Yeşim Ustaoğlu’nun, Altın Portakal’da gösterilenden farklı ( kendi tabiriyle, ince bir kısaltma yaparak) vizyona soktuğu filmi Tereddüt’ü konuşuyoruz ama bu tartışmanın da geleceği yer aynı, yıllardır sayfalarca yazdım; devlet fonlarıyla bağımsız sinema yapılamaz, yapılırsa da, yapan içine düştüğü durumu savunmak için işte böyle kırk takla atmak zorunda kalır.
Filmin 18+ vizyona çıkınca bakanlık desteğini geri ödemek zorundasın, neyle ödeyeceksin, festival filminin seyircisi yok, bunun sebebinin de sırf bakanlıktan aldığı parayı geri ödemesin diye jürilerin kötü film çeken sinemacılara ‘kıyak çekerek’ ödüllendirmesinin sonucu olduğunu yazdım. Dinleyen var mı, yok!
Bazı sinemacılar ve sinema yazarları itiraz ediyorlar, “festival filmi diye bir şey yoktur”. Al işte, bal gibi de var. Aynı filmin festivalde gösterildiği hali başka vizyondaki hali başka. Festival versiyonu, vizyon versiyonu diye bir şey olmaz ama oluyor. Kesen kim, bakanlık mı? Hayır, filmin 18+ sınıflandırması alarak sansürsüz gösterileceği belli, kimse “bu film gösterilemez” dememiş ama 18+ ibaresi yüzünden bakanlık “ödül de kazansan umurumda değil ver paramı” diyecek. Bu durumda Yeşim Ustaoğlu mecburen alıyor eline makası. Daha yazarken filmin makaslanacağı belliymiş yani. İşte bunu kabul edemiyorum ben. O zaman otosansürü en başında beyninde başlat, işin ucu bir şekilde oraya çıkacaksa madem. Festival sinemacılarının yıllardır yaptığı şey zaten bu. Yoksa biz bu yıl birkaç tane Soma, birkaç tane de Gezi direnişi filmi izlerdik Adana’da, Antalya’da…
Otosansürün en şahanesi bu, savunamazsın! Hâlbuki bunu yapmak yerine “evet, buna mecbur kaldım ve içim kan ağlıyor” dese daha samimi bir söylem olur ve bu konu tartışmaya açılır. Asıl tartışmamız gereken mesele bakanlığın neden 18+ filmlere yardım yapmadığı olmalıyken…
Otosansür Nedir, Nasıl Yapılır?
Milliyet gazetesine verdiği röportajın başında, “Ben otosansürle yıllardır savaşan, hiçbir filminde otosansür uygulamayan bir yönetmenim” diye iddialı bir giriş yapan Yeşim Ustaoğlu savunmasını verdikten sonra dayanamayıp –bilinçsiz bir şekilde de olsa- itiraf ediyor,
“Şu anda mevcut iki kopyamız var, biri +15, diğeri +18. Bu bir vaka tabii, bir emsal belki. Bu tür bir durumla baş edebilme hali ki, yaptırımlarla mücadele etmek lazım aslında. Bu yönetmelik maddeleri herkesi başından itibaren zaten kıskacı altına alıyor, otosansür uygulamaya itekliyor.”
Peki ama bu yaptırımlarla mücadele etmenin yolu tam olarak buradan geçmiyor mu? Yani filmi makaslamadan gösterime sokmak ve bakanlığın uygulamasına itiraz ederek kamuoyu oluşturmaktan…
Gölgeler gerçek değildir ama bizi daha fazla korkuturlar çünkü kocamandırlar. Türkiye’de gölgeler giderek büyüyor. Sanat yapanların iddialı söylemlerine kanmayın, kimsenin bu gölgelerle savaşmaya yetecek cesareti yok.
Herkes gerektiği yerde taviz vermeye hazır çünkü devlet parasıyla film çekip devletin yaptırdığı festivallerden ödül toplayan ve bununla da övünen bir sinemacı nesli yetişti. Seyirciyle arası iyice açık bu sinemacılar devlet filmlerini fonlamayı keserse ya da festivaller hepten düzenlenemez hale gelirse ürün veremez hale gelecekler. Sinemanın sanat hali dahi seyirci tarafından takdir edilmelidir yoksa her geçen yıl daha da olmamış filmlerle, tuhaf söylemlerle karşılaşacağız.
80’lerin sıkıyönetim zamanlarında bile yaşanmayan bir şey bu, ne acı değil mi?
Sansür bir kıyma makinesidir. İktidarın hazmedebileceği leziz köfte için eti (filmi) tekrar çekmen gerekebilir belki ama herkes yutacak diye bir şart yok!
