canı cehenneme rahat uyuyanın
kapısını örtenin perdesini çekenin.
yüreği yalnız kendiyle dolu olanın
duvarları ancak çarpınca görenin.
canı cehenneme başkasının yangınıyla
evini ısıtıp yemeğini pişirenin. (Şükrü Erbaş)
Birkaç gün önce Netflix’te Larry Charles’ın “Komedinin Tehlikeli Dünyası” ve Hasan Minhaj’ın “Vatanseverliğe Giriş 101” programlarını izledim. Açık söylemek gerekirse, beklentilerimin çok üstünde bulduğum bu yapımlar hakkında bir şeyler yazmadan geçmek büyük haksızlık olacaktı.
Larry Charles insanların savaş, açlık, terör, yolsuzluk ve zulüm altında nasıl güldüğünü merak etmiş ve yola çıkmış. Irak, Liberya, Nijerya gibi Amerika dışında pek çok yere giderken, Amerika’da da ırkçı ve ayrımcı çeşitli gruplarla görüşmüş. Görüştükleri arasında çocukları hatta bebekleri bile öldürmüş olanlar var. Bir teröristin, bir katilin, bir ırkçının nelere gülebildiğini, ölümle, terörle, savaşla veya yoksullukla iç içe yaşayanların ise nasıl gülebildiğini araştırıyor. Ve güvenli mahallesinde, sıcacık evinde, elinde çereziyle, rahat koltuğunda otururken onları içinde bulundukları konforlu yaşamdan rahatsızlık duymadan televizyon karşısında güldürenler ile zorlu yaşam mücadelesinin ortasında hayata tutunmaya çalışırken onları bu mücadelesinde destekleyerek güldürenler arasındaki büyük ama gerçekten büyük farkı seyirciye gösteriyor. Bunun için Larry Charles’ın rahat koltuğunu bir tarafa bırakıyor olması ve bunu da genelde insanların rahat koltuklarından program izlemesi için kurulmuş bir platform üzerinden yapıyor olması da manidar…
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Katiller, teröristler, radikaller ve onları güldüren şeyler. Hiçbir şeyin komik olmadığı, komedinin ait olmadığı yerlerde komediyi inceleyeceğiz. Bir ülkenin komedisine bakıp geçmişini, şimdiki zamanını ve geleceğini göreceksiniz. Evet, tehlikeli bir dünya… Hep öyleydi. Nefret, şiddet, savaş, politik karışıklıklar ve doğal afetler, yıkım ve soykırımla ama her zaman, inanılmaz bir şekilde komediyle de dolu.” (Larry Charles)
[/box]
Tanzimat etkisiyle Türk mizah geleneği ihmal edilmiş, kendine yabancılaştırmış ve unutulmaya yüz tutmuştur. Doğu geleneğinde, Batı’da olduğu gibi bireysel “acı çekme” fikri yer almadığından dramdan çok komedi öne çıkmıştır. Batı geleneğinde Dionisos acı çekme ve ölüm, sevinç ve yaşam ikileminin tanrısı, tragedya ve komedyanın yaratıcısı kabul edilir. Ve bu gelenek zamanla yerini kadının günaha sürüklediği insanlığın kurtuluşu için Tanrı’nın “oğlunu” yeryüzüne gönderdiği yani kefaret düşüncesine bırakarak sürer. Günümüze kadar gelen bu çileci düşünce, tragedyanın yani dramın kaynağıdır. Bu topraklarda kefaret düşüncesi bulunmadığından dramdan çok “komedya” ağır basmasına karşın o da gitgide yozlaşarak komikliğe hatta sululuğa dönüşmüş durumdadır. Larry Charles bu durumu “komediyi bile sömürgeleştirdik” diye ifade ediyor.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Amerika’da insanların stand-up komediye gülmesinin değerini bilmiyoruz. Şaka anlıyorlar. Çocukluklarından beri komedyenleri izlemişler. Stand-up komedinin her şeklini seviyorlar. Oysa Doğu’daki seyirci, şakanın insanları üzmek için yapılan hakaret olduğunu düşünüyor. Neden yaparsın ki bunu? Neden üzücü şeyler söylersin? Neden birini kızdıracak bir şey dersin? Onlar hiç gülmüyor değil. Gülüyorlar ama inanması zor aptallık öykülerine ve genel, saçma hareketlere… Amerikan stand-up’ı bile emperyalist. Komediyi bile sömürgeleştirdik.” (Larry Charles)
[/box]
Günümüzde de böyle değil mi? Komedi yalnızca Amerikan tarzıyla mı yapılabilir? Başka bir yolu yok mudur? Yazıya son şeklini verirken, elimi attığım hemen her yerden üzerime boca edilen bir magazin figürüne ilişkin çöp haberin linkine tıkladığımda yeni kuşaktan birinin Amerikan “talk-show”cularının alamet-i farikası bir dekor içinde fotoğraflarını gördüm. Geniş bir masa, gece karanlığında camlardan görülen ışıltılı şehir fotoğrafı duvar kaplamaları, sahneye serpiştirilen alakasız nesneler… Konuğunu ve seyircilerini her halükarda güldürmek için her türlü sululuğun yapıldığı bu programların çoğu kitlelerin toplumsal koşulların iyileştirilmesi için mücadele etme, hak arama ve dayanışma fikirlerini yok ederek, komediyi bu kalıplar içine hapsetmiştir. Bu programlar vasıtasıyla herkes güzel, yakışıklı, iyi giyinen, modayı takip eden, aynı esprilere gülen, kibar, hassas ve duyarlı olarak temsil edilmiş, buralarda doyasıya gülmeye dayalı hastalıklı bir “katharsis” gerçekleştirilmiş ve kitlelerin içinde bulunduğu sefaletin asıl kaynağının görülmesi engellenmiştir. Seyircilerin çoğunluğunu üniversiteli gençlerin oluşturması da ayrı bir tuhaflık olmasına karşın benzer eleştirilerin yaklaşık elli yıl önce de yapıldığını ancak gidişatın değişemediğini görmek ise acı verici…
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“1961 Anayasası’ndan sonra, eleştirel bir görüş, önem kazandı. Türkiye gibi geri kalmış bir ülkede tiyatronun görevi bu muydu? Bu değilse ne olmalıydı? Türk seyircisi nasıl bir kimliğe sahipti? Tiyatro adamının, tiyatro yazarının görevi neydi? Eleştirinin şiddeti gitgide daha sertleşti, sorular yeni kavramları, yeni reçeteleri içermeye başladı. Özellikle, çeviriye dayanan toplumcu yayınlar arttı, bu sayıca bol kaynakların ışığında tiyatronun yeni değerleri ve işlevi, daha açık seçik biçimde tartışıldı. Yine çeviri ve aktarmacılıkta bir çözüm aranıyordu. Tanzimat taklitçiliğine karşı çıkan günümüz aydını, çeviri-toplumcu yayınlar yoluyla yeni bir aktarmacılığa girişmişti. Aynı yöntemleri içeren kendi geleneksel tiyatrosunu tanımadan Brecht’i, Piscator’u tanımıştı. Ülkesinin toplumsal yapısını tanımadan Türkiye’deki egemen sınıflardan, Türk burjuvazisinden söz ediyordu. Kendi İstiklal ve Bağımsızlık Savaşını yeterince araştırmadan Batı sömürücülüğünden, başka ülkelerin bağımsızlık savaşından örnekler veriyordu.” (Metin And, Türk Tiyatro Tarihi)
[/box]
Hasan Minhaj’ın programının bütün bölümlerini izlemesem de bu yazıyı yazmamda etkili olan “Öğrenci Kredileri” isimli bölümdü. Cemal Kaşıkçı cinayeti ile ilgili Suudi kraliyet ailesini eleştiren bölüm, siber suçlar yasasını deldiği iddiası ile Suudi Arabistan’da yayından kaldırılmış ve Netflix yöneticileri “ifade özgürlüğünü savunmakla birlikte ülke yasalarına uymak zorundayız” demiştir. Evet, ülkelerin yasalarına uyulması doğru ancak ifade özgürlüğü ile çelişen ve açık sansür olan yasalara uyma zorunluluğu nerede başlayıp nerede biter ve bu platformlar piyasaya girebilmek için bu ülkelere uygun içerik geliştirmeye başlar mı, bilemiyorum. Bu durumun en bilinen örneği ise önümüzde duruyor. O da Çin devleti ile işbirliği yaptığı ve kullanıcılara kısıtlı içerik göstereceği iddia edilen Google… Devletlerin vatandaşlarına sağlamaktan imtina ettiği bu özgürlükleri özel şirketlerden beklemek de yeterince tuhaf zaten.
Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu hükümlerine göre ülkeye para giriş ve çıkışı nerdeyse imkânsız olduğundan 1989 yılında Bakanlar Kurulu bir karar alıyordu. Amaç, elde edeceği kazancı dışarı çıkaramayacağı için gelmeyen yabancı sermayeyi çekebilmekti. 32 sayılı bu kararla yabancı yatırımcılara Türkiye’deki her türlü menkul kıymete yatırım yapma ve karlarını transfer etme imkânı doğuyordu. Borsanın açılması, gümrük birliğine giriş ve ithal ürünler, tüketim kültürünün değişmesine ve para bolluğuna yola açıyordu. Artık geri döndürülemez bir şekilde yeni dünya düzenine entegre olunuyor ve artan para hareketlerinin bir parçası olarak art arda açılan özel televizyonlar da yeni düzenin sözcülüğüne soyunuyorlardı. “Talk-Show” veya “Stand-Up” gösterilerinin eşzamanlı olarak bu dönemde ortaya çıkmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan özel televizyonların bu denli Amerikancı olmasına karşın toplumda Amerikan karşıtlığının yaşamayı başarması değil mi?
Yıl 1991 veya 1992, üzerinden hayli zaman geçmiş, hangi yıl olduğu konusunda çok emin değilim. Bir gün bizdeki “talk-show” veya “stand-up” denilen türün öncülerinden birinin okulumuza geleceğini öğreniyoruz. “Kim bu” dediğimizi hatırlamıyorum, demek ki tanıyormuşuz. Büyük olasılıkla televizyondan biliyor olmalıyız. O zamanlar “stand-up” kelimesine Türkçe karşılık bulmak için uğraşılıyor ancak benimsenen bir sözcük bulunamadığı için olduğu gibi bırakılıyordu. Marks ve Engels’in Alman İdeolojisi kitabında “Bireylerin hayatlarını ortaya koyuş tarzı, onların ne olduklarını da ortaya koyar. Dolayısıyla, onların ne oldukları üretimleriyle -ne ürettikleriyle olduğu kadar nasıl ürettikleriyle de- örtüşür” sözleriyle dile getirdikleri gibi, toplumun kültür değerleri o toplumun içinde bulunduğu maddi şartların bir yansıması olduğundan, Türkçe karşılık bulunamaması doğal bir sonuç oluyor aslında. Neyse, lafı uzatmayayım, gösterinin çok güzel olduğu hâlâ aklımda ancak neye güldüğümü, neyi beğendiğimi şimdi pek hatırlamıyorum. Bu işe girişenlerin çoğunun sinemaya da bulaşmış olmaları “one-man show” etkisinin her yanımızı sardığını ve Larry Charles’ın tespitlerinin doğruluğunu göstermiyor mu?
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Batı’daki komedyenler çocukluklarından ve nasıl komik olduklarını anladıklarından bahsedince “dedemlere bir şov yapmıştım” veya “okulda yetenek yarışmasındaydım.” derler. Amerikan komedyenler bir şey uğruna ölmek değil, Netflix programı istiyorlar veya bir dizi.” (Larry Charles)
[/box]
Çocukken televizyon izlemeyi çok sever ancak fırsat bulamazdım. İzlemesem bile açık olması hoşuma gider, uyurken bile açık bırakırdım. Şimdi izlemek için fırsatım olsa da o kadar soğudum ki, aklıma bile gelmiyor. En azından on yıldır, ekran karşısında kesintisiz yarım saat bile geçirmedim. Televizyonda izlediğim programların etkisiyle Rusların kötü, Vietnamlıların düşman, “Kızılderililerin” vahşi, kovboyların cesur, İngilizlerin sempatik ve Amerikalıların şakacı olduğunu düşünürdüm. Rusların ülkemizi işgal edeceğinden korkar ancak İngilizlerin ve Amerikalıların bizleri kurtarmaya geleceğini “bildiğim” için sevinirdim. Kültür endüstrisi ürünlerinin küçücük bir çocuğun üzerinde ne kadar etkili olduğunu ancak çok sonraları anlayabildim. Öylesine içime işlemiş ki yıllarca hiç rahatsızlık duymadan benimseyebilmiştim.
“Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti’nin temel direği olarak temin edeceğiz” diyen Atatürk 10. Yıl Nutku’nda “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmayı” asli hedef olarak göstermiştir. Ne var ki Atatürk’ün ölümünün ardından hedef “batılaşmaya” indirgenmiş, Atatürk’ün görüşleri ile ölümünden sonra Atatürk’e izafe edilenler arasındaki büyük çelişki nedense bir avuç azınlık dışında kimselerin dikkatini çekmemiştir. Atatürk’ün tam bağımsızlığa ve milli kültüre verdiği öneme karşın Atatürk adının arkasına sığınarak Türkiye’yi Batı boyunduruğu altına sokmaya çalışanların vaziyetleri izaha muhtaçtır.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Emperyalist ülkelerin şımarık burjuva sanatına özenip, kişisel bunalım ürünlerini bu halkın önüne sanat diye, edebiyat diye sürmenin gereği yoktur. Yan çizmekse budur yan çizmek, kaytarmak, sorumsuzluksa, budur sorumsuzluk.” (Hasan Hüseyin Korkmazgil)
[/box]
Agâh Özgüç 1969 yılında “Türk Toplumundan Kopmuşlar ya da Kaçış Sineması Üzerine” başlıklı bir yazı yayımlamıştır. Bu yazısında, kaçış sinemasının, 1950’den sonra Batı yaşantısını, Batı sinemasını örnek alarak, modern sinema yapma kaygılarıyla yerleştiğini ve bunun da yabancılaşmaya yol açtığını söyleyerek “Bu, aydın kişinin Türk toplumundan kopuşu ve bunaltısıdır. Bu kopmalar yalnızca sinemada değil aynı dönemde Türk edebiyatında da boy göstermiş” der ve “Türk sanatının Türk halkından elbirliğiyle koparıldığını” iddia eder. Bu sözlerine katıldığımı ve hâlâ da pek bir şeyin değişmediğini söylemeliyim. Dönemin eleştirmenlerinin halkın sırtından geçinenlerin değil de toplumun temel sorunları ile seyircinin çıkarlarını dile getirmeye çalışmaları takdire şayandır. Bu dönemde Halit Refiğ’in de Türk sinemasını “kurutulması gereken bir bataklık” olarak nitelendirmesi anlamlı…
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Meseleye ne tarafından bakarsanız bakın, ne tarafından yanaşırsanız yanaşın hep gelip aynı neticeye dayanmaktadır: Türk sinemacılığı bir bataklık halindedir. Bu bataklığın kurutulması için vakit geçmektedir. Bu bataklık yeni değerlerin yetişmeden çürümesine sebep olmakta, bünyesinde gelişen geriliği, zevksizliği, sorumsuzluğu ve düşüncesizliği salgın hastalıklar gibi çevresine de bulaştırmaktadır.” (Halit Refiğ, 1958)
[/box]
