Godfrey Ho: ‘Eğer sanatsal değer peşindeyseniz, üzgünüm, yanlış adres’

24 Ağustos 2024

Godfrey Ho ve filmleri hakkındaki birçok bilginin kaynağı olarak gösterilen mühim bir röportaj var Nanarland sitesinde. Röportajın site ekibi tarafından imece usulü gerçekleştirildiği belirtiliyor. Hemen aşağıdaki giriş kısmı ve sorulan sorular Nanarland ekibinden, cevaplar ise sinema tarihinin benzersiz figürlerinden Godfrey Ho’dan… Keyifli okumalar.

Nanarland sonunda Godfrey Ho’dan haber almanın mutluluğunu yaşıyor. Hong Kong sinemasının en tuhaf Z-filmlerinden bazılarının efsanevi yönetmeni ve Batılı oyuncularla çekilen sahneler ile Asya filmlerinden kesilen parçaları birleştirerek bir film fiyatına birkaç film yapma tekniği “ikisi bir arada”nın ustası Godfrey Ho, 1980’lerde ninja evreninin tartışmasız kralıydı. Yıllarca süren spekülasyonlar ve söylentilerin ardından, nihayet bize açık sözlülük ve kötü niyetin sempatik bir karışımıyla güven veren adama ulaşabildik. Kimilerine göre sahtekâr, kimilerine göreyse farkında olmadan dâhi olan Godfrey Ho, sonunda karşımızda.

Shaw Brothers Yılları

Hong Kong film endüstrisinde çalışmaya nasıl başladınız?

Kariyerime kaç yaşındayken başlamıştım, oo hatırlamak giderek zorlaşıyor. (gülüyor) Yirmi küsur olması lazım. Shaw Brothers’ta devamlılıktan sorumluydum.

İşe başvurduktan sonra bir giriş sınavına tabi tutuldunuz mu?

Hayır, Shaw Brothers’ta tanıdığım bir görüntü yönetmeninin tavsiyesiyle işe alındım. Film endüstrisiyle ilgilendiğimi öğrendiğinde bana; “Godfrey, nasıl film çekildiğini öğrenmek ister misin?” dedi. “Evet, tabii ki” dedim. “Peki, ne ilgini çeker?” diye sordu. “Kamerada çalışmak güzel ama asistan olarak çalıştıktan sonra en fazla görüntü yönetmeni olabilirim ve teknik kısım pek benim uzmanlık alanım değil. Neden yönetmen olmayayım” dedim. “Tamam, eğer yönetmen olmak istiyorsan, yapacağın en iyi şey devamlılıkta başlamaktır” dedi. “Tamam, harika!” dedim ve böylece Shaw Brothers’a katıldım. Chang Cheh’nin aksiyon filmlerinde sahne devamlılığından sorumluydum. Bu yaklaşık bir yıl sürdü ve sonra yönetmen yardımcılığına terfi ettim. Sonra John Woo da asistan olarak ekibe katıldı. Ben birinci asistandım, o da ikinci. O zamanlar birbirimizi oldukça iyi tanıyorduk.

Shaw Brothers’ta sadece Chang Cheh ile çalıştınız, değil mi? Yoksa başka yönetmenlerle de çalıştınız mı?

Sadece Chang Cheh ile çalıştım. O zamanlar çok ünlü bir aksiyon yönetmeniydi, çok tanınıyordu ve neredeyse her gün çalışıyordu. Genellikle yılda dört film yönetirdi. Çok çalışkandı ama bütün gün çalışmazdı, çalışmaya öğleden sonra başlardı. Uykusuzluk çeker ve geceleri çok geç uyurdu, bu yüzden sabahları erken kalkamazdı. Ama bütün ekibin sabah saat tam 9’da sette olması gerekirdi. Yönetmeni her gün saat 1’e kadar beklerdik ve çekimler o geldikten sonra başlardı. (gülüyor) Yani sabahları biraz boş zamanımız olurdu. Dublörlerin çoğu kumar oynayarak vakit öldürürdü. Ben de seslendirme stüdyolarını, kurgu odalarını, diğer yönetmenlerin çalıştığı setleri ziyaret ederdim. O zamanlar 10’dan fazla büyük stüdyo vardı, sektör çok büyüktü! Orada olduğum için şanslıydım.

Chang Cheh ile iş ilişkiniz nasıldı?

Değerli bir kişilikti. Aslında o zamanlar yönetmenin stüdyoda bir tür hükümdar gibi olduğunu gördüm. Puro içer, bağırır çağırır, sabrı çabuk tükenirdi ve herkes onunla ilgilenmek zorundaydı. Güney Kore’de çektiğimiz bir filmi hatırlıyorum. Çekimlerden sonraki partide şarabı biraz fazla kaçırmıştım ve biraz sarhoş olmuştum. Onu odasında görmeye gittim ve ona bağırmaya başladım! (gülüyor) Ertesi gün yanıma geldi ve şöyle dedi; “Hey Godfrey, dün gece sarhoş olduğunu biliyorsun değil mi?” “Öyle miydim?” diye sordum. “Evet ve bana gelip İngilizce bağırdın!” Chang Cheh çok iyi İngilizce bilmiyordu ama karısı biliyordu ve söylediklerimi tercüme etmişti. “Birinci asistan olduğunun farkındasın değil mi? Ve dün bana çok kaba davrandın.” (gülüyor) Daha önce bana hiç kızmamıştı ama bu olaydan sonra bana karşı oldukça sertleşti. Bir daha asla saygı duymadı. Ama buna dayanmak zorundaydım çünkü gerçekten film yapmak ve daha fazla şey öğrenmek istiyordum. Bizimkisi biraz Jackie Chan’inki gibi bir usta-çırak ilişkisiydi. Günümüzde baba-oğul ilişkilerinde bile durum böyle değil. Bugün bir baba olarak, “Hey baba, bana böyle davranmak zorunda değilsin! Bana saygı duymalısın” gibi cevapları sıkça duyuyorum. Eskiden sorgusuz sualsiz itaat etmek zorundaydın.

Özellikle de dönemin en önemli yönetmenlerinden biri olduğu için!

