“Güvenlik mi, Özgürlük mü” Tartışmasının Hollywood Yansımaları

26 Eylül 2020

“Güvenlik mi, özgürlük mü” sorusu nispeten özgür olan veya kendini özgürlüğün batmayan güneşi filan zanneden ülkelerde tartışılan bir konu. (Bizim böyle dertlerimiz yok çok şükür!) Tabii sanat hayattan beslendiği için, bu tartışmanın sinemaya yansıması da kaçınılmaz. Hollywood söz konusu olduğunda, Yargıç Earl Warren ve aldığı kararların çok etkili olduğunu, hatta bazı akımları başlattığını gözlemliyoruz. Nedir bu akımlar? Tartışmadan nasıl etkilenmişler? Hangi tarafta duruyorlar? Tartışma, zaman içerisinde nasıl bir evrim geçirmiş? Gelin, bu soruların yanıtlarını arayalım. Amacım bu tartışmaları konu alan her filmi listelemek değil. Onun yerine belli başlı filmler/diziler seçip yaklaşımlarına bir göz atmak.

Yargıç Earl Warren kimdir?

Earl Warren, 1891-1974 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir hukukçu. Siyasetle de yakından ilgiliydi. II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1942’de Japonlar’ın toplama kamplarına tıkılmasının azılı bir savunucusuydu. (Çağrışan film: Scott Hicks’in 1999 tarihli “görüntülü roman”ı Snow Falling On Cedars / Aşkın Sırları.) Bu sayede seçimleri kazandı ve 1943-1953 yılları arasında California valiliği yaptı. Bu arada 1948 seçimlerinde Harry Truman’a karşı yarışan Thomas Dewey’nin sağ koluydu. Dört yıl sonraki seçimlerde Cumhuriyetçiler’in başkan adayı olmak istedi ama parti Dwight Eisenhower’ı aday gösterdi. Eisenhower seçimi kazanınca yargıcı Anayasa Mahkemesi başkanlığına atadı, böylece Earl Warren’ın hayatının bizi ilgilendiren kısmını başlatmış oldu.

blankWarren, 1953’ten 1969’a kadar görevde kaldı ve bu 16 yıl içerisinde Amerika’yı kökünden değiştiren ve ileriye götüren kararlara imza attı. Mesela Brown-Eğitim Kurulu davasında, benzeri tüm davaları da birleştirerek zencilerle beyazların okullarının birleştirilmesi yönünde karar aldı. (Çağrışan film: Benzeri bir öyküyü anlatan 2019 tarihli The Best of Enemies.) Loving’in Virginia eyaletine karşı açtığı davada zencilerle beyazların birbiriyle evlenebilmesinin önünü açtı. (İlgili film: Loving, 2016.) Ama en büyük tartışma, 1962 tarihli Miranda davası yüzünden yaşandı.

Ernesto Miranda, 18 yaşında bir kadını kaçırıp tecavüz etmek suçundan ikinci derece delillerle tutuklandı. Karakoldaki ifadesinin ardından itirafname imzaladı. Savcılık bu itirafnameyi mahkemede delil olarak gösterdi ve Miranda hapse mahkûm oldu. Fakat avukatı karakoldaki ifadesi esnasında hazır bulunmadığını, Miranda’nın haklarından haberdar edilmediğini ve itirafnameyi baskı altında imzaladığını söyleyerek karara itiraz etti ve Anayasa Mahkemesi itirazı kabul etti. Bundan sonra tutuklanan herkese haklarının okunması (ki bu haklar “Miranda hakları” adını aldı), bu haklarını anladığından emin olunması ve sanığın vazgeçtiği haklarının kayda geçirilmesi mecburiyeti getirildi. Toplanan delillerde yasaya uygunluk şartı aranmaya başladı. Merak ediyorsanız söyleyeyim, Miranda yeniden yargılandı, yeniden suçlu bulundu ve aynı cezaya çarptırıldı. Burada mesele suçluluğu değil, vatandaşlık haklarının ihlaliydi zaten.

Bu karar bile “kolluk kuvvetlerinin işini zorlaştırdığı” gerekçesiyle başlı başına bir tartışma yaratırken Amerika’da 1960’lardan 1970’lere kadar suç oranının iki kattan fazla artması işin üzerine tuz biber ekti. 1985’le 1990 arasında kokain çılgınlığı yüzünden suç oranı bir kez daha katlandı. İşlenen suçlar medya tarafından sansasyonel haberler haline getirildi. Belli bir kesim fırsat eşitsizliği, işsizlik, silahlara kolay erişim ve kamu hizmetlerindeki bütçe kesintileri gibi sebepleri yok sayıp Earl Warren’ı ve Miranda kararını günah keçisi ilan etti. Richard Nixon bile bunu seçim kampanyasının bir parçası haline getirmişken tartışmaların film ve dizilerde de kendisine yer bulmaması düşünülemez elbette. Bu filmleri türlere göre ayırıp mümkün olduğunca farklı zaman dilimlerinden seçmeye çalıştım. Yazının doğası itibariyle söz konusu film ve dizilerinin büyük bölümü hakkında sürprizbozan içerdiği konusunda bir uyarı yaptıktan sonra filmlere şöyle bir bakalım.

