24. Adana Uluslararası Film Festivali’nde izleyemediğime en çok üzüldüğüm filmlerden biri Joaquin Phoenix’in You Were Never Really Here‘ı oldu. 28 Eylül Perşembe günü filmi izlemeye gittiğimizde gösterimin yapılamayacağını, onun yerine Bennie ve Josh Safdie Kardeşler’in Good Time filmini göstereceklerini söylediler. Açıkçası Safdie Kardeşler’in daha önceki filmlerinden pek hazzetmediğim için (belki bir nebze Go Get Some Rosemary hariç) moralim bozuldu. Gösterimlerin yapıldığı sinemalar birbirine çok uzak olduğu için “hadi izleyelim bari” dedim ve hiç ummadığım büyük bir sürprizle karşılaştım. Safdie Kardeşler’in şimdilik başyapıtı budur arkadaşlar. Saykodelik bir suç sineması şaheseri olan Good Time / Soygun, bu yılın en iyi filmlerinden.
Peki bu niye böyle, kısaca izah etmeye çalışalım. Çok ama çok eski zamanlarda “Drew’s script-o-rama” sitesinden, çok sevdiğim onlarca filmin senaryosunu bulmuş ve üşenmeyip okumuştum. Hemen hepsinde iki özellik dikkatimi çekmişti. Bence iyi bir senaryonun en önemli iki özelliği, merak duygusu uyandırması ve ritmidir. İstisnalar olmakla birlikte iyi bir senaryoda, hep neler olacağını merak edersiniz. Birbiri ardına yığılmış her sahne, adeta bir merdivenin basamakları gibi sizi bir yere ulaştırmaya çalışır. Bir David Lynch senaryosunda olduğu gibi, kimi zaman doğrusal (lineer) öyküleme yerine eğik düzlem teorisindeki gibi zamansal kavisler çizen işler vardır ama senaryoda her daim canlı tutulması gereken his, merak duygusudur. İyi bir senaryo; size ne olacağını, karakterin başına sonunda ne geleceğini merak ettirir. Good Time’ın hikâyeden hikâyeye sıçrayan senaryosu bu işlevi rahatlıkla yerine getirmeyi başarıyor.
Bu filmi eğer bu yazıdan sonra okuyacaksanız, filmin açılışında Connie’nin zihinsel engelli kardeşi Nick’in psikologla yaptığı görüşmedeki “çağrışım soruları”na dikkat edin. Oradaki her detayın, hikâyeye açılan sübliminal bir yolun taşlarını döşediğini göreceksiniz. Her detay, hikâyenin kendi dizgesi içinde bir gerçek olarak vuku bulacak ve tebessüm edeceksiniz. Film boyunca hiçbir detayı ıskalamıyor Safdie Kardeşler.
Good Time’ın hikâyesi karmaşık değil, bütün büyük filmlerde olduğu gibi son derece basit. Hatta olayın hatırı sayılır bir kısmı tek bir gün içinde geçiyor, filmin ritim ihtiyacını büyük ölçüde gideren üç şeyden biri bu oluyor. Diğerleri de aynı zamanda filmin senaristleri olan Ronald Bronstein ve Benny Safdie’nin kotardıkları kurgu ve Daniel Lopatin’in filmin adeta ruhuna işleyen müzikleri oluyor. Martin Scorsese’nin Taxi Driver’ındaki Bernard Herrmann ve Abel Ferrara’nın Bad Lieautenant‘ındaki Joe Delia müzikleri gibi bir şey karşımızdaki. Lopatin, sonu baştan belli bir faciaya film boyunca bir ağıt yakıyor adeta.
Demin de dediğim gibi,, hikâye son derece basit. Connie ve zihinsel engelli kardeşi Nick bir soygun yapıyorlar ama işler ters gidiyor. Nick, Amerika’nın en kötü şöhretli hapishanelerinden biri kabul edilen Rikers Island’a düşüyor. Connie de kefaletini ödeyip onu kurtarmaya çalışıyor ama parası çıkışmıyor. Eksik kalan para için önce ara sıra takıldığı sevgilisini sömürmeye çalışıyor ama terslikler ardı ardına geliyor. Sonra kardeşinin hapishanede feci şekilde dayak yediğini ve hastaneye kaldırıldığını öğreniyor. Hastaneyi tespit ediyor, yerini öğreniyor ve kardeşini kaçırıyor. Karşılaştığı herkese yalan söyleyerek hatta onları manipüle ederek yapıyor bunu. Tek istediği, zamana karşı yarışıp kodeste fazla dayanamayacağını düşündüğü kardeşini çekip çıkarmak. Bedeli ne olursa olsun.
Eğer oyunculuklar sağlam olmasaydı bu filmi bu kadar sever miydim, inanın bilmiyorum. Hafif akl-ı evvel kardeş rolündeki Nick Nikas’ı canlandıran Benny Safdie müthiş. İnsanın Benny Safdie’nin filmin senaristi ve yönetmeni olduğuna inanası gelmiyor. Ama bence asıl yükü sırtlayan Robert Pattinson. Hiç sevmediğim uyduruk bir vampir serisinde parlayan bu çocuk her geçen yıl kendini aşıyor, çok yakında bazı ödüllerin adaylıklarına ambargo koyarsa hiç şaşırmayacağım. Rover‘dan (Takip, 2014) beri ivme yukarı doğru gidiyor, Good Time’daki Connie Nikas performansı ise kariyerinin zirvelerinden biri. Zamana karşı amansız bir mücadele veren (ve gerekirse şeytanla bile işbirliği yapmaya razı görünen) Connie’nin iniş çıkışlarını (sevgilisi Corey’nin yanında, kardeşinin yanında, kefalet bürosu sahibinin yanında, soygun sırasında ya da Crystal’ın yanında) kusursuz bir şekilde vücuda getiriyor Pattinson.
Beni filmde asıl etkileyen ise şahit olduğumuz abi-kardeş ilişkisinin kırılgan yapısı oldu. O yüzden, abi-kardeş ilişkilerinde benzer patikalardan geçen herkesin filmde kendine ait bir şey bulacağına eminim. Ben, Connie’nin Nick’e duyduğu sevginin karşılıksız olmadığına bir an olsun ihtimal vermedim. Hatta niye onu da soyguna dahil ettiğine dair aklımda en ufak bir soru işareti duymadım. Bunu hem anlatı hem de Pattinson’ın dokunaklı oyunu sağladı. Nick, filmin finalinde bazı soruları duyduktan sonra karşı duvara yürürken de boğazım düğümlendi, gözlerimden yaşlar geldi. Nasıl ki, benzer bir kaybın derin acısını ve hüznünü her daim cebinde taşıyanları kalbinin tam ortasından vurmuşsa Manchester by the Sea (2016), işte Good Time da öyle vuracaktır bazılarını. Şüphe yok.
Good Time, ölmek üzere olan birinin kalp ritmi gibi işleyen bir film. Kreşendo şeklinde yükseliyor, yükseliyor ve sonra aniden uzun kesintisiz bir çizgi hâlini alıyor. Festivalde filmi izlediğimiz akşam, nasıl diye soran bir film eleştirmeni arkadaşıma “film zaten 85 dakikaydı, su gibi aktı” dedim, halbuki 85 dakika olan You Were Never Really Here’mış. Aklımda yanlış kalmış, yanılmışım. Good Time aslında 101 dakikaymış, su gibi aktığı için fark etmemişim. Roger Ebert bir seferinde, “hiçbir iyi film çok uzun, hiçbir kötü film de yeterince kısa değildir” demişti. Haklıymış.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç