Gülten Taranç: ‘Bir kadın filmi dayatılan kadın imajlarını yıkmalı’

4 Eylül 2016

Gülten Taranç genç yaşında birçok kısa film ve bir tane de uzun metraj sahibi genç bir kadın yönetmen. Kadınların izini süren Taranç, onların yalnızlıklarına, haksızlıklarına sahip çıkmaya çalışıyor kamerasıyla… Yağmurlarda Yıkansam ilk uzun metrajı. Taranç’la filmlerini ve yönetmenlik yapmayı konuştuk…

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

Genç yaşına çok iş sığdıran yönetmenlerdensiniz… Ta başına dönersek nasıl başladı sinema aşkı?

Belki biraz fazla başa dönmüş olacağım ama doğduğum gün ne olacağım belliymiş belki de bazen kader diye bir şey var… Annem, Arabesk filmini seyrederken, babam kurgudayken doğum sancıları başlamış. Küçükken hep “yazarcı” olmak istermişim, ablam da hep ağlarmış “kardeşimi düşünce suçundan içeri atacaklar, ben onu kurtarmaya uğraşacağım”. Ablam avukat oldu ben ise hem senaryo yazıyorum hem yönetmenlik yapıyorum. Çizgi filmler yerine eski Türk filmleri izlerdim, replikleri ezberlerdim ama bir gün sinemaya bu kadar aşık olacağım aklımın ucundan geçmezdi. Belki annemin eski gitarı yerine babamın kamerasını dolaptan bulsaydım çok daha küçük yaşlardan bu aşkı anlayabilirdim. Dokuz sene boyunca ailem ile ciddi çatışmalar yaşadık, konservatuar okumamı istemediler, lisedeyken bir dostumu trafik kazasında kaybettim ve ailemle çatışmayı bıraktım ama bu sefer de başka bir tutku sardı içimi, fotoğraf… Yalnızlığımı unutturan bir şeye dönüşmüştü fotoğraf çekmek, insanlara gördüğümü göstermek hoşuma gitmeye başladı ve bir gün o fotoğrafları babam ile paylaştım… “Sende göz var” dediğinde ne demek istediğini başlarda anlamasam da bugün çok iyi anlıyorum. Babam Ragıp Taranç’ın keşfiyim, sinema okumaya karar verdim ve öğrencisi oldum, belki başka bir ailede keşfedilemezdim, bu yüzden çok şanslıyım. On altı yaşında belgesellerle başladı yolculuğum. O günden bugüne gördüğümü göstermeye çalışıyorum.

Yağmurlarda Yıkansam

Kısa filmlerle başlayan bir kadın duyarlılığı hali var. Bu konu etrafında yoğunlaşmanız kişisel sebeplerden mi kaynaklı yoksa kadınların etrafında her geçen gün daralan çemberin farkına varma hali mi?

İkisinin de etkili olduğunu söyleyebilirim… Belki dışardan birçok insana sert görünüyor olabilirim, bunun dış görünüşüm ve insanların ön yargılarından kaynaklandığını düşünüyorum. İri kadınlar hep sert bir imaj çizerler, dışa vuramadığım çok ince, narin, naif ve kırılgan bir kadın var içimde, bu da ister istemez yaptığım işlere yansıyor. Asla kadın filmi yapacağım diye başlamamıştım, öyle başlasaydım asla samimi olmazdı.

Uzun metraj filmime kadar feminist kuramı okumadım ama okuduğumda zaten dünyayı öyle algıladığım için anlattığım hikaye daha feminist olmadı, hatta bana sorarsanız ben Türkiye’deki feminist algının dışında kalıyorum. Ülkemizde feminizm çok yanlış anlaşılıyor… Sadece feminizm değil tabi ki yanlış konumlanan. Hiç kimsenin eylemi söylemiyle tutmuyor. Bundan da en çok nasibini kadınlar alıyorlar.  Kısa filmlerde kendime daha yakın gördüğüm kadın temalarından ilerliyordum ama daha sonra şiddetin sadece fiziksel olmadığını keşfettim ya da fiziksel bir acının psikolojiyi ne kadar yaraladığını… Gittiğim festivallerde kısa filmlerimi izleyen kadın seyircilerden geri dönüşler almaya başladım, maillerle hikayelerini paylaşanlar da oldu. Kadınlar fark edilmek istiyor, yaptığım işlerle o sorunların gündeme gelmesine uğraşıyorum… Yaptığımız iş çok büyük bir algı yönetimi, “Obezonlar”dan sonra dokuz kadın filmi izleyip zayıfladıklarını yazdılar, ben ise sadece nasıl yaşamak isterlerse öyle yaşayabileceklerini sunmuştum… “Dönüşüm”den sonra eve kapanan birkaç yakın çevremden orta yaşlı arkadaşlarımın hobi kurslarına yazıldığını öğrendim, “Consensus” ise işçilerin tacize karşı eğitim filmi olarak istendi… Neden “Yağmurlarda Yıkansam” kadın cinayetlerini durdurmasın…