Evet, beni yönetmen olmaya motive eden de buydu. Bir gün ben de onun gibi olabilirim diye düşündüm. (gülüyor) Ama günümüzde yönetmenlik eskiden olduğu gibi değil, özellikle de bağımsız olarak çalışıyorsanız. Ekibin lideri olarak her şeyle ilgilenmek zorundasınız. Siz yavaş hareket ederseniz, herkes yavaş hareket eder. Siz hızlı hareket ederseniz, herkes hızlı hareket eder. Bu zamana karşı bir yarış. Çekim programının gerisinde kalırsanız bütçeyi aşarsınız ve işiniz biter. Öğrencilerime de bunu öğretiyorum: “İyi bir yönetmen mi olmak istiyorsunuz? O zaman önce zamanınızı nasıl yöneteceğinizi ve bütçenizi nasıl kontrol edeceğinizi öğrenmelisiniz. Hiçbiriniz Wong Kar-Wai, Tsui Hark ya da istediği gibi para harcayabilen büyük bir yönetmen olarak doğmadınız.” Bu Hong Kong sinemasında kötü bir alışkanlık. Hollywood’da olduğu gibi değil. Hollywood’da eğer bütçe aşılırsa, bir yönetici yönetmeni kovar ve yerine başka birini getirir, çünkü görevi, parayı veren bankanın çıkarlarını savunmaktır. Hong Kong’da parayı doğrudan yapımcıdan nakit olarak alırsınız, bankadan değil, bankalar filmlere asla yatırım yapmaz. (gülüyor)

blank

Chang Cheh’nin John Woo’yu Blood Brothers filminin setinde ağlattığına dair bir söylenti var. Bunu doğrulayabilir misiniz?

Hayır, hayır, hayır, Chang Cheh John Woo’ya asla bağırmazdı. John Woo, Chang Cheh’nin asistanı olarak sadece bir yıl çalıştı. Daha sonra bağımsız bir şirket için kendi filmlerini yapmak üzere ayrıldı. Gerçekte John Woo nadiren yönetmen yardımcılığı yapmıştır. Çoğu zaman kurguda çalışıyordu, sette bile değildi, çünkü çok fazla konuşmayan biriydi. Biraz utangaçtı. O zamanlar Fransız sigarası içiyordu, herkes ona “French Guy” (Fransız) diyordu. Ama Chang Cheh’ye saygı duyuyordu ve ondan çok şey öğrendi, ağır çekim efekti gibi. Chang Cheh’ye hayrandı. Bu yüzden, ünlü olduktan sonra bile her zaman “Bunu Chang Cheh’den öğrendim” derdi. Tekniği değil ama yaratıcılığı. Ben, Chang Cheh’den işin sadece teknik yönünü öğrendim. Bize hiçbir zaman doğrudan bir şey öğretmezdi, biz setlerdeki deneyimlerimizden öğrenirdik. Bir asistan olarak, tüm çekimleri organize etmek zorundaydım. Her gün çalışmadan sonra gidip çekimlere bakmamız gerekiyordu. Hem ödüllendirici hem de zorlu bir deneyimdi. Her gün durmaksızın çalışıyordum, tatil yoktu. Ama film çekmeyi öğrenmek için etkili bir yöntemdi. Bu yüzden John Woo ayrıldıktan kısa bir süre sonra Chang Cheh ile çalışmış, hatta Fransa’da film okuluna gitmiş bir kurgucu (Kuo Ting-Hung) ile bir yapım şirketi kurabildim. “Hadi gidip Fransa’da çekim yapalım!” dedi. Bu bir tür hileydi, çünkü böylece olduğundan daha yüksek bütçeli bir film gibi görünecekti. O zamanlar yurt dışına çıkmak, yabancı şehirlerin görüntülerine ulaşmak zordu, bugünse aksine her şeyi görebiliyorsunuz. Yönetmenliği o yapmak istedi, benim için sorun değildi. Ama Paris’e gittiğimizde anladık ki yönetmenliği bilmiyordu. Sette çekimleri nasıl yapacağını bilmiyordu. Onun yerini ben aldım. Özellikle filmin yapımcısı da olduğum için. Babamdan bana biraz borç vermesini istemiştim. Bütçe düşüktü. Hatırladığım kadarıyla tüm filmin bütçesi 400.000 HK$ idi. Ona “Eğer yapamıyorsan bana bırak” dedim ve böylece yönetmenliğe başladım. “Vay be Godfrey, nasıl bu kadar hızlı çekebiliyorsun?” diye sordu. Çünkü deneyimim vardı, Shaw Brothers’ta hiç durmadan çalışıyorduk. Çünkü birinci asistandım ve sette yönetmen için her şeyi nasıl yapacağımı bilmek zorundaydım. Bana “Bu çekim şöyle ya da böyle olacak” derdi, ben de “Tamam, hemen ayarlıyorum” derdim. Figüranlarla ve diğer her şeyle ilgilenirdim ve sonra “Kamera! Motor! Kes!”. Sonrasında hemen bir sonraki çekimi hazırlamaya başlardım.

Setteki her şeyden siz mi sorumluydunuz?

Evet, öyleydim. Ve her şeyi bu şekilde öğrendim. Paris Killers filmini bu şekilde yapabildim. Film bittikten sonra dağıtılması gerekiyordu ve ben bu konuda hiçbir şey bilmiyordum. Ortaklarımdan Kuo Ting-Hung, Tayvan ve diğer Asya ülkelerindeki dağıtımcıları tanıyordu ama filmi yurt dışına nasıl satacağımızı bilmiyorduk. Ben de Joseph Lai ile temasa geçtim. Filmimi dağıtmasını teklif ettim. O sırada dağıtımcı olarak çalışıyordu ve film para kazandı. Sonra Ocean Shores, filmin video haklarını satın aldı. O zamanlar hiçbirimiz videonun ne olduğunu bilmiyorduk! Ocean Shores’un o zamanki patronu çok zeki bir adamdı ve video mecrasının gelecekte yaşayacağı patlamayı öngörmüştü. Olay şöyle gelişti: “Filminizin video haklarını tüm dünya için satın alıyorum!” “Ne kadar?” diye sorduk. “5.000 HK$!” “Tamam!” O zaman çok mutlu olduk ama daha sonra çok pişman olduk! (gülüyor) Ocean Shores bu şekilde çok para kazandı. Ama şikâyet edecek değiliz, çünkü bir filmi nasıl dağıtacaklarını biliyorlardı. O zamanlar bağımsız şirketlerin çoğu ve hatta Sammo Hung ve Lau Kar-Leung gibi kişiler film yapmayı biliyorlardı ama dağıtmayı bilmiyorlardı. Nihayetinde asıl parayı kazananlar sadece dağıtımcılardır. Yönetmenler ve diğerleri onlar için çalışır.

Demek Joseph Lai ile o zaman tanıştınız. IFD de o zaman mı kuruldu?