Bakanlığın parasını ödememek için filmini makaslayan sinemacı o sevişme sahnelerini çekmeyi hayal dahi etmemeliydi. Filmi izlediğim için biliyorum, çok da bir şey değişmezdi. En azından şimdi bu yüzden kıymetli bir sinemacıyı hırpalamamış olurduk.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Yazının sonuna not: Tereddüt’ü sevdim, Portakal’da ulusal yarışmada da ödül bu filmin hakkıydı, bunu defalarca yazdım ama mesele o değil. Filmin farklı bir kopya ile vizyona sokulacağını Antalya’da öğrenmiştim, diğer sinema yazarları da biliyordu. Kimse yazı konusu yapmadı, röportaja kadar ben de, anlayışlı olmak gerekir diye düşündüm ancak röportajdaki “Ben otosansürle yıllardır savaşan, hiçbir filminde otosansür uygulamayan bir yönetmenim” cümlesi ve sonrasındaki savunudan kaynaklanan bir ihtiyaç hasıl oldu.
Otosansürün ne olduğunu iyi biliyorum, şu durumda yapılmadığını iddia etmek toplumun zekasına hakaret etmek demek. Yazı bunu açıklama gayretindedir.
Şöyle bir sinemacı fikri bence tehlikeli ve çok daha büyük tavizlere yol açabilir; filmini kafana göre yaz-çek, vizyona sokarken gerekli kırpmayı yap ve bakanlık desteğini ödemeyecek şekilde ayarla.
Y. Ustaoğlu böyle yaparsa genç sinemacıları hiç tutamazsın. Bugün sevişme sahnesi kesilir yarın başka bir şey, kaç dakika kesildiği de önemli değil, sürekli değişen dönüşen filmler izlemeye başlarız ve zaten bakanlığın istediği de bu. “18+ film çekersen yardımı geri ödersin” diyerek sansür takozunu baştan koymuş oluyor. Bu takoza hangi aşamada takıldığın çok mühim değil, bir şekilde sansüre uygun davranmış oluyorsun. Burada bakanlığın zekası, sinemacının eserinden taviz vermesi sayesinde işe yarıyor. Filmler devlet eliyle değil bizzat yaratıcısı tarafından sansürlenmiş oluyor. Eti kıyma makinesine bile sokmadan çekmek…Çok zahmetsiz ve işte bunun adı: OTOSANSÜR.
Herkes film çekmek için devletten destek almak zorunda mı, bunun başka yolu yok mu? Seyircinin parasıyla film çekmek neden kimsenin aklına gelmiyor? “Orada bir para var almalıyız ve geri ödememeliyiz” kafasına nasıl geldik? Bu destek Türk sinemasına ne kattı? Bu yıl vizyona çıkan festival filmlerinin gişesine bakıyorum. 20 filmin toplam gişesini 10 ile çarptığın zaman ancak Dağ 2’nin gişesini buluyorsun. Bu kadar seyirciden uzak düşmüş bir sinemayı hala desteklemeli miyiz? Burada yüksek sanat yapılıyor da sinemaya giden aptallar mı anlamıyor? Dürüst olalım; festivallerde afakanlar basıyor hepimizi, genellikle berbat filmler izliyoruz!
Ha bu arada; seyirci aptalsa bile ticari düşünmeyen sinemacının derdi, ödül peşinde koşmak değil de o seyirciyi iyi filmlerle buluşturmak olmalı. Sinema sanatının sıradan insanı alıp dönüştürme gücü vardır. Eskiden böyle bir dert vardı ama artık yok. Çünkü nasıl olsa devlet filmleri fonluyor ve sonra da festivaller tertip edip bunları gösteriyor, ödüllendiriyor. Seyirci bağı koptu. Sinemacının kafasında şu var; desteği alır, filmi çeker, ödül alıp geri de ödemem, filmi de Netflix’e, Blutv’ye satarım, 3-5 bana kalır, iki sene de festival festival gezerim.
Y. Ustaoğlu’nun derdi bu değil ama dert buna dönüştü.
Ben bakanlığa ve festival jürilerine değil seyirciye muhtaç filmleri çekenlerin sinemacılığına daha çok kıymet veriyorum. Bakanlık desteği hibe değil ama belli şartlar karşılanınca hibeye dönüşüyor. Bir sinemacı filmini buna uygun hale getiriyorsa kafasında sinemadan çok ticaret vardır. Bu iş artık çok sıkıntılı. Bakanlık destekli filmlerin festival serüveni sinemamızı kuruttu. The Wailing diye bir film izledim bu yıl, çok iyiydi. Gişesini merak edip baktım. 7 milyona yakın bilet satmış Kore’de… İşte sinema budur, bu filmdir, bu gişedir. Biz artık saçmalıyoruz, her şey ucuz ticaretten ibaret.[/box]
MURAT TOLGA ŞEN – murattolga@gmail.com