Dramada başarılı iş çıkarmış aktörlerin alan değiştirip korku/gerilim türünde gezintiye çıkması artık gelenek oldu. Ethan Hawke’ın bu konudaki çabaları hakkında çok yazıp çizdik, Patrick Wilson da hiç fena işlere imza atmadı. Tabii yapılan her proje başarılı oldu demek doğru olmaz; 2000’lerde Robert DeNiro, Kevin Costner ya da Richard Gere da benzer çabalara girişmiş, ama tüm karizmalarına rağmen tutunamamışlardı.
Belki de 2010’larla ilgili bir durum söz konusudur, belki korkunun altın yıllarındayızdır şu ara, bilemiyorum. Başarı hikayelerinden bahsederken Hawke ve Wilson’dan konuşmak zaruri, ama pek sevgili Frodo’muz Eliyah Wood da son yıllarda korku ve gerilimde yükselmeye çalışıyor. “O maviş gözlerle nasıl gerilim olacak?” diye sorabilirsiniz, ama özellikle 2012 yapımı Maniac’ın aldığı övgülere baktığımızda “Eliyah Wood’la gerilimli dakikalar” fikrinin çok da absürt olmadığını anlayabiliyoruz. Sonuçta Wood’un ilk çıkış filminin de 1993 tarihli The Good Son olduğunu unutmamak lazım.
İnsan bu sebeple Wood’un yeni gerilim projesi Grand Piano’yu da merak ediyor. İlginç bir konumuz var ve başarılı bir oyuncu kadrosuna sahibiz. Eliyah Wood’un yanında John Cusack ve Alex Winter gibi isimlere rast geliyoruz. Eli yüzü düzgün fragmanı da seyredince Grand Piano’nun sınavını rahatlıkla geçeceğine inanıyoruz. Sonra doğal olarak oturup asıl filmi seyre başlıyoruz ve kalbimizi bir hüzün kaplıyor. Gene reklamın cazibesine kapılmışız, gene yıldız isimlerin ve fragmanın kozmetiğine vurulmuşuz. Grand Piano, gösterdiği tüm çabaya rağmen ne yazık ki vasatın altında kalmaya mahkum bir film.
Grand Piano’da Elijah Wood’umuz, Tom Selznick adında dünyaca ünlü bir piyanisti canlandırıyor. Sahne korkusundan muzdarip Selznick, yıllar önce bir konserinde yaşadığı kötü deneyim sonucu kariyerini en parlak döneminde sonlandırma kararı almıştır. Filmimiz, genç piyanistin beş yıllık aradan sonra vereceği ilk büyük konser akşamında geçmektedir. Kariyerini bitiren korku problemini yenememiş ve tüm kasları çoktan paniğe teslim olmuş Selznick, konsere başladığında büyük bir sürprizle karşılaşır: Konser salonunun derinliklerinde saklanmış bir tetikçi kendisini hedef almış beklemektedir. Tetikçinin ateş etmemek için ise tek bir şartı vardır, o da Selznick’in tüm konseri hiçbir hata yapmadan bitirmesi. Tek nota bile kaçırılması halinde tetikçi onu vuracaktır. Anlayacağınız, Selznick’in hayatı kelimenin tam anlamıyla bu konsere bağlıdır.
Filmin konusu gerçekten ilgi çekici. Öyle ki, benim kuru anlatımım bile sizde filmi seyretme isteği uyandırmış olabilir. Ancak Grand Piano bu ilginç konusunu zekice işleyebilmiş bir film değil. Filmde ciddi bir inandırıcılık problemiyle karşı karşıyayız. Burada inandırıcılığı sorgularken filmin üzerine kurulduğu namlu altındaki pyanist fikrinden bahsetmiyorum, genel olarak filmin bize satmaya çalıştığı klasik müzik konseri atmosferi ve sahne arkası diyaloglarında bir olmamışlık var. Yönetmen Eugenio Mira için “hayatında hiç kulis gezmemiş ya da herhangi bir klasik müzik konseri seyretmemiş biri” deseler rahatlıkla inanabilirim.