Kadın yönetmenlerin kadın sorunlarını ya da kadın karakterleri yeterince sahiplendiğini düşünüyor musunuz?

Kesinlikle düşünmüyorum. Tabi ki kadın filmleri yapılıyor ama çok az… Birçok kadın oyuncu da bundan yakınıyor ama siz onlara bir kadın filmi ile gittiğinizde karakter dişi gelmediği için reddedebiliyor. Halbuki bir kadın filmi zaten melodramın ve popüler sinemanın bize dayattığı kadın imajlarını yıkmamalı mı?  Hangi dağıtımcıya gitseniz bir kadın filmini satmanın daha zor olduğunu söyleyecektir. Sadece Türkiye’de değil birçok ülkede durum benzer. Barcelona’da aylık düzenlenen bir film festivalinde iki ay üst üste finalist kaldım. İlk finalistliğim “best woman filmmaker” adaylığı olarak gözüküyordu yani en iyi film yapan kadın, sonraki ay ise “best director” olarak aday kaldım yani en iyi yönetmen, film aynı film, aday kalan aynı kadın… İşte mesele tam olarak bu olabilir, belki çok küçük bir kelime oyunu ama her şeyi özetliyor sanki… Ülkemizde yönetmen kadınlar var ama biz kadın yönetmenler çok azız… Kadın teması işlemek sizin ana akıma girmenizi zorlaştırır, yolunuz uzar ve her zaman ikinci tema kalırsınız çünkü her zaman daha büyük sorunlar vardır ya da jürilerde kadınlar yoktur…

Kısa filmlerinizde kadın dünyasının kendi içindeki eleştirisine de dayanışmasına da yer veriyorsunuz. Kadınların dünyası sizin bakış açınızda nasıl bir yer/yerde?

Kadın dünyası minimalist bir dünya değil bence… Hep bir çok seslilik hakim. Dışardan gelen seslerle içerden gelen sesler (iç sesimiz) sürekli çatışıyor… Yapmak istediklerimizle, yapamadıklarımız çatışıyor… Kendimizi hep korumak zorundayız ama bizi koruyanlara karşı koyamadığımız noktadayız. Dünyanın geldiği nokta kadın için de zor erkek için de, insan kalabilmek bu kadar zorken kadın olmak günden güne daha da zorlaşıyor. Kısa filmlerim insanlara umut veren ütopik hayallerdi, olmaz ama olsa güzel olur hikayeler…

Yağmurlarda Yıkansam 01

Filmografiniz belgesel ve kısa film anlamında bir hayli yoğun… Mali olarak destek aldığınız kurumlar oluyor mu, oldu mu? Örneğin; Kültür Bakanlığı…

Tabi ki belli sponsorluklar buluyorum ama yüzde yüz destek bulabildiğim hiçbir film olmadı. Kısa filmler, belgeseller genelde imece usulü ile çekildi, filmde çalışan arkadaşlarıma sonrasında ben yardıma gidiyordum… Kısa film ve belgesel daha gönüllülük esasına dayalıydı… İş profesyonelleştikçe maliyet de artıyor.

“Yağmurlarda Yıkansam”ı banka kredisi ile çekmek durumunda kaldım, bulduğum nakdi destek %10 oranındadır. Bu durum çok yıpratıcı oldu, Don Kişotçuluk oynadığım da oldu… Bazen finalist kaldığım ülkelere gidemedim, ailem maddi manevi çok destek oldu ama süreç devam ediyor, umudumu yitirmeden devam etmeye çalışıyorum.

Erkek şiddeti kadın üzerinden tüm dünyaya yayılıyor, savaşlara kadar uzanıyor. Bu anlamda ‘kadın filmi’ çekerken aynı zamanda dünyadaki bütün şiddetlere uzandığınızı düşünüyor musunuz?

