Tecavüz haddini aşma, başkasının hakkına el uzatma demektir. Haneye tecavüz veya sınır tecavüzü bu kullanıma örnektir. Ceza kanununda, bir hakka dayanmaksızın başkasına ait taşınmaz mal veya eklentilerini malikmiş gibi tamamen veya kısmen işgal etme, sınırlarını değiştirme veya bozma veya hak sahibinin bunlardan kısmen de olsa yararlanmasına engel olma olarak tanımlanmıştır. Tecavüz günümüzde diğer kullanımlarını yitirmeye başlasa da malik olma kökünü muhafaza ederek kadınlara cinsel saldırıda bulunulması anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Yeşilçam filmlerinde tecavüze uğrayan kadının “bana zorla sahip oldu” şeklindeki erkeği suçlamayan, suçlasa da aşağılamayan kullanımı bunu doğrular. Cinsel saldırıyı başka bir kelimeyle değil de mülkiyet kökünden gelen bir kelimeyle tanımlamak kadını “mal” olarak gören ataerkil yapıyla ve burjuvazi zihniyetiyle hayli uyumludur. Marx ve Engels’in, “kadının ortak kullanımı” şeklindeki karalama çabalarına karşı “burjuva, karısını basit bir üretim aracı olarak gördüğünden üretim araçlarının ortaklaşa kullanımı sözünden kadın ortaklığından başka sonuca varamaz” yanıtının da gösterdiği gibi, ataerkil sistemde kadın erkeğin “malıdır”. Burjuvazi egemen olduğu her yerde feodal ve ataerkil düzenin bağlarını koparmış olsa da, kendi çıkarlarıyla örtüştüğünü fark ettiği ataerkil yapıya ilişkin bağları yeniden kurarak eski baskı koşullarının yerine yenilerini koymuştur.
Kadınların çeşitli sebeplerle ataerkil söylemi benimsemeleri ve gönüllü olarak boyun eğmeleri manidardır. Lütfi Akad’ın “Gelin” (1973) filminde, erkeklerin tahakkümüne boyun eğen ancak kadınlar ve çocuklar üzerinde kendi tahakkümünü kurmayı başaran kadının varlığı başarıyla işlenmiştir. Ataerkil söylem, kadını değersizleştirmekle yetinmez, tecavüzün kadının gizli fantezisi olduğunu iddia eder. Sam Peckinpah’ın “Straw Dogs” (1971) filminde erkeklik kalıpları dışında kalan ve evli olduğu kadını hak etmediği düşünülen “zayıf” bir erkek bulunması erkek egemen söylemin hastalıklı zihniyetiyle uyumludur. Böylece “gerçek” erkekler “zayıf” koca tarafından tatmin edilemeyen bu kadının gizli fantezisini yerine getirerek aslında kadının da bu durumdan zevk aldığını iddia ederler. Yeşilçam filmlerinde de kadının aslında erkeği “istediği”, yeterince ısrar edildiği hatta zor kullanıldığı takdirde zevk almaya başlayacağı ve boyun eğeceği ima edilir. Hiçbir itirazla karşılaşmayan bu sahneler doğrudan tecavüzle sonuçlanmasa da, açıkça tecavüzü teşvik eder. Bu birkaç kısa örnek, ataerkil söylemin filmler aracılığıyla nasıl inşa edildiğini ve yayıldığını göstermeye yeter.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Tecavüz ettiğini inkâr edenlerin, genel olarak belli başlı temaları işledikleri görüldü. Bunlar o şekilde kurgulanmıştı ki, erkeğin davranışı doğru olmasa bile, hiç değilse anlatılan koşullar altında haklı veya uygun görülebilecekti. Bunlardan bazıları şöyledir. Kadınlar baştan çıkarıcıdır, kadınlar hayır derken aslında evet demek isterler, kadınlar sonunda “gevşer ve bu işten zevk alırlar” ve iyi kızlara asla tecavüz edilmez. Erkek egemen yapı böylece tecavüzü haklı kılan gerekçeler üretmiş ve bunu genellikle, tecavüze uğramış kadını kendi baştan çıkarıcılığının kurbanı olarak göstererek yapmışlardır. Kurbanın istekli hatta coşkulu olduğu, ya da önce nazik bir biçimde karşı koysa da sonunda “gevşeyip zevk aldığı” tablosu çizilerek incitmeler inkâr edilir. Güç adeta bir baştan çıkarma tekniği olarak gösterilir.” (Diana Scully, Cinsel Şiddeti Anlamak)
[/box]
Bu yazıda tecavüz kelimesini dar anlamda yani kadına cinsel saldırıyı ifade etmek için kullanacağım ancak tecavüz nedir, bir hastalık mıdır yoksa Diana Scully’nin iddia ettiği gibi öğrenilmiş bir davranış şekli midir, öncelikle bunu açığa kavuşturmak gerekir. Ataerkil söylem, fail erkek olsa da, tecavüzü bir kadın sorunu ve kadın suçu olarak görür, kadına suç atılamadığı durumlarda ise hastalık açıklamasına başvurur. Sorunu kadında gören bu zihniyete göre, kadın erkeği “tahrik” etmemeli, kıyafetine, gülüşüne, duruşuna, yediğine, içtiğine, nereye ve ne zaman gideceğine dikkat etmelidir. Kadının “aşırı” makyaj yapması, “açık” giyinmesi, “içki” içmesi, geç saatte ve tek başına “dışarı” çıkması, “şuh” kahkahalar atması vb. tecavüzü haklılaştırmaya yarar ve kadın alabildiğine değersizleştirildiği için de tecavüz sıradan bir olay haline getirilmiş olur.
Adli Tıp Bülteni’nin 1 Nisan 2000 tarihli sayısında yer alan “Hukukçuların ve Polislerin Irza Geçme ile İlgili Ceza Sistemine Bakış Açılarının Değerlendirilmesi” başlıklı hayli ilginç bir araştırmadan söz etmeden geçemeyeceğim. Adli sistem içinde yer alan meslek gruplarının, ırza geçme suçu hakkındaki düşüncelerini incelemek için yapılan çalışmaya, İstanbul Barosu’na kayıtlı 100 avukat, İzmir ve Ankara adliyelerinde görevli 80 hâkim-savcı ve 75 stajyer hâkim-savcı ve İstanbul’da görevli 100 polis olmak üzere toplam 355 kişi katılmış. Avukatların % 86’sı, hâkim-savcıların % 61’i, stajyer hâkim-savcıların % 72’si ve polislerin ise % 78’i cinsel saldırıya uğrayan mağdurun geçmişinin davayı etkilediğini düşündüklerini belirtmişler. Ayrıca atıf yapılan farklı bir araştırmada, psikologların % 18’inin, psikiyatristlerin % 27’sinin, hâkim-savcıların % 38’inin, adli tıp uzmanlarının % 40’ının, avukatların % 44’ünün, stajyer hâkim-savcıların % 52’sinin ve polislerin ise % 66’sının kadınların dış görünüşleri ve davranışları ile ırza geçmeyi kışkırttıklarına inandıklarını söylemeleri ise hayli manidar.
İnsanlık tarihindeki ilk savaşlardan itibaren köle, cariye vb. olarak adlandırılan kadınlar ganimet olarak görülmüşler, “mal” gibi alınıp satılmışlar veya tecavüze uğramışlardır. Kazanan her şeyi alır ilkesinden hareketle, galipler için tecavüz suç değil, bir hak olarak görülmüştür ve görülmeye devam edilmektedir. Bu tecavüzlerin maksadının erkeğin “zevk alması” için mi yoksa mağlubun onurunun iyice kırılması için mi yapıldığı muğlak olmasına karşın hem tecavüze uğrayan hem de onuru kırılanın hep kadınlar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Birinci Paylaşım Savaşı ile birlikte her kültürden, her milliyetten ve her dinden “erkeklerin” dünyanın her yerinde yaptığı tecavüzler büyük artış göstermesine karşın hep gizleme yoluna gidilmiş, yok sayılmış veya ötekinin önyargıları ve karalamaları olduğu iddia edilmiştir. Oysa modern zamanların savaşlarında esir alınan kadınlar geçmişte olduğundan daha fazla acımasızlığa ve kötülüğe maruz kalmakta, işkence görmekte, aşağılanmakta, kamplara hapsedilerek askerlerle birlikte cephelere taşınmakta ve “savaşan erkekleri” rahatlatmak için seks kölesi olarak kullanılmaktadır.