IFD daha sonra kuruldu. Filmimin uluslararası dağıtım haklarını Joseph Lai’ye sattım ve ondan sonra film çekmeye devam ettim. Bu 6-7 yıl kadar daha sürdü, ardından film endüstrisi durgunluğa girdi. Artık film yapılmıyordu. Ben de dağıtımı öğrenmek için Joseph Lai’nin şirketine katıldım. İşte o zaman ona yabancı oyunculara rol vererek kendi filmlerimizi yapmayı önerdim. Burada bulabildiğimiz her yabancıya “Amerikalı mısınız? Eğlenmek mi istiyorsunuz? Gelin. Fransız mısınız? Mükemmel, bize katılın!” Çinli olmadıkları sürece nereden geldikleri önemli değildi. Biz de onları ninjaya falan dönüştürdük. Her yıl bunun gibi 5-6 film yapıyorduk. Bu çok para kazanmamızı sağlayan bir formüldü çünkü bu filmler piyasada çok popülerdi. Alıcılar bize şöyle diyordu: “Nasıl oluyor da filmlerinizde Batılılar oynuyor? Seyircilerimiz için Çin filmlerinde kendi ülkelerinden insanları görmek harika bir şey.” Böyle ufak bir hileydi ve işe yaradı. Bizden sonra Jackie Chan bile filmlerinde kötü adamları oynaması için Richard Norton gibi yabancı oyuncular kullanmaya başladı. Daha öncesinde bir rahip rolü olmadığı sürece bir yabancıyı Çin filmlerinde nasıl oynatabilirdiniz ki? (gülüyor)

Ya da polis memuru.

Doğru. Ama sonra birçok Çin filmi Batılılar ile çekildi. Ayrıca Hong Kong’da yeni bir dublaj ekibi kurdum. Dublaj yapmayı öğrensinler diye. Çünkü dublajcıların sayısı stüdyo için yetersiz kalmaya başlamıştı. Bir çözüm bulmam gerekiyordu. Chunking Mansion’a (genelde yabancıların kaldığı bir yer) gittim: “Turist misiniz? Birkaç günlüğüne biraz para kazanmak ister misiniz?” “Ne kadar?” ”Saati 50 dolar!” “Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum.” “Önemli değil, sana öğretirim!” (gülüyor)

Güney Kore Bağlantısı

Biraz geriye gidelim, 1970’lerin sonuna. Filmografinizde Hwang Jang-Lee gibi Güney Koreli oyuncularla Güney Kore’de çekilmiş ve yönetmen olarak gösterildiğiniz bir sürü film buluyoruz. Bu filmleri gerçekten siz mi yönettiniz yoksa sadece sizin adınızı taşıyan Güney Kore filmleri miydi?

Aslında onlar ortak yönetmenlik.

Yani gerçekten oraya gidip filmleri çektiniz?

Evet. Ama sahnelerin çoğu Güney Koreli yönetmenler tarafından çekildi. Ama dağıtım için jeneriğe sadece benim adım yazıldı. Yoksa yılda 6 ya da 7 filmden fazlasını çekmemi nasıl beklersiniz? Yapamazdım! Ben bir çeşit başyönetmendim. Senaryoları biliyordum.

blank

Bir bakıma biraz Chang Cheh gibiydiniz yani, projeyi denetliyordunuz?

Biraz öyleydi. IFD yönetiminden böyle bir talep geldi. İki patron vardı, biri Tomas Tang’di, birkaç yıl sonra bir yangında öldü, diğeri de Joseph Lai’ydi. Film piyasasında fırsatlar arıyorlardı ve ben de bir tür uzmandım. Onlara tavsiyelerde bulundum ve onları zengin ettim.

Güney Kore’de çekim koşulları nasıldı?

İyi, çok iyiydi. Oldukça profesyonellerdi. Tek sıkıntı çok yerel bir zihniyete sahip olmalarıydı, çok içe dönüklerdi. Ama Çin filmlerinden ilham aldılar. Bunun kanıtı, Çinli gibi giyinen aktörlerle yaptıkları kung fu filmleridir. Yabancı pazarlarda Çin kültürü pek bilinmiyor. Kimse Çin İmparatoru’nun neye benzediğini bilmiyor. Umurlarında değil. Sadece aksiyon sahneleriyle ilgileniyorlar. Ve neyse ki Güney Koreliler kung fu’yu çok iyi biliyorlardı, özellikle de daha çok yumruk tekniklerine odaklanan Çin kung fu’sundan çok farklı bir dövüş sanatı olan TaeKwonDo teknikleri sayesinde tekme atmayı. Bu formül iyi işledi. O zamanlar Hwang Jang-Lee ve onun gibiler çok popülerdi. İnsanlar onları görmeye gidiyor ve “Vay canına! Harika!” diye haykırıyorlardı. (gülüyor) Kung fu filmlerinin altın çağıydı. Çok genç bir izleyici kitlesi vardı.

Yani Güney Kore’yle yapılan anlaşma, uluslararası dağıtımı sizin üstlenmeniz ve karşılığında yerel pazar için gösterim haklarının onlarda kalması şeklindeydi?

Evet, Güney Korelilerin kendi pazarları vardı. Bu işi kendileri hallediyorlardı.

IFD Yılları

Biraz IFD yıllarından bahsedelim. Joseph Lai ve Betty Chan ile çalışmak nasıldı?

Betty Chan, Joseph Lai’nin eşiydi. Joseph Lai ile dağıtım bölümünde çalıştım ve bir filmin nasıl dağıtılacağını ondan öğrendim. Film marketlere birlikte giderdik. Her yıl belli film festivallerine katılmam gerekiyordu.

Peki, onun için tam olarak ne yaptınız? Yapımcılık mı? Yönetmenlik mi? Her şeyden biraz mı?

blankBaşlangıçta onun için sadece yönetmenlik yaptım. Ama daha sonra artık bunu yapacak zamanım kalmadı, çünkü dublaj ve dağıtımla çok meşguldüm. O yıllar altın yıllardı, dostum! İlk yıllarda Joseph, Milan Film Festivali’ne gider ve sözleşmeleri tek başına hallederdi. Tek seferde 20 ya da 30 sözleşme imzalanırdı ve iş biterdi. İnanılmazdı! Artık öyle değil. Eğer 10 ya da 15 sözleşme imzalayabilirseniz kendinizi şanslı sayabilirsiniz. Eskiden 30 ya da 40 sözleşme kolaydı. Çünkü her yerden, bilhassa Türkiye’den, Fransa’dan, Almanya’dan çok fazla alıcı vardı. İyi bir işti.

İlişkiniz tamamen profesyonel düzeyde mi kaldı yoksa zamanla arkadaş oldunuz mu?

Ben sadece onun ekibinde çalıştım. Bana şirkette hisse sözü verdi ama hiçbir zaman sözünü tutmadı. Ne yazık ki bunlar hiçbir değeri olmayan sözlü vaatlerdi. Bu Çinliler için oldukça tipik bir durum. Şirketine katılmadan önce bana şöyle derdi: “Godfrey, birlikte çalışalım, şirkette hissen olacak”. Onun Rolls Royce’u olduğuna göre benim de en azından bir Mercedes’im olmalıydı, değil mi? (gülüyor) Olmadı tabii ki. Bu yüzden bir gün eşim bana şöyle dedi: “Onun için çalışmayı bırak. Ona para kazandırıyorsun, kendine değil. Geleceğini düşün.” Bu yüzden My Way şirketine katılmak için ondan ayrıldım ve kendi başıma Filmswell’i kurarak filmlerin yapım ve dağıtımını üstlendim. Ondan sonra nadiren film yaptı, çünkü benim yaptığım filmler onunkilerden çok daha iyiydi. Bu filmlerin giderek daralan bir piyasada satılması zorlaştı. Ama yine de DVD piyasası için çok küçük ölçekte birkaç şey üretmeyi başardı.