Şiddetin ölçülebilir bir şey olmadığını düşünüyorum, bu yüzden elbette ki uzanıyordur. Şiddet sadece fiziksel olarak değil birçok yüzüyle karşımıza çıkıyor. Bu yüzden “Yağmurlarda Yıkansam”da şiddet sahnesi göremezsiniz, sesler duyarsınız, uzaktan çekimler görürsünüz, sonradan anlarsınız ama seyirciyi şiddete maruz bırakmaz. Bu benim bilinçli tercihimdi, şiddeti değil etkilerini göstermek… Cinayete kurban giden bir hayatı değil geride kalanı anlatmak istedim, şiddete birebir maruz kalmayan biri de durumdan etkilenebilir… Savaşa erkekler gider ama kadınlar dul kalır, çocuklar babasız kalır aslında durumlar farklı ama etkileri, hissiyatı aynı…

Oyuncularınız genelde sizin sinema yolculuğunuza eşlik eden arkadaşlarınız sanırım. Onları filmlerinizde farklı rollerde görmek bu kanıyı güçlü kılıyor. Bu bir tercih olmalı öyle değil mi?

Aslında birçok oyuncumla set öncesinde tanıştım ve sonradan çok iyi arkadaş olduk. Film senaryosu yazılırken evin salonunda bir pano duruyor, polisiye filmlerdeki gibi… Oyuncu seçmek çok önemli bir şey, bazen tiyatro oyununda izlediğim oyuncuya ulaşmak için kırk takla atıyorum bazen sokakta az önce tanıştığım bir insan iki filmimde birden oynayabiliyor. Ama yazım aşamasından itibaren her zaman öncelik onlarda oluyor, Amerika’yı yeniden keşfetmek kadar zor bir oyuncuyu keşfetmek… O panodaki castın ruhuna uyuyorsa oyuncu olmayan birini de oynatabilirim…

Nasıl bir yönetmensiniz peki sette?

Beni ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz, daha ortasını göremedim… Setten bir gece önce oyunculara yemek daveti gönderiyorum, habersizce geliyorlar, sonra ipler çıkıyor masaya ve zor yenen bir yemek… Herkes birbirine bağlı bir şekilde yemek yemek zorunda kalıyor, imkanım olsa bütün setin birbirine bağlı bir şekilde yemek yiyeceği bir masa yaptırır herkesi birbirine bağlarım… Çünkü aslında bütün set çalışanları birbirine görünmez iplerle bağlı ama en çok oyuncular ve aslında ben hepsine bağlıyım… Bütçeniz azsa yönetmen sadece yönetmen kalamıyor maalesef, kim ipi kopardıysa onu bağlamakla uğraşabiliyor. Ben o ipleri sağlamlaştırmaya, ipler karışırsa çözmeye uğraşan bir yönetmenim, her şey mükemmel değilse bile bana verilen kadrajı hakkıyla doldurmak için uğraşıyorum.

Gülten Taranç yemek

Uzun metrajl filminiz Yağmurlarda Yıkansam yurtdışında ödül kazanmış bir film. Ulusal yarışmalarda şansının olduğunu düşünüyor musunuz, Adana Film Festivali’ne seçilmedi örneğin. Bu konuda neler hissettiniz?

Evet, Barcelona ve Arnavutluk’tan ödülle döndük. Tek bir festival örneğinin üzerinden gitmek yanlış olabilir… Adana Altın Koza bu sene üç tane gişe filmini yarışmasına dahil etti. Bu aslında sinemamız için olumlu bir durum, her ne kadar yönetmelikte ulusal toplu gösterimlere katılmamış filmler başvurabilir yazsa da (gişeye girmemiş filmler olarak algılıyorum) ve biz bu yüzden vizyon bekletip, filmin satış süresini ertelesek de festival filmi, ticari film ayrımına güzel bir nokta olacak olabilir…

Hiçbir jüri üyesini, ön jüriyi filmimizi festivale almadığı için suçlayamam, öznel zevklere hizmet eden bir sanat üretimi içerisindeyiz ama bugüne kadar başvurduğum Türkiye’de düzenlenen festivallerin hiçbirinden olumlu bir dönüş almadıysam bu benim filmimin kötü olduğunun değil, bu işin tekelleştiğinin göstergesidir. İtalya, Rusya, Makedonya, Arnavutluk, Bulgaristan, İspanya’da filmimiz yarışıyor ya da gösteriliyorken burada bize hiçbir şans verilmemesi motivasyonumuzu olumsuz olarak etkilese de ikinci film düşünmekten de alıkoyamıyor…

Filminizi nasıl koşullarda çektiniz ondan bahsedelim. Kaç gün sürdü? Maddi olarak zorlandınız mı? Ya da kısa metrajla uzun metrajın farkını dinlesek sizden?