Çok kısa bir süre önce modern zamanların “savaşlarından” birinin gözlerimizin önünde yaşandığı Bosna’da binlercesi çocuk olmak üzere yüzbinlerce insan öldürülmüş, milyonlarca insan yerlerini terk etmeye zorlanmış ve yaklaşık elli bin kadına sistemli bir şekilde tecavüz edilmiştir. Bu kadınlar ilk anda belki de geçmişte misafir olarak ağırladıkları komşuları ve tanıdıkları “erkekler” tarafından evlerinde tecavüze uğramış olsalar da, “askerleri” rahatlatmak için kurulmuş kamplarda haftalarca, aylarca, bazen yıllarca tecavüze maruz kalmışlardır. Bazı tecavüzlerin filme alındığı ve porno piyasasında alınıp satıldığı iddia edilmektedir ki, doğru olduğunu düşünüyorum. Bosnalı kadınların görmezden gelinen büyük acısı ilk kez İngiliz gazeteci Robert Fisk tarafından haber yapılmıştır. Robert Fisk 8 Şubat 1993 tarihli The Independent gazetesinde yayımlanan “Bosnia War Crimes: The rapes went on day and night” başlıklı yazısıyla, kendilerine “White Eagle” diyen Sırp çetelerinin tecavüzlerini tüm dünyaya duyurmuştur.
Jasmila Zbanic’in “Grbavica” (2006) isimli filminin, Bosnalı kadınların dramını Esma isimli bir kadın üzerinden, günümüz seyircisi tam tersi heveslere sahip olsa da aksiyona, koşuşturmacaya, kin ve nefrete yer vermeden anlatmaya çalışan hayatın içinden bir film olduğunu söylemeliyim. Rengârenk desenlere sahip bir kilim üzerinde oturan Bosnalı kadınları gösterirken bir ağıt/ilahi eşliğinde başlayan filmde, kilimin desenleri, savaş sonrası Bosna’yı yeniden inşa eden ve edecek olan kadınları simgeler. Bu metaforun “Snijeg” (2008) filminde de sürdürülmüş olmasının Bosnalı sinemacıların, kadınlarına duydukları güveni göstermesi açısından övgüye layık olduğunu söylemeliyim.
Filmde, kadınlar hala ölülerini aramakta, açılan her toplu mezardan çıkarılan “bedenleri” saatinden, gözlüğünden veya altın dişinden teşhis etmeye çalışmaktadırlar. Savaş sonrası bir yanda yoksulluk hüküm sürerken ve insanlar bir tane balık alabilmek için para biriktirirken, diğer yanda nasıl zenginleştiği bilinmeyen türedilerin bahislere, içkiye ve eğlenceye para savurmaları gösteriliyor. Fabrikada çalışan yoksul kadınlar Esma’nın kızının okul gezisine gidebilmesi için gereken parayı aralarında güçlükle toplarken, gece kulübü sahibi adam o paranın daha fazlasını yırtıp atabilmektedir. Bu denli birbirine uzak iki yaşam, aynı ülkede sürüp gitmektedir. Bir yanda acılar hala sürerken, diğer yanda paranın gücüyle kadınların sömürüsüne devam edilmektedir. Gece kulübünde çalışan erkeklerden birinin “her şeyi hatırlasaydım, kendimi öldürürdüm” demesi bu durumu özetler. Erkeklerin savaştan bir şekilde güçlenerek çıkmışken kadınların hala ezildikleri ve sömürüldükleri vurgulanır. Ayrıca, gece kulübündeki patronundan borç isteyen Esma’nın bu para yerine arkadaşlarının topladığı parayla kızını okul gezisine göndermesi, filmin “alın teriyle” kazanılmış paraya olan vurgusu olarak görülmelidir.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Bosna, benim yaralı memleketim, atalarımın diyarı,
Bosna, aşkım, saçımdaki çiçek, rüyalarımın toprağı.” (filmden)
[/box]
“Savaş” olmasa belki de bir doktor olabileceği ima edilen Esma, geçinebilmek için bir gece kulübünde iş bulabilmiştir. Buranın isminin “Amerika” olması ise manidardır. Esma gibi gece kulübünde çalışan kadınlardan biri olan Ukraynalı Jabolka, Esma’ya “göğüslerini göstermesini” böylece daha fazla bahşiş alabileceğini söyler ve “Bosnalı olmak da Ukraynalı olmak kadar kötü” diye ekler. Esma’nın Jabolka’ya, Jabolka’nın da Esma’ya üzülmesi kadın dayanışması ve yardımlaşmasını ifade eder. Yaşadıkları onca şeye karşın kadınların birbirlerinin durumlarına üzülmesi, örneğin Esma’nın bir belgeselde izlediği yoksul Brezilyalılar için üzülmesi ve onların acı çekmelerine katlanamadığını söylemesi insanlığın ölmediğini ve kadınların merhametini simgeler. Bir sahnede güvercinlerin ürkekçe kaçışmaları ile kadınlar arasında özdeşlik kurulur ki son derece yerindedir.