IFD için film çekerken çalışma koşulları nasıldı? Elinizde bir senaryo var mıydı? Aynı anda birkaç film üzerinde mi çalışıyordunuz?

Evet, aynı anda iki film çekiyorduk. Çin’deki kısımları çekmek için bir yönetmen yardımcısı tutuyorduk, yabancı ülkedeki kısımları yabancılar hallediyordu, ben de her ikisini de denetliyordum.

Kurgu aşamasında tek bir film haline getiriyordunuz, değil mi?

Kesinlikle. Bazen yönetmenlik tam istediğimiz gibi iyi olmasa bile, işi kurguda çözüp hikâyeyi birleştirebiliyorduk. Ortaya çıkan filmi ilk izlediğinizde, ilginç buluyorsunuz. İkinci kez izlediğinizde: “Ah, burada yanlış bir şeyler var!” diyorsunuz. Üçüncü seferde “Olamaz! Bunu yapmanın yolu bu değil” diyorsunuz. Buradaki hile, sizi aksiyon tavlıyor. İşin püf noktası budur.

Kurguyu genellikle kim denetliyordu? Joseph Lai’nin kendisi mi?

blankKurgudan ben sorumluydum ama daha sonra Joseph editörden birkaç değişiklik yapmasını isteyebilirdi. Hong Konglu yapımcıların bir başka kötü alışkanlığı. ABD’deki gibi değil, orada senaryoyu değiştirmek istediğinizde, gerekli değişiklikleri yapacak senaristi aramak zorundasınız. Senaristi atlar ve tek bir kelime değiştirirseniz, hemen avukatından bir mektup alırsınız. Çünkü sendikaları var.

Yaptığınız filmlerin çoğunda hep aynı müziklerle karşılaşıyoruz. Bunlar özel olarak bestelenmiş müzikler miydi?

Hayır, serbest lisans müziği olarak bilinen, kamu malı, telif hakkı olmayan eserler. Bazen buradaki bestecilerden birinden istiyorduk, o da dünyanın dört bir yanından müzik toplayıp getiriyordu. Bugünlerde Warner Bros’tan müzik satın almak zorundasınız ama o zamanlar kural yoktu.

Bir IFD filminin çekimi ne kadar sürüyordu?

Bazıları iki hafta, bazıları üç hafta sürüyordu. Kısa bir süreydi. Yabancı bölümler sayesinde. Biz sadece kurguda araya ekleyeceğimiz kısımları çekiyorduk. Biliyorsunuz filmlerin bir Çin bölümü ve bir de yabancı bölümü var.

IFD’nin Tayland veya diğer başka ülkelerden satın aldığı filmleri mi kastediyorsunuz?

Evet. Bu filmlerden sahneleri başa, ortaya ve sona eklerdik.

Filmin bu şekilde daha iyi satacağını mı düşündünüz?

Evet, evet. Çünkü video piyasası bu tür şeylere çok hevesliydi. Örneğin Türk dağıtımcılar filmin haklarını bizden 5.000 dolara satın aldılar. Bilirsiniz, yapımcılar ve dağıtımcılar sadece parayla ilgilenirler. Öte yandan yönetmenler sanatçıdır. Aradaki fark bu! (gülüyor)

blank

Sık sık aynı yerlerde çekim yaptınız. Sanırım paradan tasarruf etmek içindi?

Evet, mecburduk. Bu, yapım maliyetlerini düşürmeyi amaçlayan bir teknikti. Bu da oldukça önemli. Aslında ben de öğrencilerime bunu öğretiyorum: “Bir film mi yapmak istiyorsunuz? Bu yüksek ya da düşük bütçe meselesi değil. Senaryo iyiyse ve bu sadece iki oyuncuyla bir odada çekim yapmak anlamına gelse bile, yine de iyi bir hikâye ortaya çıkabilir. Mesela Saw filmi gibi. Henüz Titanic gibi bir film çekecek durumda değilsiniz. Henüz James Cameron değilsiniz. Mütevazı yapımlarla başlamanız gerekecek. İnsanlara “Vay be, yetenekliymiş!” dedirtmeli ve merdivenleri adım adım tırmanmalısınız.”

Belirttiğiniz gibi IFD filmlerine sonradan dublaj yapılıyordu. Bunun nedeni sesli çekimin çok pahalı olması mıydı?

Evet, evet. Sesli çekim yapmak çok pahalıydı. O zamanlar filmlerin çoğu sesli çekilmiyordu. Ancak şu son on yıldır hemen herkes sesli çekim yapmaya başladı. Eskiden tüm filmlere dublaj yapılırdı. Biliyorsunuz İngilizce dublajların hepsi çok komiktir. (gülüyor)

Evet, söylemiştiniz. Dublajı Chungking Mansion ya da onun gibi yerlerden bulduğunuz insanlar yaptığı için mi?

Evet, doğru. Her neyse, gerçekten önemli değildi. Hikâye kimsenin umurunda değildi, önemli olan aksiyondu. Seyircilerin çoğu aksiyonu görmeye geldi ve fazlasıyla buldu. Çünkü Hollywood’da yapılanlardan çok farklıydı. Artık bu geçerli değil. John Woo ve Yuen Woo-Ping gibi bazı Hong Konglu yönetmenler orada çalışıyor. Mesela Woo-Ping, Kill Bill’in dövüş koreografisini yaptı. Hong Kong aksiyonları gibi oldu.

Hong Kong’da profesyonel İngilizce dublajcılar var mıydı?

Aslında dublajı denetlemesi için bir Amerikalıyı kendim eğittim. Önce ona dublaj yapmayı öğrettim, sonra o dublajın başına geçti. Profesyonel dublajcıların sayısı 15’i geçmez ve bunların çoğu televizyon ya da radyo için çalışıyor. Geri kalanlar sadece yarı zamanlı çalışan amatörler, çünkü tek başına bu işi yaparak geçinmek çok zor. O zamanlar bazıları geçimini bu işten sağlamayı başarıyordu. Çok sayıda film olduğu için işlerini bırakıp profesyonel dublajcı olarak çalışmaya başladılar. Ama daha sonra, film piyasası çöktüğünde, bu işin de sonu geldi. Benim eğittiğim Scott bile Amerika’ya geri döndü, geçimini bu işle sağlayamadı. Artık dublaj yapan çok fazla insan bulamazsınız. Televizyon veya radyoya geri döndüler.