Film otuz farklı mekanda geçiyordu ve bizim on sekiz iş günümüz vardı… En çok zamanla yarıştık. Maddi manevi çok zorlandık tabi ki… Ön göremediğimiz masraflar çıktı, ekibin yarısı profesyonel yarısı tamamen amatördü, onlar arasındaki dengeyi kurmak çok zorlayıcı oldu ama her şeye rağmen çıkan sonuç çok tatmin ediciydi arka tarafta olan karışıklıklar “kayıt, oyun” dendiğinde duruyordu.

Kısa metraj çok daha özgür bir alan… Uzun metrajda her şeyi önceden tasarlamak gerekiyor dışına çıktığında, zamandan çok kaybediyorsun. Bir plan bile fazla isterken çok düşünüyordum çünkü bu ışık kurmak demekti ve zamanımız çok azdı… Kısa metrajın duygu takibi de çok daha kolaydı, iki tarafta da dönüşüm hikayeleri anlatmama rağmen uzun metrajda sürekli en başa dönüp çekilen sahneleri beyninden geçirmek gerekiyor, filmi çekmekten çok yaşamak zorunda kalıyorsun çünkü takip eden bir devamlılık var ve bir buçuk saatin tamamı hep kafanda dönüyor.

Yağmurlarda Yıkansam’da yine kadına uygulanan şiddet ön planda. Biraz sürprizli, bir kadının iç dünyasından, yumuşacık, büyük bir sakinlik ve sabırla çekilmiş bir film izlenimi uyandırıyor. Yanılıyor muyum?

Kimse pek sakin olmasa da herkes çok sabırlıydı… İlk film olduğu için hepimiz daha özverili ve sabırlı olmak zorundaydık çünkü kredi ile yapılan bir film bir nevi benim tek kurşunumdu, doğru kullanmak zorundaydım. Ekibin birçoğuyla ilk defa sette tanışmama rağmen üçüncü haftada artık aile gibi olmuştuk. Müziklerin bir kısmı set zamanına yetişmişti, oyuncuların duygusu için ekibin motivasyonu için bazen hoparlörden son ses filmin müziklerini açıyordum. Gözlerimi kapatıp birbirine bağlanacak sahneleri düşünürken, gözlerimi açtığımda daha da motivasyonu tam bir ekip karşımda duruyordu. Çok zor şartlardı ama herkes çıkan işin iyi olacağını biliyordu ve çekilen her plan emek emek, ilmik ilmik işlendi diyebilirim…

Özellikle kadın ve çocuğun beraber yaptığı yolculuk, ormandaki buluşma ve yüzlerini kesen kamera hareketi, kadının bitmeyen hüznüne ışık tutuyor…  Onu doğaya ve doğala yakın kılıyor?

Belki de bu kadar basit bir nokta vurgulamak istediğim… Biz kadınlar doğanın bir parçasıyız, isteseler de istemeseler de biz varız…

Yağmurlarda Yıkansam 02

Bundan sonraki film yolculuğu nasıl devam edecek? Kısa ya da uzun diye bir ayrım olacak mı, yoksa duygunuza göre mi biçimlenecek ölçüleri?

Aslında ikinci uzun metraj projemizi geliştirmeye başladık, 2011’den beri düşündüğümüz, Meryem Şahin’in senaryosunu üstlendiği, Rabia Kaya’nın Gülfer’e hayat vereceği “Kayıplar Kasabası”… Çok iyi bir fikir bulursak kısa film çekmeyi yeniden deneyimleyebiliriz ama uzun metrajın beni uyutmamasından haz alıyorum… Onun dışında da video-klip ve tanıtım işleri bir koldan yürüyor…

Anne ve babasından destek alan bir yönetmensiniz anladığım kadarıyla… Onların katkılarını anlatır mısınız?

Müzikolog bir annenin, yönetmen ve yapımcı bir babanın kızıyım. Kendimi bildiğimden beri film festivallerine, konserlere, sergilere gidiyorum, yeni bir ülke ya da şehirdeysem önce müzelerini geziyorum. Ailemden gelen bir duruşum var, bana en büyük katkıları hayata karşı kendi duruşumu çizmemi sağlamaları olmuştur.