Sovyetlerin yıkılması ile birlikte Ukrayna’da da ciddi sıkıntılar yaşanmış özellikle kadınlar birçok acıya maruz kalmışlardır. 1995 yılında Ukrayna’ya gitmiştim. Sokaklardaki sefalet gözle görülebilecek kadar yoğundu. Bir gün halk pazarına yolum düşmüştü. Uzun bir kuyruk gördüm ve neler olduğunu merak ettim. Bizdeki nohut-pilav satan satıcıların arabası gibi bir arabası olan adam, ekmek arası rendelenmiş havuç satıyordu. Çok acı bir görüntüydü. Bu sefalete karşın camları demir parmaklıklı ve kapısında silahlı korumaların nöbet tuttuğu Türkiye’de bile bulunmayan büyük alışveriş merkezlerini ve içerdeki çılgın tüketimi görünce hayli şaşırmıştım. Fuhuş ise almış yürümüştü. Tek gözlü odalarda, anne-babasıyla hatta çocuğuyla hayata tutunmaya çalışan kadınlar, bir perde ile böldükleri evlerinin odalarında erkeklerle “yatıyordu”. Çoğu belki de birkaç gündür yemek bile yiyememiş bu kadınlara parasının gücüyle “tecavüz eden” sözde erkekler ise hiçbir utanma belirtisi göstermeden “kadının annesi koltukta oturuyordu” veya “çocuğu ağlamaya başladı” gibi sözlerle yaşadıklarını anlatıyordu.
Ukraynalı bu kadınlar bir süre sonra ülkemize de gelmeye başlamıştır. Annesinin ameliyatı, kardeşinin evlenebilmesi veya çocuğunun eğitimi için gelen, aralarında çocukların bile yer aldığı bu gencecik kadınlar “paranın” gücüyle değersizleştirilmiş, “nataşa” olarak damgalanmış, sömürülmüş ve tecavüze uğramışlardır. Bu kadınları “alıp-satmak” olağan bir iş olarak görülmeye başlanmış, insanlıktan nasibini almamış birçok sözde erkek, bu kadınlara yardım etmek yerine onlara tecavüz etmeyi yeğlemiştir. Israrla tecavüz diyorum çünkü yazımın başlığında kullandığım kışkırtıcı soruyu benimseyenler ne derse desin, bir kadının çaresizliğinden faydalanarak onunla “yatmayı” ilişki değil tecavüz olarak gördüğümü söylemeliyim.
Bosna’da yaşananlar hakkında araştırma yaparken, savaşın üzerinden yirmi yıl geçmesine karşın maruz kalınan işkencelerin izlerinin hala silinmediğini söyleyen ve bulunduğu toplama kampını “yeryüzündeki cehennem” olarak tanımlayan bir adamın açıklamalarına rastladım. “Dayağa, açlığa ve susuzluğa alışmıştım. Ölmeye hazırdım. Drina Nehri kıyısındaki bu şehre cehennem inmiş gibiydi, artık yaşamayı aldığım ilaçlarla ayakta durmak olarak görüyorum” diyen adam yaşadıklarını şöyle anlatmış: “Kampta cinsel saldırı vardı. Bizi soydular. Çocukları babalarıyla cinsel ilişkiye zorladılar. Ellerine ne geçtiyse, sopayla, zincirle bizi dövdüler. Kamptaki en büyük işkence ise Sırpların en büyük dini bayramı olan Aziz Vitus Günü’nün kutlandığı 28 Haziran 1992 günü yaşandı. Esirlerin kulaklarını, parmaklarını ve cinsel organlarını kestiler. Bu yetmezmiş gibi kestikleri organları esirlere yedirdiler.”
Tecavüzler kadınların evlerinde, anne-babaları, kocaları veya çocukları önünde gerçekleştiği gibi toplama kamplarında da sürdürüldüğünü yazmıştım. Kadınlara art arda on-on beş kişinin tecavüz ettiğini, Sırp askerlerin “merak etmeyin, kızların hepsinin ırzına birer kez geçildi” diyerek Çetnikleri yatıştırmaya çalıştıklarını, tecavüz ettikleri kadınlara ise “senin için böylesi Çetniklerin yapmasından daha iyi” dedikleri kadınlar tarafından anlatılmıştır. Her kadının onlarca kez tecavüze uğradığı tahmin edilmektedir. İsmini açıklamayan bir kadının “Bütün korkunç olayları yaşadım. Dişlerimi çektiler, koridorlarda sürüklediler. Gece olduğunda bana neler yapacaklarını tahmin edebiliyordum” sözlerinin, Esma’nın sırtındaki işkence izleriyle uyumlu olduğu görülebilir. Buna karşın aradan geçen yirmi beş yıla karşın kadınların yaşadıklarını kimselere anlatamadıklarını öğrenmek ve savaşta yaşadıkları acıları savaş sonrasında da yaşamaya devam ettikleri öğrenmenin çok daha acı olduğu söylemeliyim.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Kan ve gözyaşları hala akıyor ölen kalplere,
Üstümüzdeki bu cennet karanlık bir perde gibi,
Cennetin yedi katı birden yüreğimizde yanıyor.” (filmden)
[/box]
Ataerkil yapı yeryüzünün her yerinde egemen olmuş ve bütün dinlerin, kültürlerin, ideolojilerin hatta sanatın kendi söylemine boyun eğmesini sağlayan tek düzendir. Kadınları değersizleştirmek, aşağılamak, eve hapsetmek, “parasını ödedikleri” kadınlara her türlü muameleyi yapabileceklerini düşünmek, tecavüz etmek hatta öldürmek ataerkil yapı içerisindeki erkeklerin karakteristik özelliğidir. Bosna’daki “Savaş Mağduru Kadınlar Derneği” kurucularından Bakira Hasecic, “Vişegrad, Brçko, Foça ve Bosna’nın diğer şehirlerinde bu akıl almaz suçları işleyen adamlar şu anda polis memuru, fabrika işçisi ve öğretmen olarak çalışıyor. Yüzlerimize gülüyorlar.” sözleri ise erkek egemen düzenin bu gerçekliğine parmak basıyor.
Esma, Sara isimli kızıyla yaşayan yalnız bir kadındır. Kızına, babasının savaşta öldüğünü söylemiş, kızı da babasının şehit olduğunu zannetmektedir. Babasından kalan hiçbir şey hatta bir fotoğraf bile olmadığından babasına benzeyip benzemediğini merak etmektedir. Esma da, kızına babasına en çok saçlarının benzediğini söyler. Oysa Sara’nın hiç de annesine benzemediği ortadadır. Esma’nın saçlarının benzediğini söylemesinin kızını savuşturması olarak görülmelidir. Bir gün Sara’nın okulu bir gezi düzenler. Gezi ücreti yüksektir ancak okul idaresi, ailesinde şehit olan çocukların masraflarını karşılayacaklarını söyler. Paraları olmadığını bilen Sara babasının şehit olduğunu gösteren belgeyi bir an önce teslim etmek ve böylece geziye katılmayı garantilemek ister. Nerdeyse her gün annesini sıkıştırır. Oysa böyle bir belge yoktur ve Esma yıllardır sakladığı “gerçeklerin” ortaya çıkmaması için para aramaya başlar.