Joseph Lai aynı zamanda birçok çizgi filmin yapımcısı olarak gösteriliyor ve eski ekibinizden bazıları jenerikte görülebiliyor. Bu konuda daha fazla bilginiz var mı?

Çizgi filmler Çin’de yapıldı, çünkü maliyetler daha düşüktü. Joseph Lai buna yatırım yaptı. Ama popüler olabildiklerini hiç sanmıyorum. Çünkü senaryoya çok bağlı ve zaten tüm dünyada çok fazla çizgi film var. Bu tür bir çizgi film, örneğin bir Walt Disney ile asla rekabet edemez. Yine de bu, onun hâlâ finansal olarak filmlere yatırım yapmaya hazır olduğunu gösteriyor. ABD’ye göç ettiğinde, daha kendi şirketim Filmswell ile Honor and Glory gibi filmler çekmeden önce, ona şöyle dedim: “Dostum, artık Amerika’da yaşadığına göre Amerikan filmleri yapabilirsin. Imperial veya Cannon gibi dağıtımcılarla tanışabilir ve onlarla konuşabilirsin!” Dahası kardeşi, Hong Kong şirketi olan Intercontinental’in patronuydu. Şirket, birçok yabancı filmin haklarını satın alan büyük bir dağıtım şirketiydi. Pek çok dağıtımcıyla iletişim halindeydiler. Bu ağ sayesinde neden Amerikan B-filmlerinin yapımcılığını üstlenmesin ki? Ama yapmadı. Korktu. Ben üç tane yaptım: Honor and Glory, Undefeatable ve Manhattan Chase. Üçü de fena iş yapmadı.

Bazı jeneriklerde Homer Kwong, Benny Ho gibi isimler yer alıyor. Takma isimler mi kullanıyorsunuz, yoksa bu isimlerde başka birileri mi var?

(gülüyor) Normalde yönettiğim filmlerde gerçek ismimi, Godfrey Ho’yu kullanıyorum. Diğerlerinin ben olması gerekmiyor. Bu dağıtımcıların işi. Joseph Lai de jenerikte başka bir “Ho bilmem ne” olması için adımı değiştirmemi istedi ya da onun gibi bir şey. Benny Ho da benim. Diğerleri değil. Kim olduklarını bilmiyorum.

Sizinle yapıldığı iddia edilen bir röportaj, internette (bilgi kaynakları bazen sorgulanabilir olan ultimateninja.com web sitesinde) yayınlanmıştı ve siz Alton Cheung olduğunuzu iddia etmiştiniz.

Alton Cheung bir aktörün adı, benim değil. Kullandığım isimler Godfrey Ho, Benny Ho, Godfrey Hall ve Ho Chi Keung’dur. Diğerleri bana ait değil.

Filmleriniz için Batılı oyuncuları nasıl buldunuz?

Chungking Mansion’a falan giderek. Oraya bir tür uygulayıcı yapımcı gönderirdim ve oradaki yabancılarla tanışın, onlara filmlerde rol almayı isteyip istemediklerini sorun derdim. Tek ihtiyacım, ninjaları oynayacak Batılı yüzlerdi. Dövüş sahnelerini dublörler hallediyorlardı. Sadece bir satır metin söylemeleri gerekiyordu ve sonra gidiyorlardı, çok karmaşık bir iş değildi. Sadece Batılı yüzlere ihtiyacım vardı. “Bulabildiğiniz herkesi bana getirin!” diyordum.

Philip Ko’nun IFD için kaç film yaptığını hatırlıyor musunuz?

Oldukça fazla. Gerçek adını kullanıyordu.

IFD için çalışan aktörlerden bazıları, koşulların çok zor olduğunu, geceleri çok geç saatlere kadar çekim yapıldığını ve teknik ekip içinde mafya üyeleri olduğunu söylemişti. Bunu doğrulayabilir misiniz?

Düşük bütçe nedeniyle bazen böyle şeyler olabiliyordu. O zamanki çekim koşulları Hollywood’dakilerle karşılaştırılamazdı. Hollywood’da film çekerken, her gün yanında bisküvi de bulunan bir kahve masası hazırlamak zorundaydım. Çünkü ekip, özellikle de elektrikçi ve asistanı, çalışırken kahve içmeye falan giderlerdi ve lak lak ederlerdi. Hong Kong’da öyle değildi! Sadece paketlenmiş bir öğle yemeği ve bir şişe su veriyorduk, hepsi bu. İkisi karşılaştırılamaz, çünkü bizde sendika yok. Ekip için kötü bir durumdu tabi ama artık şartlar daha iyi, çünkü profesyonel olmak istiyorsanız, Hollywood gibi olmalısınız.

Kaç film yönettiğinize dair bir fikriniz var mı?

Yaklaşık kırk, belki elli. Onun gibi bir şey.

Mike Abbott’a göre, IFD için çalışırken Filmark için çalışamıyordunuz ya da tam tersi. İki şirket rekabet içinde miydi?

Evet, öyleydi. Çünkü patronlar Joseph Lai ve Tomas Tang, başlangıçta aynı şirketteydi. Sonra ayrıldılar, bu yüzden aralarında belli bir rekabet vardı. Joseph ile iyi arkadaş olduğum için sadece Joseph için çalıştım. Filmark için değil.

Crocodile Fury ve Robo Vampire’da çalıştınız mı?

O iki film benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Jeneriklere bakabilirsiniz.

Çalıştığınız tüm şirketlerin kaydını tutmak kolay değil. IFD var ama ayrıca ADDA, BoHo, Win gibi şirketler de var…

ADDA, IFD ile aynı şirket aslında. Daha çok video pazarıyla ilgiliydi. Joseph Lai ADDA’yı video dağıtımı için kurdu. BoHo’nun ne olduğunu bilmiyorum. Win’e gelince, eskiden adı China Star’dı.

Filmark filmlerinin hakları Filipinler’de kimliğini bilmediğimiz bir yönetmene satılmış gibi görünüyor. Bu konu hakkında bilginiz var mı?

Filmleri dünyanın her yerine sattılar. Bir filmi Japonya’ya çok iyi bir fiyata sattığını hatırlıyorum. Tomas Tang’in, bazı iyi ticari numaraları vardı.

Joseph Lai gibi.

Evet, bu tür B-filmleri yapmakta çok iyiydiler. O zamanlar filmlerin iyi bir dağıtım ağı yoktu. John Woo’nun ortağı Terence Chang hariç. Chang, D&B için çalışıyordu. İyi filmler yapıyorlardı ve piyasada en iyi fiyata satıyorlardı. Bizimkiler daha düşük fiyata satılıyordu, çünkü aynı bütçelere sahip değildik.

Godfrey Ho Hollywood’da

Honor and Glory’yi neden Cynthia Rothrock’la yaptınız?