Özellikle Yağmurlarda Yıkansam filmi bir aile işi… Annem Berrak Taranç filmin özgün müziklerini yaptı, babam Ragıp Taranç yapımcılığını ve sanat yönetmenliğini üstlendi. Ablam Gizem Taranç Ocakoğlu ise hukuki işleri üstlendi. Birçok insan ne kadar şanslısın diye düşünüyor ama aile ile çalışmak zordur. Baba işi yapanlar bilirler, hem çok çatışma çıkar hem de çıkacak işi onların da beğenmesi önemlidir.  Çevrenin de beklentisi daha çok olduğu için belki hırsım buradan geliyordur.

Filmin müziklerinde de imzanız var…

Yaklaşık üç sene filmin sadece şarkıları için çalıştım, Hale bar şarkıcısı ve söylediği bütün şarkılarını senaryodaki ruh haline, dönüşümüne göre sözlerini ve bestelerini yazdım. Annem ile uyumumuz çok iyi diyebilirim o gerçek bir profesyonel. Ben üç sene Hale ile empati kurup onun duygusunu hissederek şarkılar besteledim sözler yazdım, annem ise dekor bittikten sonra Hale’nin piyanosunun başına geçti benden bir gece istedi ve ertesi sabah filmin ana temaları hazırdı… Benim amatör ruhum, nota bile bilmeden yazdığım şarkılar onun deneyimi güzel bir harman oldu. Film ile ilgili en çok müziklerden övgü alıyoruz.

İzmirli bir yönetmen olarak İzmir’de hala uzun metrajlı bir film festivali olmamasını nasıl karşılıyorsunuz? Aslında İzmir sinemaya yakışan bir şehir, çekimler de yapılıyor. Size göre İzmir’in sinemayla ilişkisi nasıl?

11 sene boyunca Dokuz Eylül Sinema TV bölümü tarafından yapılan bir uzun metraj film festivali vardı ama sonrasında sponsor bulmak zorlaştı. Belediye bir dönem sponsorsuz yapmak için tekrar girişimlerde bulundu ama bu da mümkün olmadı. Sanırım İzmirliler sinemanın gücünün farkında değiller. Çekim sürecinde de çok zorlandık, İstanbul gibi bir alışkanlıkları yok, tripotu kurduğunuzda herkes başınıza toplanabiliyor ve mekanlarda çalışmak daha da zorlaşıyor çünkü esnaf o günü kurtarmanın derdinde… Yurtdışından filmi izleyen birinin İzmir’e gelebileceğini göremiyor, sinemanın turizmi, kültür sanatı canlı tutacağını göremiyor… Yine de umutluyum, belki önümüzdeki sene bir  uzun metraj film festivali gerçekleşebilir.

İzmir’de kurduğum Taranç&Taranç Film’e çok sayıda başvurular alıyorum, eskiden herkesin hayali İstanbul’da bu işi yapmaktı, yeni mezunlar eskisi kadar İstanbul’a gitmek istemiyorlar. İzmir’de kalıp bu işe devam edenlerin sayısı artmaya başladı, İstanbul’dan İzmir’e geçtiğimiz sene 20.000 kişi geri döndü, bu çok büyük bir iş potansiyeli, içlerinde sinemacılar da var. Eğer İzmir’in rehavetine kapılınmaz ise burası gerçekten doğal platolardan oluşan hikayeler ile dolu bir şehir…

Vizyon şansı var mı filmin… ya da kadınlara ulaştırmak için altenatif yollar düşünüyor musunuz?

Vizyona girmeyi çok istiyorum, sıfırdan yoktan var ettiğim bir işi asıl ulaştırmak istediğim kesim halktır. Toplumsal mesajı olan bir filmin asıl orada değer bulması gerekir ama süreç nasıl gelişecek hiçbir fikrim yok çünkü ülkemizde her gün yeni bir olay oluyor, insanlar kalabalık mekanlara girmek istemeyebiliyorlar, yarın ne olacağını hiç öngöremediğimiz günlerdeyiz… Alternatif olarak toplu gösterimler yapılabilir, davet aldığım üniversitelerde öğrencilerle paylaşmak istiyorum yaptığım işi.

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

80’lerin Fırtınası: Serdar Kebapçılar

Serdar Kebapçılar… O bir korkusuz… O bir intikamcı… O asi
blank

Tayfun Belet: ‘Filmlerimde insan-mekan-meslek üçgeninde buluyorum kendimi’

Tayfun Belet, hem akademisyen hem de belgeseller çekiyor, sektör içinde