Esma, gezi için gereken parayı okul idaresine teslim eder ancak böyle yapması işleri daha da karmaşık hale getirmiştir. Arkadaşları “madem baban bir şehit, niçin gezi için para ödediniz” diyerek Sara’yı sıkıştırır, tabii o da annesini. Yaşadığı zorlu hayatla artık baş edemeyen Esma, takati tükendiği bir anda, kızına, babasının Bosnalı bir şehit değil tecavüzcü bir Sırp olduğunu söyler.
Bosna’da 20 ila 60.000 arasında ve yaşları 7 ila 60 arasında değişen çocuk ve kadın sistemli ve toplu tecavüze uğramış, kamplarda esir olarak tutulmuştur. Sırp çetecilerinin Bosnalı kadınlara tecavüz ederken onları hamile bırakmayı hedefledikleri ve “düşmanının çocuğunu doğurmaya” zorlamaları “Bosna’ya Sırp tohumları ekme” şeklinde ifade edilmiştir. Kadınların bu çocukları doğurdukları ve kabullendikleri bilinse de, çocukları düşürmeye çalıştıkları, doğuranların bebeği görmeyi ve süt vermeyi reddettikleri biliniyor. Hamileyken bile tecavüze uğradığını söyleyen Esma yaşadıklarını şöyle anlatır:
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Kendi karnımı yumrukladım. Düşmesi için bütün gücümle vurdum. Hiçbir işe yaramadı. Karnım büyüdü. Ondan sonra bile tecavüz etmeye geldiler. Her gün ikişer, üçer kez… Doğurduktan sonra dedim ki: “Onu istemiyorum! Götürün onu buradan!” Duvarların arkasından onu duydum. Ertesi gün sütüm gelmeye başladı. Dedim ki: “Tamam onu emzireceğim ama sadece bir kere!” ve onu getirdiklerinde, onu kollarıma aldığımda, o kadar güzeldi ki. Neredeyse dünyada bu kadar güzel bir şey olduğunu unutmuştum.” (filmden)
[/box]
Esma “O benim kızım, beraber büyüdük ve acılarımızı paylaştık” sözleriyle kızını nasıl sahiplendiğini anlatmış olsa da, tecavüz sonucu dünyaya gelen bebeklerin bazılarının anneleri tarafından istenmediği biliniyor. Konuyu araştırırken karşıma çıkan bir haberde istenmeyen bu çocukların bazılarının porno piyasasının eline düştüğünü okudum ve yüreğim parçalandı. Haberde, Maja isimli 16 yaşındaki bir çocuğun “Annem tecavüze uğradığı için beni terk etmiş, oysa ben her gün tecavüze uğruyorum” dediğini okumanın hayli acıklı olduğunu söylemeliyim. “Bosna’nın yeraltı dünyasında belki de binlerce “nefret çocuğu” ya yasadışı işler ya da seks işçiliği yapmak zorunda kalıyor” diyen haberin en çarpıcı cümlesi şöyleydi: “Savaş sadece Başçarşı’da bitti.” İnsanın bu acılara çare olamaması, sevdiklerinden,dostlarından örneğin burnu öpülesi bir tekir kediden bile uzak kalması ve buna karşın elinden hiç bir şey gelmemesi karşısında kendimi Solon gibi hissettiğimi söylemeliyim.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Solon oğlunun ölümüne ağlarken biri gelip “Ağlamakla hiçbir şey elde edemezsin” deyince o da “Bunun için ağlıyorum ya zaten” demiş “hiçbir şey elde edemeyeceğim için.””
[/box]
Bu yazımı da Snijeg (2008) filmini bitirdiğim sözlerle bitirmek istiyorum. “Hani savaş bitmişti, hiçbir şey bitmemiş acılar hala sürüyor.”
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay
Filmi yıllar önce izlemiştim ama hiç böyle bakmamıştım. bu yazı ile yeniden filme bakmak güzel olacak. güzel bir yazı olmuş, teşekkürler salim olcay.