O zamanlar Cynthia Rothrock’ın adı piyasalarda hâlâ iyi iş yapıyordu. Ben de onunla Amerika’da görüştüm.

Rothrock Hong Kong’da çalışırken onunla hiç görüşmediniz mi?

Hayır, onu hiç tanımıyordum. Ama iyi bir ticari potansiyeli olduğunu biliyordum, bu yüzden onunla temasa geçtim ve bizimle bir şeyler yapmak isteyip istemediğini sordum: “İyi bir ödeme yaparsan olur.” “Tamam, sorun değil!” Washington’da Action Star adında bir film şirketi var ve patronu Tai Yim bir kung fu ustası. Bir kung fu okulu ve dövüş sanatları hakkında çok şey bilen bir sürü öğrencisi vardı. Onlara “birçoğunuz kung fu biliyorsunuz, nasıl rol yapacağınızı biliyorsunuz ama nasıl film yapılacağını bilmiyorsunuz, hadi birleşelim!” dedim ve Cynthia Rothrock ile anlaşıp hep beraber Honor and Glory’yi yaptık. Düşük bütçeliydi ama para kazandırdı. Sonra Undefeatable’ı çektik. Honor and Glory için Cynthia Rothrock’la sadece bir haftalığına anlaşmıştık. Hem onun hem de benim için çok sıkışık bir programdı. Undefeatable için görüşürken bütün film için anlaşalım dedim. Tüm film için bir sözleşme, dört haftalık çekim. Elbette daha pahalıya mal oldu ama Amerikan pazarına satabildik ve video haklarıyla birlikte oldukça iyi kazandırdı. Honor and Glory ve Undefeatable iyi para kazandırdı çünkü Cynthia Rothrock o zamanlar tüm dünyada çok ünlüydü. Nasıl dövüşüleceğini bilen tek Amerikalı kadındı! Bu yüzden insanlar onu sevdi. Sonra Manhattan Chase adında bir film daha yaptım. Ama video piyasası çöktü, bu yüzden Amerikan pazarına satamadık. En baştan Amerikan pazarını hedeflediğimiz için bu tarz bir Amerikan filmi yapmaya karar vermiştik. Eğer Amerikan pazarından mahrum kalırsanız, hasılatın %50-60’ını kaybedersiniz ve para kazanmanız zorlaşır. Hong Kong’da da gösterime sokamadık. Amerikan B-filmlerinin orada gösterime girmesi, Tom Cruise gibi bir başrol oyuncusu olmadığı sürece çok zor. Biz de dördüncü bir film çekmekten vazgeçtik.

Cynthia Rothrock Hong Kong’da çalışmaya alışkındı, bu yüzden beraber çalışırken oldukça esnekti diye düşünüyorum.

O çok profesyonel bir Amerikalı oyuncu. Sete zamanında geliyordu. Gerçek bir profesyoneldi. Öte yandan Sibelle Hu da tam tersi, hiç profesyonel değildi.

Loren Avedon’la çalışırken herhangi bir sorun yaşadınız mı? Pek iyi bir ünü yok.

Oh, Loren! Evet, evet, aslında oldukça duygusal biri. O bir aksiyon filmi oyuncusu ama tam bir baş belası. Sete hep sorunlarını getirir. “Godfrey, karımla kavga ettik.” Kahretsin! Bunu sete getirme, çekimin ortasındayız! “Ama karım yüzünden kendimi pek iyi hissetmiyorum.” Hadi ama! Profesyonel davranmıyorsun. Setteyken Hong Kong’daki karımı unutuyorum, Hong Kong’u tamamen unutuyorum. Sadece işimi yapmak için oradayım. Profesyonel olmak bunu gerektirir. Bu nedenle çok iyi bir oyuncu değil ve bu yüzden Hollywood’da iş bulmakta sorun yaşıyor. Corey Yuen’le bir filmde (No Retreat, No Surrender 2: Raging Thunder) oynadı ve bu filmde çok başarılı görünüyordu. Adını böyle duyurdu.

Bize Tai Yim ile iş birliğinizden biraz daha bahsedebilir misiniz?

O iyi biri. Çok iyi bir dövüş ustası. Aslında Sin Yim adında bir erkek kardeşi var ve Washington’daki kung fu okulunu o işletiyor. Bu filmlerde idari yapımcı olarak yer aldılar çünkü ABD’yi pek tanımıyordum. Bu yüzden yapım ve dağıtım sorumluluğunu tamamen onlara bırakmayı tercih ettim. Usta Tai Yim’in çok sayıda öğrencisi vardı. Onlardan biri avukattı ve oradaki dağıtımcılarla anlaşmak için gerekli becerilere sahipti. Ne yazık ki Tai Yim işle pek ilgilenmiyordu. Ona “Sana bir kariyer kapısı açtım, film yapmaya devam edebilirsin” dedim. Yapmak istiyordu ama yapamadı. İlk adımı atmasını sağladım, okulu tanındı ve iyi bir reklam oldu ama elindekileri değerlendiremedi. Çok yazık oldu.

Film için hazırladığı koreografiden memnun musunuz?

Evet, iyiydi. Ona nasıl koreografi yapılacağını öğrettim. Ne yazık ki filmde Çinli dövüş sanatçılarını oynatmak istemedi. Neyse ki diğer öğrencileri iyi oynadı. Özellikle de silahlarla çok iyiydiler. Örneğin Kwan Dao (ya da Guandao; ucunda büyük bir bıçak olan bir tür mızrak) kullanan adam, bu tip silahlarla arası gerçekten çok iyiydi. Adı John (John Miller) idi. Bir spor salonu işletiyordu. Vücut çalışıyordu ama aynı zamanda Tai Yim’den yıllardır kung fu öğreniyordu. Bu yüzden tüm bu Amerikalı aksiyon oyuncularını bulmak çok kolay oldu. Bu filmden sonra dağıtım da yapan küçük bir yapım şirketi olarak büyüyebilirlerdi ama iş hayatında yeterince iyi değillerdi. (gülüyor)

Undefeatable’ın iki versiyonu var, biri Avrupa’da da bildiğimiz versiyon, diğeri de Asya pazarı için hazırlanmış, Yukari Oshima ile ekstra sahneler içeren, Bloody Mary Killer adlı bir başka versiyon.

Evet, evet, iyi araştırma yaptığınızı görebiliyorum. (gülüyor) Filmi Asya’da da satabilmek için ikinci bir versiyon yapmak zorunda kaldım. Bu yüzden Yukari Oshima ve Robin Shou’lu sahneleri ekledim ki daha oryantal bir havası olsun. İşe yaradı. Filmi Tayvan’a iyi bir fiyata satmayı başardık. Yoksa sadece Amerikalı C sınıfı bir oyuncu kadrosuyla çok daha zor olurdu.

Hangi versiyonu tercih edersiniz?