BBC’nin 1973 yılında yaptığı “Türkiye’den Almanya’ya Göç” isimli kısa bir belgeseli var. Bulması kolay, internete yüklemişler, her yerden izlenebiliyor. Ya bu belgesel yalan söylüyor ya da o dönemin Türk filmleri… Bu kısacık belgesel Yeşilçam’da çekilen binlerce filmden ve televizyonlarımızda gösterilen on binlerce programdan daha çok şey anlatmayı başarıyor. Şiir, roman ve öykülerde Anadolu’nun, Anadolu insanının durumu bir parça anlatılabilmişse de sinemada ve televizyonda kendine yer bulamamıştır. Her dönemde kitlelerin derdini anlatabilecek o döneme özgü ve başat bir imkân hep olmuştur. Oysa yeni dönemin başat sesi olan sinema ve televizyon insanı görmezden gelmiştir. Örneğin Luis Bunuel’in Las Hurdes (1933) isimli filmini Türkçe seslendirmeyle izlemiş olsaydım Anadolu’da bir yer olduğunu düşünürdüm çünkü yoksulluk, çaresizlik ve acı evrenseldir tıpkı kaçış, yolsuzluk ve sömürünün olduğu gibi.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Irak kahkahalarla dolu diyemem ama Iraklıların moralini düzelten ve barış fikrini canlı tutan şey kahkaha. Alternatifi ne? Gözyaşı ve savaş. Tanıştığım bütün Iraklılar yaşadıklarına rağmen hâlâ kahkaha atmayı seviyor.” (Larry Charles)
[/box]
Yazının sonuna gelirken başlıktaki soruyu bir kez daha sormak zorunlu hale geliyor. Evet, gülmek bir kaçış mıdır yoksa mücadele mi? Akşam evine geldiğinde, sömürüldüğünün farkına varmaması ve yeni bir güne başlayacak enerjiyi bulabilmesi için birkaç saat boyunca her şeyden uzaklaşmak dolayısıyla kaçmak isteyen insanlar üretir kültür endüstrisi. Böyle olunca da aynı şeyi düşünen milyonlar yalnız başlarına kalırlar. Kurt R. Eissler Goethe’yi “insanın evrenini ya da bu evrenin bir kısmını anlamlı ve daha önce benzeri olmayan bir biçimde yeniden yaratma becerisine sahip insanlar” kategorisinde değerlendirmiştir. Her insan içinde yaşadığı toplumun yoksulluğuna, çaresizliğine ve acılarına çözüm olduğu ve çözüm olmaya çalıştığı ölçüde değerlidir. Bir asalak gibi yaşayıp, insanları gerçeklerden kaçmaya sürükleyenler ve dünyaya, toplumuna ve kendine yabancılaştıranların yaptıkları ne denli estetik olsalar da değersizdir. Birkaç gün önce bir haber kanalında “sanatsal bina” başlıklı bir haber gördüm. New York’ta bir binanın mimarisinin ne kadar “sanatsal” olduğundan, insanların fotoğraf çektirmek için binaya akın ettiğinden bahsediyordu. Steril, büyük, soğuk ve farklı olmayı “estetik” sayan günümüz sanat anlayışını tam olarak özetleyen bir haber olduğunu söylemeliyim.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Gülme, ister yatıştırıcı ister dehşet verici olsun, her zaman korkunun geçip gittiği anlara eşlik eder. Eğlence endüstrisi onu sürekli reçetesine yazar. Güldürmek insanları mutlu olduklarına inandıran bir aldatma aracıdır. Mutluluk anlarına yabancıdır gülmek ve kusurlu toplumda gülme, mutluluğa bir hastalık gibi musallat olmuştur. Tüm dallarıyla kültür endüstrisi gündelik yaşamdan bir kaçış vaat eder; gündelik yaşamı cennet gibi sunar. Kaçma, tıpkı kocaya kaçma gibi, kişileri başlangıç noktasına geri götürmeye yazgılıdır. Eğlence, kendisini eğlencenin içinde unutmak isteyen teslimiyeti daha da arttırır. Eğer eğlenme gereksinimi, puding tozunu servise hazır puding resmi aracılığıyla çekici kılmaya çalışan endüstri tarafından yaratılmış bir şeyse, o zaman eğlenme, üzerinde hep ticari açıkgözlülüğün, satıcı ağzının panayır çığırtkanlarının seslerinin izlerini taşır.” (Max Horkheimer-Theodor W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği)
[/box]
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay