Polonyalı yönetmen Piotr Szulkin’in Golem (1980) adlı filmi, Gustav Meyrink’in Der Golem adlı 1915 tarihli romanına (ve Yahudiler’in aynı adlı efsanesine) dayanmasına rağmen kendine ait son derece özgün tarafları bulunan çok ilginç bir bilimkurgu.

Meyrink’in kabalist hahamın maddeden yarattığı ve ona düşünceden yoksun bir otomatik varoluş biçimi verdiği, bunu da dişlerinin arasına koyduğu sihirli bir sayıyla sağladığı Golem’i (bir tür yapay insan) kalkış noktası olarak alan romanı ülkemizde hem Can Yayınları hem de Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Romanın temel olay örgüsü (yontucu Pernath, faili meçhul cinayet, haksız yere suçlanma, kimlik bunalımı vs.) filmdekine benziyor ama romanın derdi başka. Szulkin’in filmi ise yontma ustası Pernat’ı (evet, “h” harfi yok) daha çok Franz Kafka’nın Dava romanının başkahramanı Josef K.’yı andıracak şekilde konumlandırıp bir tür totaliter rejim eleştirisine dönüşüyor.

Bilim insanları gücü elinde bulunduran yetke (parti devleti) tarafından “makbul vatandaş” (etliye sütlüye karışmayan, suç işlemekten kaçınan ve otoriteye sorgulamaksızın, körü körüne biat eden) olarak görülecek ideal insanı laboratuvarda yaratmayı denemektedirler. Böyle yapay insanlar üretilmiş ve toplum içine salınmıştır, fakat istenen sonuç bir türlü elde edilemez çünkü der Piotr Szulkin, “İnsanı var eden çevresel koşullardır. İnsan denen canlı, içinde bulunduğu durumun bir sonucudur.”

blank

Golem’in Dava’yı andıran bir yapısı olduğundan bahsetmiştim. Pernat kendini tam olarak anlayamadığı, kavrayamadığı durumların içinde bulan saf bir insan. İtilip kakılıyor, hakarete uğruyor, tehdit ediliyor, cinayetle itham ediliyor, birbirinden garip insanlarla karşılaşıp kendini tuhaf maceraların içinde buluyor. Pernat’ın oradan oraya savrulan Kafkaesk bir tip olduğu şüphe götürmez, hatta öykünün Kafka’da olduğu gibi kaderci ve fatalist bir yaklaşımı da var ama Szulkin’in anlatısı Kafka’dan önemli ölçüde ayrışıyor. Kafka’nın Josef K.’sı neler olup bittiğini asla öğrenemez ama onun öyküsünü okuyan bizler de neler döndüğüne anlam veremeyiz. Kafka kahramanının yaşadığı muğlaklık hissini okuruna da enjekte eder (biz de kahraman kadarını öğreniriz), öte yandan Szulkin araya serpiştirilen otorite figürü ve bilim insanı konuşmalarıyla az çok neler döndüğünü bize fısıldar. Kuytuya saklanıp Pernat’a bir şeyler (tohum, bilgi vs.) verenin, fırını bulmaya çalışan baca ustasının kim olduğunu bu ara sahnelerden öğreniriz. Zaten film ameliyat sahnesiyle başlar. Denek ve taslağın akıbetine dair bilgi akışı bu koldan gerçekleşir.

Szulkin’in O-Bi O-Ba: The End of Civilization (1985) ve Golem’inde ortak olay, tema ve görsel imgelere rastlıyoruz. Güvercinler, solucanlar, çok mühim bir kitabın varlığı, kapalı bir yere (içeriye) kilitlenmek… Ya da açılan bir kapının ardından gelen güçlü ışık (kaynağı), başkarakterin amaç/gaye eksikliği (varlık amacı), bir erkeğin başka bir erkeği alnından öpmesi vs. Ama ortak temaların en önemlisi, TV manipülasyonu (bu tema Szulkin’in Dünyalar Savaşı filminde de karşımıza çıkar). Manipülasyon Piotr Szulkin’in Kıyamet Dörtlemesi’nin merkezinde yer alan temel motif. Golem’in 59. dakikasında TV üzerinden yapılan manipülasyona dair müthiş bir sahne var.

blank

Pernat, Rozyna’yı (Rosanna) sinemaya götürmeyi teklif ediyor. Bitmek bilmeyen bir yürüyen merdivende (güya) sinemaya giderlerken aralarında çok tuhaf bir konuşma geçiyor. Dikkatlice dinlemezseniz kaçıracağınız birçok detay bu konuşmaya sinsice sızmış durumda. Rozyna babasının doğal yolla (doğumla) dünyaya gelen insanları kusurlu bulduğunu, bu yüzden öz çocuklarını sevmediğini, satın aldığı fırında kilden kusursuz/mükemmel bir insan yaratmaya çalıştığını söyler. Filmin tamamına yayılan, sahte/yapay olanla (taklit/maske) aslolan (hakikat) ikiliğine dayalı dikotomik tartışma bu sahnede başka bir boyut kazanır. Her şeyin kendi sahihliği, otantikliği tartışmaya açılır. Sinema, tiyatro, konser… Televizyonda izlediğimiz şey, (bu bir canlı yayın kaydı bile olsa) ne kadar(ı) gerçektir? İnanmamız gereken şeylerin dayatıldığı, cisimleştiği bir mecra mıdır yoksa TV? Bu soru işaretleri havada uçuşurken Rozyna ve Pernat’ın sonunda kuvvetli bir ışık kaynağının bulunduğu yere yürüyen merdivenle çıkmaya devam ediyorlardır.

