Uzun zamandır Japon korku sinemasından uzak duruyorum. Bu tercihimin nedeni de son yıllarda tarzlarının hiç gelişme göstermeden kendini tekrardan ibaret olmaya başlaması. İkibinlerin başında keşfedilen ve Hollywood tarafından zaman içinde sömürülen Japon korku hikayeleri artık korkutmaktan çok sıkıcı olmaya başladı. Bu noktada aslında Japon sineması ilginç bir yola girerek istismar sinemasına kaydı. İlk dönemdeki uzun durağan gerilimli sahneler kendini goreun kanlı sularına bıraktı.
Grotesque de gore, sadizm, tecavüz, işkence, adam öldürme gibi ögeleri ardı ardına veren ilginç bir yapım. Bir yapım diye özellikle belirtiyorum çünkü film olmaktan çok uzak. Bir olay örgüsü kurmadan seyirciyi vahşetin doruklarında gezdiriyor.
A Slit-Mouthed Woman ile tanınan yönetmen Koji Shiraishi’nin 2009 yapımı filmi Grotesque basit bir hikayeye sahip. Aki (Tsugumi Nagasawa) ve Kazuo (Hiroaki Kawatsure) bir kafede ilişkilerinin ilk adımını atarlar. Dışarı çıktıklarında kız “Benim için ölümü göze alır mısın?” diye sorar. Tam bu sırada arkalarından yaklaşan adama dikkat edemezler. Adam çifti bir çekiç ile bayıltır ve sadist zevklerini karşılamak için onları inine götürür.
Filmin en yaratıcı ve başarılı bölümü açılıştaki araba sahnesi. Arabanın içinden kızın uyanması ve inlemesi ile başlayan sahne az sonra başlayacak istismara kaçan bölüm öncesi seyirciyi önceden uyarıyor gibi.
Psikopat(Shigeo Ôsako)’ın eline düşen ikili gözlerini açtıklarında kendilerini birbirlerinin karşısında duvara zincirlenmiş olarak bulurlar. Ve sonrasında sinema tarihindeki en vahşi işkence sahneleri ardı ardına gelir. Tek şansları adamın dediği direktiflere uyarak sadist zevklerine alet olmak ve bırakılmayı ummaktır.
Beni en çok geren şey olan uzuv kesilmesi hadisesinin bol bol, çeşit çeşit gösterildiği film İngiltere’de insan haysiyetini ayaklar altına aldığı için yasaklanmış, bu yasak filmin ününü de arttırmış tabii ki. Saw, Hostel, Martyrs gibi benzer bir hikayeyi, hiçbir açıklamaya girmeden sadece işkence boyutunu göstermesi, aslında “Aşkın için kendini feda eder misin?” gibi bir ikilemi yansıtma şansı varken konuya odaklanmaması filmin eksi yanları.
Grotesque 75 dakika gibi kısa bir süre de sürse “lütfen artık bitsin!” denilebilecek çokça sahne içeriyor. Genel anlamda oyunculuklar oldukça başarılı. Zaten topu topu 3 kişi var filmde oynayan. Psikopat ı canlandıran Shigeo Ôsako’nın yarattığı vahşet içindeki durağanlığı gerilimi arttırıyor. İşkenceler esnasında çaldığı klasik müzik eserleri ise biraz da olsa vahşeti çekilebilir hale getiriyor. Yarattığı psikolojik gerilim ise bazen şiddet sahnelerinden daha vurucu oluyor.
Filmin ilginç finali ise sanki devamının gelebileceğinin sinyallerini veriyor. Ancak yaratılan evrenin Saw gibi bir materyal içerdiğini şu an için söylemek mümkün değil. Belki biraz daha psikopatın nedenlerine girilebilirse daha elle tutulur bir iş ortaya çıkabilir.
Genel anlamda bizim siteyi takip eden kitleye hitap eden Grotesque deneme diyebileceğim bir iş. Oldukça sert, adı gibi bir film. Eksikleri çok, ancak yine de seyredilmeyi hak ediyor.
Not: Bu filmi bana öneren Gomeda’nın yönetmeni Tan Tolga Demirci’ye teşekkür mü etsem, psikolojimi bozduğu için laf mı etsem bilemiyorum. Yine de teşekkürler.
Bu filmi daha izlemedim ama izlenecekler arasında sırasını bekliyor. Aynı yönetmenin 2005 tarihli Noroi isimli filmini tavsiye ederim. Hafiften The Blair Witch Project çakması gibi dursa da bambaşka bir büyüsü var, bomba! 2007 tarihli Carved/A Slit-Mouthed Woman ise büyük bir hayal kırıklığı. Candyman tadında harika bir film olabilecekken belirgin zaafları sonucu sıradan bir film oluvermiş.
Ciddi anlamda kendimi zorlamama rağmen bu türü hiç sevemedim. İzlemek gafletinde bulunduğum “Man Behind The Sun”dan beri de Japon toplumu ile ilgili endişelerim var ki o film bile bunun yanında epey bir sinema deneyimi sayılır.
bu tür filmimsilere işkence pornosu diyorlar, bence doğru bir yakıştırma…
Değerli dostlarıma merhaba,
Benim bütün çocukluğum, kötü kenar mahalle sinemalarının önünde ve B-filmlerin giriş kuyruklarında beklemekle geçti. Bazen de sinemaların önlerinde değil arka girişlerinin oralarda dolanırdım. Çünkü, makinistler makine dairesinin yakınlarındaki çöp kutularına 35 mm film artıkları atarlar, ben de onları alıp evde fener lambasıyla duvara yansıtarak hayâllere dalardım.
Kötü sinemalar ve kötü filmlerle bütün bu deneyimi yaşadığım için hiç de pişman değilim; aksine daha rafine bir sinemaseverlik düzlemine erişmede bana büyük katkısı oldu bütün o filmlerin…
Ancak, bir “trash” ya da “B-movie”de, bu tür filmlerin tutkunlarının mutlaka ayırdına varması gereken çok ince bir sınır var. Yönetmeni, bütçesi olsa bile daha iyisini yapabilecek kudrete ve kapasiteye sahip olmaadığı için mecburen trash düzleminde kalmış, her karesiyle düpedüz “boktan” filmler…
Bir de yönetmeninde bundan çok daha iyi işler çıkarma enerjisi bulunan, ancak teknik ve mâlî imkânsızlıklardan dolayı şartları bir yere kadar zorlayabilmiş durumdaki filmler…
İyi bir sinemasever, izlediği bir “B-movie”de bu potansiyeli hemen yakalayabiliyor zaten…
Sözgelimi, 1980 yapımı bir şiddet klasiği olan “The Exterminator”…
Bu filmi, 1981 yılında, yani henüz 13 yaşındayken, Aksaray’da (şimdilerde düğün salonuna dönüştürülen) Yıldız sinemasında topu topu 3-5 kişiyle birlikte izlemiştim. 28 yıldır da aklımdan hiç çıkmadı.
Filmdeki güçlü arkadaşlık duygusu, arkadaşın hatırasına karşı sergilenen sadakat ve onun kanını yerde bırakmama kararlılığı daha o yaşta çarpmıştı beni…
James Glickenhaus’un belki fazlaca parası pulu yoktu; fakat filmin giriş sahnesinde Vietnam’da geçen kafa kesme sahnesi, bu alanda sinema tarihinin en iyi bir kaç özel efektinden biridir ve aralarında (dikkat!) Stan Winston’un da yer aldığı bir özel efekt ekibi tarafından gerçekleştirilmiştir.
Sonra muazzam bir jenerik, klas bir jenerik müziği ve Robert Ginty’nin film boyunca insanı hasta eden ruhsuz, ancak ikna edici oyunculuğu… Ve nihayet, başkahramanın Vietnam’da birlikte çarpıştığı siyahi can dostunu katleden sokak serserilerine buz gibi bir sesle sarfettiği, sinemaseverlerce 30 yıldır unutulmayan mottosu: “Yalan söylüyorsan, geri döneceğim!”
Bir derdi, bir tarzı, bir öyküsü var bu tür çizgiüstü B-filmlerin…
Fakat, ben Japonlarda, Çinlilerde, Korelilerde ve Taylandlılarda, özellikle son yıllarda, sadık izleyicilerini “kusturma”nın ötesinde herhangi bir tasa falan göremiyorum.
Birbirini tekrar eden vasat konular, abartılı oyunculuklar, “Amerikalılar bizim öyküyü keşfetsinler de telif haklarını satın alıp yeniden yapsınlar ” derdiyle yanıp tutuşan düşük bütçeli yapımlar ve en önemlisi de konunun taşıyıcısı değil düpedüz KENDİSİ konumunda olan tarif edilemez yoğunlukta bir şiddet…
Birine verdikleri bir sözü tutamadıkları zaman kendilerinin karnını bıçakla deşen bu halkların gündelik hayatta neden şiddete meyyal olduklarını anlayabilmek pek zor değil…
Bu, Uzakasya toplumlarıyla ilgili olarak yapılacak sosyolojik bir araştırmanın konusu olabilir ve çok da ilginç bulgulara varılabilir.
Ancak, bu hastalıklı kültürün sinema yoluyla dünyanın diğer köşelerine taşınmaya başlaması bence rahatsız edici…
“Grotesk”, hayatta mide bulandırmaktan başka hiç bir derdi olmayan zavallı bir film… İki paragraf bile tutmayan öyküsünün tek yaptığı şey, şiddetin yeni türevlerini izleyicinin gözünde olağanlaştırmak…
Oysa, şiddet asla ve asla olağanlaştırılmamalı… Hep marjinal bir davranış biçimi olarak kalmalı… Çünkü Münevver’in özel efekt ürünü değil de gerçekten kesilmiş olan kafası, bizlere bu işin “aslının” ne kadar korkunç, ne kadar vahşice, insanın iyilik yönüne ne kadar aykırı olduğunu hatırlatıyor.
Cem Garipoğlu’nun yakalanması için gösteriler yapan, internette baskı grupları oluşturan insanlar, “Cem Garipoğlu psikolojisi”ni oluşturan koşulların gençlik içinde pervasızca yayılımına karşı da aynı düzeyde duyarlı olmak zorundalar…
Yoksa, samimiyetlerine inanmam. Aklı başında hiç kimse de inanmaz.
Şiddet filmleri, daha yüksek bir insani perspektiften şiddete doğru eğilip baktıklarında değerli yapıtlar haline geliyorlar. tıpkı “Full Metall Jacket” gibi… Fakat, “Kafanı bozanı gebert kardeşim” düzeyinde ilerlediklerinde, bana göre hepsinin kökü kazınmalı…
Selam ve saygılarımla…
“ve en önemlisi de konunun taşıyıcısı değil düpedüz KENDİSİ konumunda olan tarif edilemez bir şiddet…” Budur abi!
bu uzun ve doğru fikirler içeren yorumun için eline sağlık abi…
bu adamın noroi isimli filmi muhakkak izlenmeli.
Bu tarz iskence pornosu, yahut gorenography filmlerini ben de sevmiyorum. Ozellikle de hikaye anlatmak gibi bir kaygisi olmayip salt iskence gosteren filmleri. Grotesque de boyle bir filme benziyor. Bir arkadasim bana fragmanini gondermisti bir sure once. Onu gordukten sonra kesinlikle seyretmeyecegim bir film olduguna kanaat getirdim.
Fakat bu toplumlarin “hastalikli kultur” olarak tanimlanmasina katilmiyorum. Bence bu biraz asiri bir genelleme. Muhtemelen Uzak Dogu’da da herkes bu filmleri buyuk bir zevkle seyretmiyordur. Keza benzer filmler baska yerlerde de cekiliyor. Daha once de cekiliyordu. H. G. Lewis’in filmleri daha az mi “siddet ugruna siddet” iceriyordu ornegin?
Noroi bencede kesnilikle izlenmesi gereken süper bir film. blair w. tarzında ve kesinlikle en iyisi. xkyoya izlemem için çok ısrar etmişti.
filmin sonuna dikkat! :)
H.G. Lewis’in filmlerinin “şiddet uğruna şiddet” içermek yerine “şiddet uğruna komik olmak” tanımlamasını daha çok hakettiğini düşünüyorum.
Philippe Ross durumu çok güzel özetlemiş aslında: “Sıradan görüntülerle alelacele çekilmiş, kurgusu, düğümü bulunmayan, isimsiz oyuncuların kullanıldığı H. G. Lewis filmleri ancak kan dökmek için vardırlar ve kanlı sinema adını taşımayı hak eden ilk filmlerdendir.
Sıradan tekniklerine karşın, yine de eğlencelidirler, çünkü içlerinde bir tür alay geçme vardır; genellikle çok kötü kotarılmış, ender gerçek kanlı sahnelerde öyle bir beceriksizlik göze çarpar ki, ister istemez gülünçleşirler; buysa, yineleme sinemasına vurgun en güç beğenir kişilerin bile yüreğini yumuşatır, gönüllerini çeler.”
Japon kültürü çok farklı bir dünya şimdi biz buradan bilip bilmeden adamları suçlamayalım bu hala filmlerde İstanbul’u fesli tiplerle göstermeye benzer.
Mesela beni en çok duygulandıran filmlerden biri ilk three’nin 3. bölümüdür. Ölen karısını canlandırma umudu ile kocakarı ilaçları kullanarak iyileştirmeye çalışan bir adamın hikayesi. Hiçbir şiddet sahnesi yoktur. Sonunda hıçkırıklara boğar beni.
Japon kültürü konusunda çok donanımlı iki arkadaşımız var. Tuğba ve Goddess Artemis’i burada savunma masasına çağrıyorum.
Evet H.G. Lewis’in filmleri gulunctur, ama yine de o donemde oldukca ilgi ve tepki cekmistir. Godfather of Gore lakabini bosa almamis Lewis :). Tabii ki onun filmleri teknik olarak gunumuzun gore filmleriyle karsilastirilamaz bile. Benim soylemek istedigim sey Grotesque gibi ‘anlamsiz siddet’ filmlerinin Uzak Dogu’ya has bir sey olmadigi.
Tekrar merhaba…
Facebook’ta “Masis Üşenmez Groteski’i yazdı” duyurusunu gördükten sonra dün akşam alelacele girip yaptığım yorumun bir tek amacı vardı: Sizler gibi, bütün hayatı sinemada marjinal türlerin bir sürü bildik ya da bilmedik örneklerini izlemekle geçen sıkı sinefil adamlara akıl satmak, ahkam kesmek değil; bir grup kaliteli sinemaseverin arasında “gore sineması”nın çığırından çıkmış örnekleri üzerinden bir beyin jimnastiği yapılmasının fitilini ateşlemek…
Benim yazıdan sonra alta giren yorulara bakınca, bu iyi niyetli amacımda kısmen başarılı olduğumu görüyorum.
Tekrar ediyorum, kıdemli bir sinemasever olmama rağmen, muhtemelen aranızdan pek çok arkadaş benden daha fazla film izlemiştir, koleksiyonları da benden daha zengindir. Çünkü 2000’lerin sinemaseverlerinin internetin de yardımıyla benim kuşağıma bu alanda fark attığını kabul etmek gerek… Bizim en büyük lüksümüz o dandik VHS kasetlerdi. Ya da benim gibi biraz daha derine dalabilmiş adamlar için, binbir güçlükle Almanya’dan getirttiğimiz, her biri acayip pahalı süper 8 mm özet film makaraları…
Sizlere gerçekten çok büyük saygı duyuyorum, çok film izliyorsunuz, izlediğiniz filmler üzerine düşünüyor, yazıyor ve bunları başkalarıyla paylaşıyorsunuz. Bu da önemli bir erdem benim için…
Öyle sanıldığı gibi, Asya sinemasından gelen her yapıta da düşman falan değilim. Elbette zaman zaman iyi şeyler de yapıyor Japonlar… Kurosawa’dan sonra hiç bir şey yapmasalar bile, sırf Kurosawa ya da Oshima onlara daha uzunca bir süre yeter.
Ben yalnızca, bu irkiltici gidişat hakkında sizin kalibrenize yakışan bir entelektüel tartışmanın kıvılcımını çakmak istedim. Çünkü, belki de bu tür sinefil gruplarında son zamanlarda gözlemlediğim en ciddi eksiklik bu…
Tobe Hooper’ı ya da Sam Raimi’yi en sevdiği 10-15 yönetmen arasında sayan biri olarak ben artık bu yoğunlukta bir şiddet dalgasına dayanamıyorum. Bunun da çok önemli bir nedeni var. Böyle bir duygusal evrilme, bende evlendikten ve çoluk çocuk sahibi olduktan sonra başladı. Kendi iki çocuğumun ekran başında geçirdikleri uzun saatleri ve izledikleri filmlerden nasıl derinlemesine etkilendiklerini gözlemleyip duruyorum yıllardır.. Büyük kızım her Harry Potter’ı 30 kez izledi ve hala doymak bilmiyor. Bıraksam bir 30 kez daha izleyecek.
Bu durum da bana sinemaseverlik gibi değil, psikopatiye yakın bir davranış gibi geliyor.
Baba olduktan sonra yaşadığınız deneyimler, “kan sineması”na bakış açınızı da yavaş yavaş değiştiriyor. Aranızda henüz evli olmayanlar, yıllar geçip de evlendiğinde, baba olduğunda ve benzer bir eleştirelliğe doğru evrildiğinde beni hatırlasın lütfen…
Korkmaya başlıyosunuz toplum adına, yeni kuşakların ruh sağlığı adına…
Bir-iki yıl önce cep telefonu taşıyan gençler arasında bir moda vardı. Ogrish veya Rotten gibi sitelerden korkunç trafik kazası görüntüleri ya da Çeçen kafa kesme videoları indirip cep telefonlarına yüklemek… Bir sürü genç çocuk bana zart diye ceplerini uzatıp Rus askerlerinin kafalarının kesilme sahnelerini izletiyordu o dönemde… Ki bazılarından sonra bir-iki gün kendime gelememişliğim vardır.
“Şiddetin kanıksanması”, “şiddetin olağanlaşması” olgusundan kastım işte tam olarak bu… Belli bir süre sonra ne Tobe Hooper ne de Asyalı sadistler kesmemeye başlıyor gençleri…. Her seferinde daha korkuncunu görmek istiyorlar… Ve bir süre sonra da aynısını yapmak…
Umarım, sizler ve sizin gelecekte dünyaya gelecek güzel ve masum çocuklarınız adına duyduğum bu endişe, “sinema düşmanlığı” olarak algılanmaz.
Hayattaki her tutkumuz gibi sinema tutukmuzun yularının da bizim elimizde olması gerektiğine inanıyorum.
Sevgilerimle…
Ali Murat Bey, yanlis anlamayin, ben de bu tarz filmlerden hoslanmiyorum dedigim gibi, ve kaygilarinizi paylasiyorum. Kimseden daha cok film izlemis olma ya da sinema hakkinda daha cok bilgi sahibi olmak gibi bir iddiam da yok. Sadece Uzak Dogu kulturlerini bu filmlerden yola cikarak “hastalikli kultur” olarak tanimlamaniza bir elestiri getirmek istedim. Ben bu tur genellemelere karsiyim.