Elbette Çin versiyonunu. Ama ikisi farklı tarzlar. ABD’de düşük bütçe nedeniyle çok basit bir yönetmenlikle yetinmek zorunda kaldım, kaydırmalı çekim (dolly shot) yoktu, kamera daha sabitti, çünkü zaman kazandırıyordu. Hong Kong’da ise kaydırmalı çekimler yapabildik.

Undefeatable’daki final dövüşünün internette kült bir klasik olarak kabul edildiğini biliyor muydunuz?

Bilmiyordum. O kadar da kötü değildi. Oryantal bir tarzda değil de Amerikan tarzında olmasını istedim. Bu yüzden oyuncuların silah kullanmasına ve göğüs göğse dövüşmesine izin verdim. Elimde iri boyutlu iki güçlü dövüşçü vardı ve o fiziksel gücü hissetmemizi istedim. O zaman için oldukça iyiydi. Her ikisi de dövüş sanatlarını Usta Tai Yim’den öğrenmişti, bu yüzden Çinli dövüşçüler gibi çok çeşitli hareketler yapabiliyorlardı. Örneğin Bolo (Yeung) gibi. Hatta Bolo o kadar iyi değil, çünkü çok iyi tekme atabiliyorlardı. Bolo o kadar iyi tekme atamıyor.

Yabancı Oyuncular

Alphonse Beni ile ilgili neler hatırlıyorsunuz?

Siyahi adam, değil mi? Onunla Cannes Film Festivali’nde tanıştım. Kamerunlu bir dağıtımcıydı. Filmlerimizi gördüğünde “Oh, Godfrey, mükemmel! Bu tür filmler yapmak istiyorum” dedi. “Film yapmak mı istiyorsun, tamam!” “Ama aynı zamanda filmin yıldızı olmak istiyorum!” “Tamam, hadi yapalım!” (gülüyor) İşte böyle! “Parayı ödersin ve filmin Kamerun, Afrika ya da Fransa haklarını alırsın. Sen de filmin yıldızısın! Nasıl, beğendin mi?” “Harika!” Black Ninja’yı (Ninja: Silent Assassin/Ninja Operation: Knight and Warrior) böyle yaptık. Gerçekten berbat bir filmdi. (gülüyor) Ama parasını o ödedi ve yıldız olmak istedi, neden olmasın? (gülüyor) İş hayatı böyle.

IFD için başka bir şey yaptı mı?

IFD için sadece Black Ninja’yı yaptık, sonra onunla kendi hesabıma çalıştım.

Birlikte çalıştığınız Batılı oyunculardan bazıları hakkında neler hatırladığınızı bilmek isterim. İlk olarak Pierre Tremblay?

Aynı zamanda bir dublajcı. İyidir. Harika bir mizah anlayışı var. Çok iyi biridir. Çinli bir kadınla evlendi.

John Ladalski?

O biraz sorunlu biri. Onunla geçen yıl Hong Kong Film Festivali’nde karşılaştım. Şu anda Tayland’da yaşıyor. Fotojenik ama pek profesyonel değil, oldukça duygusaldır da. Diğer Amerikalı oyunculara kıyasla daha az profesyonel. Sanırım John yerine Pierre ile çalışmayı tercih ederdim.

Bruce Baron?

Tam bir baş belası. Bir keresinde bir kameramanla dalga geçmeye çalıştığını hatırlıyorum. Ama iş çığırından çıktı ve yumruklaşmak istediler. Onları kendim durdurmak zorunda kaldım. Biraz Çince konuşabiliyordu ve kameramanla arkadaş olmak istemişti. İlk başta sadece eğlenmek içindi ama sonra sinirlendi ve ekipteki iki ya da üç kişi onunla kavga etmeye çalıştı. Dedim ki, “Onu öldürmek mi istiyorsunuz? Canını mı yakmak istiyorsunuz? Film çekemiyorum! Hadi ama, şaka şakadır, ciddiye almamanız gerekir. Saçmalamayı kesin!”. Pek profesyonel bir oyuncu değil.

Stuart Smith?

Fena değil. Oldukça iyi. Her zaman yardıma, iş birliğine hazır.

Richard Harrison?

Richard iyidir! Çok iyi biri, gerçek bir beyefendi.

Mike Abbott?

Biraz kaba sabadır. Çünkü oldukça güçlü ve dolambaçsız, dosdoğru biridir, tam bir Batılı. Ama ondan hiç şikâyetçi değilim.

Bruce Fontaine?

Evet, oldukça kibardır. İyi ahlaklı, iyi bir kişiliği var. Her zaman yardıma, iş birliği yapmaya hazır.

Jonathan Isgar?

Biraz komik biridir. Onu da severim ama pek profesyonel değil. Filmlerde eğlenmek için rol alıyordu. Yine de her zaman kendinden isteneni yapmaya hazırdı.

Ken Goodman?

Eh işte! Ama kendisinden hiçbir şikâyetim yok.

Steve Tartalia?

Çok hareketli, meydan okumayı seven biri, çünkü kung fu biliyordu ve karşısına çıkan herkese meydan okumak isterdi. Ben de, “Hayır, hayır, kung fu’nu kendine sakla” derdim. (gülüyor) Bir keresinde bir İngiliz ile kavga etmişti.

Mark Houghton, değil mi?

Doğru! Mark Houghton, Hung Gar’a (Wong Fei-Hung ve Lau Kar-Leung tarafından uygulanan geleneksel Güney Çin kung fu stili) çok hâkimdi ve sette burnuna bir yumruk atmıştı. Dedim ki: “Lütfen arkadaşlar, burada böyle şeyler yapmayalım. Film bittikten sonra istediğinizi yapabilirsiniz ama sette olmaz! Lütfen!” (gülüyor) Ama Mark iyi biridir.

Birlikte çalıştığınız bazı oyuncular, özellikle Richard Harrison ve Bruce Baron, sözleşmelerine saygı gösterilmediğinden şikâyet ettiler. Bir film için anlaştılar ama kendilerini onlarca filmde oynarken buldular!

Evet, tüm o ninja şeylerini kastediyorsunuz, değil mi? Evet, onu kurguda yaptık. Çünkü ninjalar bir göreve çıkmışlardı ve bu görev bu filmde de olabilir, bir başka filmde de. Bu yüzden yapımcı bana kurguyu yapıp yapamayacağımı sordu. Ben yapmak istemedim ama patron oydu. Sonrasında Richard Harrison beni kendisine ihanet etmekle suçladı ama bu benim hatam değildi! Olanlar üzerinde hiçbir kontrolüm yoktu. Beni bunu yapmaya zorlayan patronumdu. Ben sadece emir kuluyum. Richard yapımcıyla sözleşme imzalamıştı. Onu suçlaması gerekirdi, beni değil. Ama doğru, belki iki, belki üç film için anlaşmıştı ve yapımcı kurgu marifetiyle filmlerin sayısını arttırdı. Bu Richard Harrison’ı gerçekten çok kızdırdı. Gerçek şu ki, bu tür patronların ahlak anlayışı yoktur. Ben de bu yüzden ayrıldım. Sadece kısa vadeli kârla ilgileniyordu ve doğru bir şey yapmak umurunda değildi.