Öte yandan filmin üzerine kurulduğu hikayenin ne kadar absürt olduğu da aşikar. Tüm bu hikaye aslında eski bir Amerikan deyişi olan, bizdeki “elçiye zeval olmaz”ın karşılığı “piyanisti vurmayın”dan gelmekte, yani ortada bir miktar kara mizah da mevcut. Bunun bilinciyle filme yaklaşıp bazı çiğlikleri hoş görebiliriz. Gene de Grand Piano buna pek imkan tanımıyor, tolerans bekleyen çok kusur mevcut. Hikaye hem mantık hataları ve zorlamalarla dolu, hem de bir noktadan sonra enteresanlığını hızlıca tüketiyor. Filmin gizem odağı tetikçinin kimliği de çok erken gözler önüne serilince, ortada herhangi bir sürpriz son ihtimali de kalmıyor. Açıkçası tetikçinin kimliği de filmin hiçbir bölümünde büyük merak uyandıran bir bilgi sayılmaz, çünkü giriş jeneriğinde zaten “John Cusack” adını bariz bir şekilde görüyoruz. Keşke jenerikte ve filmin afişinde Cusack’ı gizlemeyi, en azından bu kadar gözümüze sokmamayı akıl edebilselerdi. O vakit kendisiyle karşılaşmak bende bir miktar şaşkınlık yaratabilir, film için haybeye giden onca zamana daha az yanabilirdim.
Gene de filmi yumuşak bir korku-komedi sayarsak belki o kadar da başarısız bulmayabiliriz. Grand Piano’da yapılan kelime oyunlu “zeki” espriler benim sadece yüzümü ekşitti, ama filmin kendini ciddiye aldığı bazı kısımlarda düştüğü komik durumlar gerçekten gülünçtü. Grand Piano, “rezil” bir film değil, ama bazı incelemelerde dendiği gibi De Palma’nın ya da Hitchock’un mirasından giden bir kült klasik olmasına da imkan yok.
Tüm hayalkırıklığıyla kurulmuş cümlelerime rağmen yönetmen Eugenio Mira’nın filmdeki bazı hareketleri bende merak uyandırdı. Mira, bazen çok gereksiz bir sahne için manasız uzunlukta planlar kullanırken (Filmin başında Emma’nın yürürken telefonda konuşması), bazen de bir cinayet anında bıçak hareketini göstermeyip çello yaylarına odaklanması gibi zeki ve stil sahibi seçimler yapabiliyor. Ben kendisini vasat(altı) bir filmin, kafası karışık ama potansiyel sahibi yönetmeni olarak aklıma kazıdım. Umarım aklımda hep böyle kalmaz.
Son olarak tavsiyem, eğer özel bir Eliyah Wood ya da John Cusack hayranlığınız yok ise Grand Piano’yu seyretmeyin. Sıkılacaksınız ve John Cusack’ın sönmek bilmez karizması bile bunu engelleyemeyecek. Elimizdeki filmin yapmayı vadettiği neredeyse her şeyi Joel Schmacher 2003 yılında Phone Booth filmi ile zaten yapmıştı. Buradaki tek fark klasik müzik dünyasının mesken edilmesi, ki bu da muhtemelen 2010 yapımı Black Swan’ın yarattığı popülariteden kaynaklandı. Eliyah Wood’a her şeye rağmen harcadığı zaman ve enerji için teşekkür ediyor, bir sonraki gerilim denemesinde daha seçici olmasını öğütlüyoruz. Bir dahaki sefere maviş gözlüm, sıkma canını sana inancımız tam.
Fragman izle!
Öteki Sinema için yazan: Yigilante Kocagöz
Acaba film nerede inandırıcılığını yitiriyor. Alternatif olarak neler yapılabilirdi. Daha açık anlatır mısınız?
Ve evet katılıyorum her şey sere serpe ortada ve çabucak geçiştirilmiş. Fakat kavga sahnesi güzeldi ya. Keşke daha derin bir bağ kurulsaydı. Filmin uzunluğu da farketmezdi belki.