Ali Murat Bey yorumlarınızla zenginleştiriyorsunuz sitemizi teşekkürler.
Gerçek şiddetle sinemasal şiddetin ayrımına varamayanlarla zaten konuşacak ortak bir paydam yok benim. Discovery belgesellerinde bile gerçek olduğunu bildiğim için avcı hayvanları görünce kanım donuyor. Ama bir filmi aynı şekilde algılamam hiç bir zaman, sinema yönetmenin sanatıdır ve sınırlarını ancak kendisi çizebilir.
Evli ve çocuklu (8 yaşında) bir “Öteki Sinema”cı olarak Ali Murat Güven’in bahsettiği hususlara epey hak veriyorum. Ben sinemada sebepsiz şiddeti görmekten hoşlanan biri değilim. Bu sene yanımda çalışan çocuklardan biri cep telefonundan bana bir şey gösterdi; 7-8 arkadaşıylka birlikte, yoluna giden bir genci sıkıştırıp tartaklıyor hatta dövüyorlar ve bunu brutal kahkahalar eşliğinde cep telefonuna kaydediyorlar. Ben 72 doğumluyum ve bu adamlar benim o yaşlarda aklımdan bile geçmeyen bir şeyi zevk alarak yapıyorlar, neredeyse bir grup paylaşımı haline getirmişler…
Bir baba olarak bu ilhamı nereden aldıklarını sorguladım ve benim oğlumun karşısına çıkabileceklerini de düşünerek irkildim. Çocuğun o gün işte son günü oldu ama Ali Murat abinin de yazdığı gibi şiddet haklı bir sebebe bağlanmadan meşrulaştırılırsa bunun tatsız geri dönüşleri mutlaka olacaktır. bknz: Bowling for columbine…
Sinemasal kaygı güdüldüğü sürece her türlü şiddeti ve çıplaklığı hoş görüyorum. Bu sitenin kurucusu ve editörü olarak ömrüm bu filmleri izlemekle geçti.Adı üstünde “istismar sineması” fakat Grotesque işin sadece istismar kısmıyla ilgileniyor.
Tam da şu anda Digiturk kanallarından birinde Kennet Branagh’ın “Frankenstein”i oynuyor. Frankenstein’in canavarının yarattığı terörün sebeplerinin anlatılış şekli bu yapıta asıl lezzetini veren şey değil mi?
Benim “Fantastik” dünyamda bu filmlerin yeri yok ama “Öteki” geniş ve özgür bir alan… Hatta altına bu dip notları yazabilmemiz için de Grotesque’i yazdığı için Masis’e teşekkür ederim. En azından sorumsuz basınımızdan farklı bir alan yaratabilmiş olduk. Ulusal basında çıkan neredeyse tüm haberler “Bu film İngiltere’de yasaklandı!”dan ibaret eşeğin aklına karpuz kabuğu getirtecek türden şeylerdi. (Ali Murat abinin yazısı hariç)
Bir teşekkür de ulusal basının önemli bir sinema eleştirmeni ve Metin Demirhan abimizin kadim dostu Ali Murat Güven’e… Buraya başka bir rüştünü ispatlamış sinema yazarı girmiş olsa idi amacı bizi pataklamak olacaktı. Ali Murat abi yine tek derdinin sinema olduğunu ve blogları ne kadar ciddiye aldığını bir kez daha gösterdi.
gerek sadistik korku türü olsun gerekse de snuff adıyla internette bolca bulunan gerçek ya da gerçeğe yakın görüntülerin bir müddet sonra arındırıcı etkileri de oluyor. hani trajedinin yarattığı katharsise benzer bir tür arınma ortaya çıkabiliyor.
zamanında internetten bir sürü “canlı ölüm” videosu indirip izlemiştik. kedi köpek ölüsü haricinde leş görmemiş bizler için “ölüm anını” görmek ilginç bir deneyimdi. hele ki zor görülen ve bol kanlı anları görmek daha çarpıcı oluyordu. ama hep iğreniyorduk küfrederek gözümüzü kaçırıyorduk monitörden. yani izlemekten zevk almıyorduk ama izlemeden de duramıyorduk.
bizi buna sürükleyenin bir tür merak bir tür açlık olduğuna eminim. zira bir süre sonra aynı yada benzer görüntüleri görmek istememeye başladık. ölümün soğuk çekiciliğine doymuştuk(uuu beybi lafa bak be) eğer bir insanın ölüm anınını izlemenin “zevkine” varabilseydik olay çok daha psikopatik yolda ilerleyebilirdi.
olguyu cinsel boyutla paralel olarak ele alırsak. ergenlik döneminde normal cinsel ilişki yaşamadan zoofili gibi absürd akımlara merak salan arkadaşlarımız da oldu internet aleminin geniş olanakları yüzünden. ama hepimiz yolumuzu sağlıklı bir şekilde bulduk.bazı şeyleri görmemiz o şeyleri yapmamızı engelledi belki de bilemiyorum
ama hep merak ederim acaba benliğinde bir katil gizli olan insanda arınma etkisi yaratır mı bu tip görüntüler? ya da bastırdığı öldürme güdüsü daha da azar mı? misal cem garipoğlu kafası kesilen rus askerini görseydi ne olurdu?
kısacası normal insanlarda en fazla geçici rahatsızlıklar yaratıyor bu tip eserler? hatta uzun dönemde faydası bile olabilir şiddet karşıtlığı bağlamında. peki kriminal zekası olanlara etkisi ne olur? işte bu suçlu psikolojisiyle ilgili ve asıl önemli kısım da bu. bilen varsa bizi aydınlatırsa güzel olur.
ayrıca şu adamın noroi filmini birçok horrorperver insanın izlemesi gerekiyor. yönetim duy sesimi tanıt bu filmi :-)
saygılar
Filmi izlemedim. Kişisel olarak son dönemlerde çekilen şiddetin, gereksizce sınırlarının zorlandığı filmlere sıcak da bakmıyorum. Yalnız tüm bu tartışmada takıldığım bir nokta var;
Birincisi, şiddetin ağırlıklı olarak uzakasya toplumlarına mal edilmesi, bu durum dile getirilirken de özellikle japonların tutamadıkları sözler karşısında hemen kendi karınlarını deşmelerine vurgu yapılıp, böylesi bir olayın sinemadaki şiddete bağlanması.
Japon kültürü konusunda uzman değilim, yanlış anlaşılmasın ama bu kültürle az buçuk ilgilenen biri olarak japon insanının ‘kendi karnını deşme’ huyuna(!) değinmek isterim. Herşeyden önce kendi kültürümüz ve inancımız, hara-kiri denilen, insanın kendi karnını deşerek intihar etmesi eylemini anlamaya pek müsait değil. Zaten bir kültürü tam olarak anlama zorunluluğu diye birşeyden söz etmek oldukça saçma olurdu. Bu durumda öğrenip saygı duymaktan başka yapabileceğimiz birşey yok. Ama Hara-kiri eylemiyle ilgili ufak bir açıklama yapmak isterim. Japon toplumunda bireyler, küçük yaşlardan itibaren ailesine ve diğer bireylere (topluma) şükran ve borçluluk duygusu -ki dile bile yansımıştır-, kendi varlığına karşı da onur ve özsaygı duyarak yetişir. İşte topluma duyduğu borçluluk duygusu ve kendi onuru arasında çatışmaya girdiği noktada hara-kiri’yi gerçekleştirir. ‘Hara’ sözlükte ‘karın’ anlamına gelmektedir ama fiziksel olanın çok ötesinde, daha önemli manevi bir anlamı da vardır; o da kişilik yapısının oluştuğu yer anlamında ‘canevi’dir. (Bozkurt Güvenç’in Japon Kültürü adlı kitabında bu konu etraflıca işlenmiş). Toparlamak gerekirse, insanın onuru uğruna kendi canından bile vazgeçebilmesi durumunun sıradan bir şiddet olayıymış gibi gösterilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Hele ki şerefsizliğin, riyakârlığın ve namussuzluğun tavan yaptığı günümüzde, hâlâ onurunu herşeyin üstünde tutmaya çalışan bir toplumun olması, en basitinden gözyaşartıcı bir durum. Bunun yanında japon kültürünün gelip-geçicilik, ölümlülük vb. gibi diğer kavramlarının da ele alınması gerekir ama konudan çok sapmayalım.
Sonuç olarak demek istediğim şey, son dönem korku sinemasının, uzakdoğuda bulandığı kanın, basite indirgenen karın deşme şiddetinin uzantısı olarak algılanmasının çok da doğru olmayabileceği. Sırf ‘onur’ gibi incelikli bir kavram dolayısıyla kendine uyguladığı ‘şiddeti’, zevk için başkasına çevirebilecek bir uzakdoğuya inanıp inanmamak size kalmış birşey.
Ayrıca, son yıllarda kanın ve şiddetin dozunun yalnızca Uzakdoğudan gelen filmlerde değil, Avrupa ve Amerikan filmlerinde de gereksiz yere arttığının altını çizmek isterim. Belki hep Avrupa, bilhassa Amerikan sineması altında hapis olan film kültürümüz, ağırlıklı olarak son 10 yıl içinde yoğun olarak tanıştığımız Uzakdoğu sinemasını anlamak için yeterli değil. Dünya, sözde küçülüyor ama hâlâ birbirimize bir o kadar uzağız.
Çok uzattım biliyorum ama son bir iki şey daha eklemek istiyorum. Ali Murat Güven’e “şiddetin olağanlaştırılmaması” hususunda sonuna kadar katılıyorum. Ama diğer yandan Masis’in belirttiği gibi olayın ‘sinema’ olduğunun da bilincinde olmak gerekiyor. Bunu sağlamanın yolu ise çok klişe olacak ama :) yine, yeni ve yeniden, eğitimden, ekonomiden ve sağlam kurulması gereken bir toplumdan geçiyor sanırım…
Uzakdoğulular ile ilgili önyargılı bir kaç kelam etme suçunu Ali Murat Güven ile paylaşıyorum. :)
O kelamım “Politically Correct” adına pek uygun düşmemiş olsa da bu filmin Japonya’dan çıkmış olması çok şaşırtıcı değil… Pierre Schoendoerffer’in, John Millus tarafından filme de alınan romanı Farewell to the King/Krala Veda, Uzakdoğulu bireyin şiddete bakışı ve kabullenişi ile ilgili önemli ipuçları taşır. Keza 2. Dünya savaşı sırasında Japonların Koreliler ve Çinliler üzerinde yarattığı terör de epey dehşetlidir ve kesinlikle Almanlardan daha aşırıya kaçmışlardır. (Yahudi holocaust’u kadar meşhur değildir ama bu sebepler yüzünden o coğrafyada Japon toplumuna halen büyük bir nefret vardır.)
Dürüst olmak gerekirse ben Japon toplumunun örf,anane,gelenek,din,modernleşme mengenesinde preslendiğini ve hala 2. Dünya savaşının travmasını yaşadığını düşünüyorum. İnanmıyorsanız 2-3 gün Japon TV’si izleyin; kendinizi Alice Harikalar Diyarında’nın tribal bir versiyonunda zannedebilirsiniz! :) O yüzden de ilk yazımda yazdığım gibi bu arkadaşlardan tırsıyorum… Ama tabi asla bir genelleme yapmamak gerekir.
Bu arada tekrar şiddet konusuna dönersek; Şiddet ve cinsellik sinema için gerekli araçlardır çünkü hayatı bu iki olgu olmadan simüle edemezsiniz. Örneğin; John Boorman’ın Excalibur’u kan ve çıplaklığı kullanmaktan çekinmeyen bir başyapıttır ama ondan 14 yıl sonra çekilmiş olan First Knight uykudan önce tadında ve asla bir ruha sahip olamayan pespaye bir iştir.
Fakat, ip inceyken cambaz usta olmak zorunda… Bu kadar aşırı bir şiddetin hiç bir savunması ya da özrü olduğunu düşünmüyorum. filme çekilen herşey sinema değildir düsturu ile bunun bir film olduğunu dahi düşünmüyorum. Bunu yazarken, Jean Rollin, Jose Marin gibi 70’ler sinemacılarının aşırı işlerini dahi seyrettiğimi ve Grotesque’in onlarda bulunan hiçbir nüansı içermediğini de ekliyorum. Sebepsiz şiddet sinema yapılarak gösterilebilir ama sinema bu tür bir terörü savunamaz ve özendirme amacı olarak kullanılamaz. Fakat bu filmin yönetmeninin izleyiciden daha başından istediği şey, kendimizi kurbanlarla değil İşkenceci ile özdeşleştirmemiz ve bundan zevk almamız… (Karanlık salonda ya da evinde bu yapımı izleyenlerden yönetmene hak veren ve bunu eyleme dönüştürecek olanlar çıkabilir mi? Bu soruya kimse kesin bir hayır cevabı veremez…)
80’lerde ki sıkı sansürün bir sebebi de 70’lerin sonunda şiddet ve cinsellik temasının farklı bir şekilde sömürülmeye başlanmış olmasıdır. Umarım yine öyle bir döneme tanıklık etmeyiz. Bu yazıda aksi bir ima verebilirim ama fikirsel sansürü hiçbir manada desteklemiyorum. Tabi sinema yapanların da, kendi alanlarının daralmaması adına sorumlu bir tavır takınmaları gerekiyor.
Korku filmi meraklısı ve takipçisi biri olarak Grotesk’i hiç beğenmediğimi söyleyebilirim. Son zamanların popüler serileri Saw ve Hostel gibi benzerleri de bir çok tepki görmüştü ama o filmlerdeki işkenceler amaçtan çok araç olarak işlev görüyordu. Bu film bana kalırsa yukardaki derinlikli yorumlar arasında da söylendiği gibi işkence pornosundan ibaret. İşkenceyi kötü göstermekten ziyada yüceltiyor bile denilebilir. Filmi izleyenler için; kurbanların bir süre işkence gördükten sonra yaralarının tedavi edilip hastanede tutulduğu sahneleri hatırlayalım. Oradaki diyaloglarda kurbanların işkenceciye karşı ne bir isyan ne de bir kızgınlık duymadıklarını görürüz. Bu noktada bir çok filmde psikopatların cezalandırıldığı ya da kötülendiği sahnelerin gelmeyeceğini anlayabiliriz. ”Grotesk” demişken bu yaz izlediğim bir filmi aklıma getirdi söylemeden geçemeyeceğim. ”Snuff 102” ”Grotesque” filmine göre daha karanlık ve boğucu bir atmosferde bir psikopatın kadınlara yaptığı işkenceleri izleriz. Aynı grotesk gibi bu filmin amacını ve anlatmak istediğini de anlamamışımdır. Eğer ötekisinema yazarları filmi izledilerse eleştirilerini okumak isterim.