Günümüz ve Gelecek

Şu an öğretmen olarak neler yapıyorsunuz?

Beş yıl boyunca Hong Kong Polytechnic Üniversitesi’ndeki Multimedya İnovasyon Merkezi’nde çalıştım ve oradaki öğrencilere film yapımı, yönetmenlik, kurgu ve ışık dersleri verdim. Multimedya İnovasyon Merkezi, daha sonra Tasarım Okulu ile birleşti ve ders verenlerin lisansüstü derecesi olma şartı koştular ki bende yok. Bu yüzden orada ders vermeyi bırakmak zorunda kaldım. Oradan ayrıldım ve Hong Kong Film Akademisi’ne katıldım. Şimdi akademik dersler veriyorum ve bu da film üzerine teorik çalışmalar okumam gerektiği anlamına geliyor. Artık senarist olmanın nasıl bir şey olduğunu da biliyorum çünkü bir film yapmanın diğer her yönünü biliyorum. Önceden bu kitapları okumak zorunda kaldığımda “Vay canına! Bu da ne böyle? Anlaması çok zor” derdim. Bu yüzden öğrencilerime şöyle diyorum: “Size pratik bir şekilde nasıl film yapılacağını öğretiyorum, sadece kitaplardan değil. Zaten bunun için buraya gelmenize gerek yok. Bunları doğrudan Hollywood’dan sipariş edebilirsiniz. Bir sürü kitap var.” New York’ta film çekerken New York Üniversitesi’nde sinema eğitimi almış bir asistanım vardı. Bana, “Hey Godfrey, nasıl oluyor da senin yönetmenlik tarzın profesörlerimizin bize öğrettiklerinden çok farklı oluyor?” diye sordu. Elbette farklı olacak, profesörleriniz yönetmen değildi, size akademik teoriyi öğretebilirlerdi ama pratiği öğretemezlerdi. Ben pratik teknikler kullanarak çalışıyorum. Özellikle de düşük bütçelerle. Yüksek bütçeli filmler kolaydır. Düşük bütçede yönetmen fabrika işçisi gibidir. (gülüyor) Yapımcı ve yönetmen olarak çalıştım. Kahvaltı, öğle yemeği veya akşam yemeği dâhil her şeyle ilgilenmek zorundaydım. Cynthia Rothrock Los Angeles’tan geldiğinde, uygulayıcı yapımcıya onu gidip havaalanından almasını söylemek zorundaydım. Yani bu tür işlerle de ilgilenmek zorundaydım. Film yapmak gerçek bir meydan okumadır. Zihniniz her zaman filmle meşgul olmalı, her ayrıntıyı organize etmek zorundasınız. Yani memur olmak gibi sıkıcı bir iş değil. (gülüyor) Burada çok meşgulüm ve genç insanlarla tanışmaktan keyif alıyorum. Ve herkes derslerimden keyif alıyor. Sadece “hadi kitaplarınızı açın, falan filan” diye geçiştirmiyorum, onlara sette olmanın gerçekte nasıl bir şey olduğunu anlatıyorum. Güney Kore, Hollanda, Filipinler ve Hong Kong’dan öğrencilerim oldu. Güney Koreli öğrencilerimden biri mezun oldu, bir kısa film yaptı, çeşitli festivallere katıldı ve bir sürü ödül kazandı. Şimdi John Woo’nun A Better Tomorrow filminin yeniden çevrimini çekmeyi planlayan bir Güney Kore şirketi için çalışıyor. Yönetmen olmak ve burada çalışmak istiyor. Ona dedim ki: “Yönetmen mi olmak istiyorsun? Güney Kore’de kal! Çünkü Güney Kore sineması şu anda patlama yaşıyor.” Korece, Kanton lehçesi (Güney Çin dili) ve İngilizce konuşuyor. Bu yüzden Güney Kore’de filmler yaptıktan sonra, eğer bir gün bir Amerikan şirketi gelirse, ilk başvuracakları kişi o olur. Önünde parlak bir gelecek var ama Hong Kong’da değil. Hong Kong öldü! (gülüyor)

blank

Yeni projeleriniz var mı?

Hayır, henüz yok. Piyasa düzelene kadar da olmaz. Aksi takdirde boşa vakit kaybetmiş olursunuz. Piyasaya göre filmler yaparız. Sanat için film yapmak isteriz ama biz de geçinmek zorundayız. Yapımcı, eğer parasını geri alamayacaksa, bir filme bir milyon koymaz. Para kaybetmek, kazanmaktan daha kolaydır. Çin’de TV dizileri çekebilirim ama hiç yaratıcılık yok. Bir bölümü 2-3 günde bitirmek zorundasınız. 40 dakikalık bir bölümü 2-3 günde bitirmek! Çok sıkışık bir program. Eğer yeterince genç olsaydım, böyle bir iş yapabilirdim ama şimdi benim için çok zor ve hiç zevkli değil. Artık yönetmenlik yapmak istemiyorum, çünkü o kadar uzun yıllar boyunca film çektim ki. Bu işi neden yaptım? Çünkü gençken gökyüzünde uçakları görürdüm. Eğer bu işi yaparsam, uçağa binme şansı yakalayabilirim diye düşündüm. (gülüyor) Çünkü o zamanlar çok fakirdik, uçak bileti almak çok zordu. Daha sonra uçakla çok fazla seyahat ettim. (gülüyor) İşimi zevk alarak yaptım.

Ninja ve kik boks (kickboxing) filmlerinizi izlemekten keyif almış, dünyanın dört bir yanındaki insanlara son bir şey söylemek ister misiniz?

Filmlerimi izleyip keyif almış herkese sadece teşekkür etmek isterim. Çünkü hepsi ticari filmlerdi. Onlara sanki başyapıtmış gibi davranmayın. Eğer sanatsal değer peşindeyseniz, üzgünüm, yanlış adres. O zamanlar böyle bir şey için hazır değildim. Belki gelecekte, eğer bir film daha yaparsam, iyi bir film olması için senaryoya ve mizansenlere çok daha fazla dikkat edeceğim.

Kaynak: Nanarland
Çeviri: Murat Kızılca

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Hüseyin Urçuk: ‘Söylemek istediklerimi deneysel çalışmalarla ifade edebildiğimi düşünüyorum’

Hüseyin Urçuk ile Ankara Film Festivali’nde tanıştık, o da zaten

Ayce Kartal: ‘Animasyon jürilerin vicdanıdır!’

Ayce Kartal takip ettiğimiz ve filmlerinden keyif aldığımız bir animasyoncu!