Peki kayıt altına alınmış (doğrulanmış) bilgilerin doğruluğunda emin olabilir miyiz, yoksa bu (Platoncu manada) bir sanıdan mı ibarettir? Nedir gerçeklik? Gerçeklik fiziki midir? Fiziki olmayan bir gerçeklik biçimi mümkün müdür? Mesela Rozyna, çok alakasız gibi duran bir anda Pernat’ın onu sevip sevmediğini sorar, aldığı yanıta çok sevinir ama birdenbire ortadan kaybolur. Tümüyle. Pat diye. Pernat sinema yerine daha demin televizyonda gördüğü canlı yayının çekildiği mekâna gelmiştir. Evet, gitarist tıpkı televizyondaki gibi solosuna devam etmektedir, peki ya arkasındaki o çılgın kalabalık nerededir? Gerçekliğin yerle bir edildiği olağanüstü bir imgelem. Monitörün hakikati gerçek hayatın hakikatiyle düpedüz çelişmektedir. Gördüğümüz şeyin kısmen bir doğruluk içerdiğini anlarız. Daha sonra Videodrome’da ve Funny Games’te farklı varyasyonlarıyla karşımıza çıkacak olan fikir yüklü şiirsel bir sahnedir şahit olduğumuz.

Evet, Piotr Szulkin’in Golem’i tıpkı iyi bir şiir gibi metaforlarla doludur. Bir başka güçlü imgelem oyuncak bebeklerin neliği üzerinden kurulur. İlk bakışta saçma gelen sahneler geriye doğru bakıldığında anlam kazanır. Miriam’ı katleden caninin Pernat’la konuşması, Pernat’ın Rozyna’nın oyuncak bebeğine uyguladığı şiddetle birleşir, o da Pernat’ın Miriam’ı bakkalda gördüğü sahneyle… Normal hayatta küçük bir çocuk, bebeğiyle oynarken bir yandan da onu fiziken keşfeder, sınırlarını görür, neyi yapıp neyi yapamayacağını tespit eder, hatta bu süreçte ister istemez bebeğe hasar verebilir, bazen de onu kullanılamaz hâle getirir (kırar, bozar vs.). Szulkin, film boyunca bir ülkedeki otoritenin (siyasi yetkenin) vatandaşlar üzerinde buna benzer bir etkisi olduğunu ima eder, halkın her zaman üzerinde deneyler yapılan (ve bazen bu deneyler sırasında yaralanan, hatta kataraktlı Pernat vakasında olduğu gibi ölen) bir oyuncak olarak görüldüğünü anlarız. Sadece Golem’lerin de değil, herkesin!

blank

Golem’in (1980) en şaşırtıcı özelliği, ana kahramanı Pernat’ın içinde bulunduğu durumu muğlak bırakabilmekteki mahareti olsa gerek. Korkunç bir nükleer savaş yaşanmış, devlet sahte/yapay vatandaş üretmeye başlamış, tamam ama ya cevapsız kalan onca soru? Bir karabasanı andıran onca olaya şahit oluyoruz, sürrealist sahneler desen gırla, ama çoğu açıklanmadan kalıyor. Eğer Pernat bir denekse gördüğümüz her şey ona oynanan bir oyun olamaz mı? Daha doğrusu, gördüğümüz şeyler onun üzerinde tatbik edilen deneyin bir parçası olamaz mı? Açılıp kapanan pencereler, “insan tohumları”, konser sahnesi, Tarot kartında gördüğümüz imgenin bacacı ajanın başına gelmesi, Holtrum’un bir oğlu olmadığını öğrenişimiz, bunların hangi birini nasıl izah edeceğiz?

İkinci bir olasılık şu: Gördüğümüz kâbus Pernat’ın zihninde gerçekleşiyor olabilir. Sonuçta nükleer serpintinin kurbanlar üstündeki etkisi tam olarak bilinemez. Belki de Pernat’ın zihni normal hayatta gördüğü şeyleri farklı bir şekilde yorumluyor. Ya da içinde bulunduğu nükleer savaş sonrası dünya Pernat’ı delirtti, kim bilir… Hatta Miriam ve Miriam’ın babası, Rozyna, abisi ve babaları Holtrum, bilim insanları ve bacacı ajan da pek aklı başında görünmeyen tipler, belki de herkes aklını oynattı.

Golem (1980) Kafkaesk bir Frankenstein’ın canavarı öyküsünü tartışmalı konular ekseninde anlatan ve bunu yaparken makbul vatandaşlar yaratmak isteyen Polonya devletine dokundurmayı ihmal etmeyen fevkalade özgün bir Piotr Szulkin draması. İzleyiniz, izletiniz efendim. İyi seyirler…

blank

Not

  • Aslında filmin açılışında Golem’in 1979 yılında tescillendiği yazıyor ama her yerde ilk gösterim tarihi olarak “1980” yazdığı için onu aynen korudum, aramak isteyen olursa bulması kolay olur.

Kaynaklar

  • Meyrink, Gustav. GOLEM, 2008 (ikinci baskı), Çeviren: Sezer Duru. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul: Türkiye.
  • Meyrink, Gustav. GOLEM, 2018 (ikinci baskı), Çeviri: Sami Türk. Can Sanat Yayınları, İstanbul: Türkiye.
  • imdb.com/title/tt0080806
blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Maze Runner (2014)

The Maze Runner’da da bazı mantık hatalarını hoşgörür, bir de
blank

Unthinkable (2010)

Unthinkable insan haklarından bahsediyor ama hangi şartlar altında gerçekleşebileceğine dair