Bunun için film demek yanlış olur, “uygulamalı sadistlik dersleri” desek daha doğru.
Konusuz, kurgusuz, dengesiz ve anlamsız. Zaman kaybı.
Aynı yönetmenin Noroi adlı filmini izlemiştim, son derece özgün ve güzeldi. Böyle saçma bir yapıma neden bulaşmış anlamak zor.
Bence bu filmleri izlemekle sıçmalı kusmalı pornoları izlemek aynı şey.
ahahahahah kemal’in yorumu harika. Tam katılmıyorum ama. İkisi çok ayrı şeyler tabi. Bahsettiği pornolar da daha enteresan bence.
O pornolar da bu film de olmaz olsun.
“sıçmalı kusmalı pornolar” 2 girls 1 cup:)
Bu yazı sitenin en sevilmeyen bölümü oldu sanırım, bu kadar yüklenmeyin artık öldü tamam:)
Bnece çok güzel ve isabetli yazmışsın Masis.
Yorumun siteyle ve yazıyla alakası yok ama bu sitenin diğer ile alakası olduğundan buraya yazmak istedim. Her zaman girdiğim site aniden saldırgan olarak bildirilmiş site uyarısı verdi ve siteye üyeliğimle giremiyorum. Sorun genelmi yoksa benle alakalımı? Devamlı girdiğim ve sık kullanılanlara eklediğim bir sitenin böyle olmasına üzüldüm. Tekrardan sorunsuzca girmek isterim.
“Korku Sitesi” aynı frekansa sahip başka bir ekip tarafından yapılan, bizim de severek okuduğumuz ve her daim desteklediğimiz/desteklendiğimiz bir oluşum…
Sanırım yazılardan birine bir “iframe” dosyası eklemişler… Site güvenliği ile ilgili açıkları bu şekilde değiştiren birinin işidir diye düşünüyorum. Site yöneticilerinin asla böyle bir şeye kalkışacaklarını sanmam… Kendilerini hemen durumdan haberdar edelim.
Teşekkürler. Umarım sorun halledilir.
dün 14.00 dan beri böyle bir sorun var. bende ilk başlarda problemin benden kaynaklandığını düşünmüştüm. sorunla ilgili bilgi verdim, ilgileniyorlar sanırım.
Komik olan durum şu… az önce bizim sitede de benzer bir uyarı çıktı. Korku sitesine link verdiğimiz için :) Sanırım şu an korku sitesine link veren tüm siteler “kaka” ilan edilmiştir. Mecburen linkleri kaldırdım. Durum düzelince yerine koyarız
Arkadaşlar ilginiz için çok teşekkürler.. Durum şudur, rus kaynaklı bir linkte virüs tespit ettik. Bir süre siteye girmezseniz iyi olur. En kısa sürede halledeceğiz problemi..
gore tarzında mantık aramamak lazım ama bir film bu kadar amaçsız olabilir mi diye sormadan edemiyor insan. film sanki tek başına bir film değilde, bir filmin gore sahneleri gibiydi. işkence sırasında kesilen biçilen organlar, çivilenen cinsel uzuvlar ne arasanız var. işkenceye maruz kalanlarda terminatörü aratmayacak kadar sağlam bünyeye sahipler. yani normal bir insanın işkence başlamadan,altına doldurup korkudan öleceği yerlerde işkenceye sonuna kadar dayanıyorlar adeta. inandırıcılık açısından sıfırın altında. ve adamın kadına masturbasyon yaptığı sahnede kadının belediye parkındaki fıskıye gibi ortalığı sulaması ayrıca ilginç geldi baba, kadının içinde 2 tonluk su tankı vardı zannedersem. hastane sahneleri ayrıca komik ve saçma olmuş. kendilerini kesip biçen adamın sözüne inanıp serbest kalacaklarına inanmaları afedersiniz çok büyük bir mallık örneği olmuş. hasta ruhlu bir senarist ya da yönetmenin kendi fantazilerini filme çekmesinden başka bişey değil.
Masis Üşenmez lütfen o bahsettiğin filmin tam adını yazarmsıın yada linkini bana atarmısın.ben yıllar önece izledim o filmi ve çok beğendim ama adını unuttuğum için netten de bulanıyordum…
Hangi filmi sorduğunuzu doğru anladıysam eğer aradığınız film Saam gaang (2002) ya da 3 extremes
yaa inanamıyorum. evet bu yıılardır arıyorum. çok çok teşekkür ederim. 3 Extrêmes …
çok teşekkürler