkılan bir macerayı, evrensel bir yol hikâyesini izliyordum. Böylece India Diaries yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Aslında itiraf etmem gerekirse en az beş film daha yapacak kadar görüntü var. Fakat hem kısa filmin süresine dair genel kabul hem de benim seyircinin sıkılma ihtimalinden duyduğum endişe on sekiz dakika ile sınırlandırmama sebep oldu.
India Diaries İngiltere’de düzenlenen uluslararası Lift-Off Global Network Film Festivali’nde Audience Choice ödülünü kazandı, o süreci biraz anlatabilir misin?
Bu, Pinewood Studios tarafından düzenlenen, ücretsiz olarak tüm dünyadan filmlerin katıldığı bir festival. Bizim film 1800 film arasından kısa listeye kaldı ve sonrasında biletli online gösterime açıldı. Bilet alanlar aynı zamanda oylamaya katılıyordu. Bir ayın sonunda halk oylamaları birincisi olduğumuzu öğrendik.
Bildiğin Gibi ve Filmin Sonu Güzel Bitecek daha toplumsal eksenli filmler gibi duruyor, o günden bugüne neler değişti toplumsal algılarda, ya da değişti mi?
Bildiğin Gibi’yi 2013’te, Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk isimli öyküsünden uyarladığım Filmin Sonu Güzel Bitecek’i ise 2015’te ürettik. O tarihlerde toplumca zorunlu bir dönüşüme gebe olduğumuz süreçten geçiyorduk. Herkes gibi ben de kolektif bilincin bir paydaşı olarak yaşanan her şeyden etkileniyor ve besleniyordum. Toplum olarak uğradığımız dönüşüm ve her alanda topyekûn erozyon beni ve ait olduğum kuşağı daha içe kapalı hâle getirdiğinde üretimlerim de kaçınılmaz olarak etkilendi. Bu benim, “şimdi artık böyle olacak” diye aldığım bir karar değil esasen, yaşananlar ve yaşananların bende bıraktığı etkilere bağlı olarak bugün böyle devam ediyor. Muhtemelen yarın başka bir şeye dönüşecek.
Film çekmeye nasıl bakıyorsun, senin deneyimlerini kapsaması daha mı anlamlı geliyor, yoksa akışa mı bırakıyorsun?
Kısa film benim için derdim olduğu sürece ürettiğim bir disiplin. Bir cümle kalbimden dilime yüksek sesle ilerlediğinde kendimi bir filmin eteklerini çekiştirir hâlde buluyorum. Ben de başlıyor fakat evrensel bir zemine ulaşıyor. En son 2020’de Kültür Bakanlığı’nın yapım desteğiyle çektiğimiz Acıdan Başka, sekiz saatlik uçuşta bir cümle olarak belirmişti. Demek istediğim bir şey vardı ve mutlaka söylemeliydim. Öte yandan, filmler benim büyüme serüvenimle de paralel ilerliyor. İlk filmimi çektiğimde 20 yaşındaydım. Bugün 30 yaşındayım ve bambaşka durumları dert ediniyorum, on yıl sonra neler anlatmak isteyeceğimi ben de merak ediyorum.
Bundan sonra neler çekmeyi planlıyorsun, uzun metraj çekme fikri var mı?
Ege’nin iki yakasında geçen, aile drama türünde uzun metraj bir sinema filmi yazdım. Yer yer güldüren, yer yer ağlatan, ekranda görmeyi özlediğimiz insanların hikâyesini anlatan bir film. Fakat uzun metraj disiplin olarak profesyonel bir üretim ağı içinde konumlanmayı gerektirdiğinden hayata geçmesi biraz daha zaman alacak gibi duruyor.
Film festivalleriyle ilgili düşüncelerin nelerdir, kısacılarla etkileşimde bulunma, birbirinizi tanıma imkanı buluyor musunuz?
Son yıllarda gerek kısa film festivallerinin, gerekse kısa filmlerin daha profesyonel bir zemine oturduğunu gözlemliyorum. Kısa filmin, öğrenci filmi ya da amatör film olduğu algısını kırmak, bu disipline gönül veren insanların üretim şevkini arttırmak adına önemliydi. Birbirimizi aynı dönemlerde filmlerimiz dolaşırsa festivallerde görebiliyoruz ancak sosyal ağlar aktif olarak hayatımızda olduğundan bağımız kopmuyor. Şu an “rağmen” üreten tüm meslektaşlarımı kardeşim gibi seviyorum çünkü bu yıllarda bunca zorluğa karşın üretmenin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Bir de Aamir Khan hikayesi var tabii, onu da bir deneyim olması açısından bizimle paylaşabilir misin? Hint sinemasıyla ilgili kısaca gözlemlerini alalım ve orada daha fazla bulunmak ister miydin?
Aamir Khan sineması benim için ilham verici bir yerde duruyordu. Klasik Hint anlatısının dışında, derdi olan bir aktörün, sinemayı dönüşüme hizmet etmeye aracı kılması benim “Neden film yapmalıyım?” sorusunu kendime sorduğum yıllara güçlü bir yanıt armağan ediyordu. 2015’te dönemin Türkiye Mumbai Başkonsolosu’na Aamir Khan’a iletmesi ricasıyla bir mektup yazdım ve Sayın Khan mektubu aldığında Dangal isimli filmin setine davet etti. Oraya giderken amacım, ürettiği filmlerden ilham aldığım aktöre sorular sormak, güç bulmak ve sinema yapmaya motive olmaktı. Şimdi düşündüğümde, o yıllarda bu gücü sekiz bin km ötede aramam gerekiyormuş demek ki diyorum. Hindistan için sinema, hava, ekmek, su kadar değerli. O yüzden de dünya pazarında endüstri olarak ilk sıralarda yer alıyorlar. Orada sinema, bir temaşa hâlâ. Hindistan hikâyemin kıymetli bir yerinde duruyor ve bağım hâlâ sürüyor fakat benim oradan alabileceğim “devam etme ilhamı”ydı ve onu aldığımı düşünüyorum.
Kısa filmin geldiği noktayı nasıl buluyorsun, öyküleme, yönetim ve teknik anlamında… Maddi olarak yeterince destekleniyor mu sence?
Kısa film az evvel de söylediğim gibi son yıllarda “amatör film, öğrenci filmi, uzun metraja geçiş için basamak” gibi nitelemelerden uzaklaşıyor. Bir disiplin olarak kendi yerini sağlamlaştırıyor. Daha da iyi olması için maddi olarak güçlü bir şekilde desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun katkısı ne olur? Mesela bu sene Oscar ödüllerinde en iyi kısa belgesel film ödülünü Hindistan’dan arkadaşlarım aldı çünkü onlar o filmi yaparken tüm ülke onları en hayati meseleyi destekler gibi destekliyordu. Neden biz de almayalım?
Son olarak neler söylemek istersin?
Söyleşi için teşekkür ederim.