POLİSİYELER

Dirty Harry / Kirli Harry (1971)

blank

Earl Warren etrafında dönen tartışmaları öğrendiğimde aklıma ilk gelen film. Clint Eastwood’la akıllara kazınan, “kendini şanslı hissediyor musun, it” repliğiyle çatışma esnasında mühimmat saymanın önemini hepimize ezberleten karakter (günde üç öğün çatışıyormuş gibi yaz panpa), aslında eli kolu vatandaşlık hakları gibi “gereksiz” şeylerle bağlanan bir polisin güç fantezisi. Hep pis işlerle uğraştığı için bu lakabı alan Harry “Kirli” Callahan’ın Scorpio adında bir suçluyu yakalama çabalarını anlatıyor film. 100 bin dolar verilmezse her gün bir kişiyi öldüreceğini söyleyen Scorpio, sonunda genç bir kızı kaçırıyor ve kızın belli bir saatte öleceğini söylüyor. Harry, fidye teslimatı esnasında “aman dokunma” emrine karşı geliyor ve Scorpio’yu yakalayıp kaçırılan kızın yerini öğreniyor. Ancak film, bundan sonra bir yarım saat daha devam ediyor çünkü Harry’nin yakalarken yaptıkları yüzünden Scorpio tahliye ediliyor. Çünkü usulüne uygun toplanmayan deliller, mahkemede kullanılamıyor. Dirty Harry, doğrudan Yargıç Warren’ı hedef alıyor. Başta Miranda olmak üzere emsal teşkil eden davaları birer birer sayan savcı “bir aile babası olarak serbest bırakmak benim de hoşuma gitmiyor ama elim kolum bağlı” demeye getiriyor. Harry’nin Scorpio’nun defterini dürmesiyse yine kendisine verilen doğrudan emirlere karşı gelmesi sayesinde mümkün olabiliyor.

Lethal Weapon / Cehennem Silahı (1987)

blank

Lethal Weapon, hoşuma giden bir şey yapıyor. Tartışmanın taraflarını karakterleştiriyor. Üstelik bu taraflara karakter özellikleri de ekliyor. Mel Gibson’ın oynadığı Martin Riggs’in kural tanımazlığı intihara meyilli olmasından kaynaklanıyor. Danny Glover’ın Roger Murtaugh’ı ise aile babası olmasının, emekliliğine az zaman kalmış olmasının etkisiyle kuralların dışına çıkmak konusunda alabildiğine isteksiz. Bunu yaptıktan sonra da tarafını belli ediyor: Murtaugh, her seferinde eninde sonunda Riggs’in dediğine geliyor. Her film Murtaugh’ın “e peki madem” demesinin ardından ikilinin ortalığı birbirine katmasıyla bitiyor ama bunun doruk noktası, ikinci filmin sonu. Murtaugh, diplomat kimliğini gösterip “diplomatik dokunulmazlık” diyerek arkasına saklandığı şeyi açıklayan Güney Afrika büyükelçisini iki kaşının arasından vurduktan sonra cümleyi tamamlıyor: “İptal edilmiştir!”

Sicario (2015)

blank

Tıpkı Cehennem Silahı gibi, Sicario da tartışmanın taraflarını karakterleştiriyor ama onun izinden gittiğini söylemek mümkün değil. En büyük farkı da Cehennem Silahı kadar siyah-beyaz bir bakış açısı da benimsemiyor. Filmde FBI ajanı Kate Macer, uyuşturucuyla mücadele eden özel bir görev timine katılıyor. Ancak Matt Graver yönetimindeki timin yasa tanımaz tavırları, idealist Macer’ın kanına dokunmaya başlıyor. Filmde otoriteyi temsil eden Graver, Macer’ın çekincelerine aldırış etmiyor. Hatta Macer’ın sadece CIA’in ABD içinde operasyon yetkisi olmadığı, işi kitabına uydurmak gerektiği için time alındığını söylüyor ve Macer’ı “kullanışlı aptal” yerine koyuyor. Operasyonun “danışman”ı Alejandro ise biraz daha gri. Öncelikle Meksikalı eski bir savcı olması itibariyle bir intikamcı sayılabilir. Filmin finalinde Macer’a silah zoruyla yapılan her şeyin yasal olduğunu beyan eden bir belge imzalatıyor. Yine de eski bir savcı olarak, tetiği çeken el olmasına rağmen Graver’ın aksine Macer’ın bakış açısına empati duyduğunu gösteren emareler var. Macer ise fırsatı ele geçirdiğinde Alejandro’ya karşı tetiği çekemiyor. Artık bunu böyle işlerin gerekli olduğunu kabullenmesine mi, yoksa silahsız birini öldürmesini engelleyen idealizmine mi bağlarsınız bilemem.

İNTİKAMCI FİLMLERİ

Death Wish / Yara (1974)

blank

Charles “Çirkin Adam” Bronson’ın belki de en ünlü rolü. Filmde kendi evinde karısı öldürülüp kızına tecavüz edilen mimar Paul Kersey’nin bir intikamcıya dönüşmesini izliyoruz. Bu iş kolay olmuyor. Kersey, sıradan bir beyaz yakalı. İyi para kazanıyor. Dahası, Kore Savaşı’nda bile tetik çekmemiş, vicdani retçi olarak sıhhiye birliğinde görev yapmış biri. İşte bu şeker gibi adam, kendini yem olarak kullanarak yankesicileri üzerine çekip avlayan bir intikamcıya dönüşüyor. Death Wish, rengini hiç gizlemiyor. Filmde sadece polisler değil, tüm kamu görevlileri etkisiz. Hastanede ilgili birini bulamadıkları için bilgi almakta zorlanıyorlar mesela. Buna karşın sebep olarak kamu görevlilerinin işlerini yapmamasını değil, iş yükünün fazla olmasını gösteriyor film. Yani bir yargıdan çok bir tespit var. Kersey, filmin bir yerinde mesajı açıkça veriyor: Polis bizi koruyamıyorsa, biz kendimizi koruyacağız.

The Boondock Saints / Şehrin Azizleri (1999)

blank

Orta sınıftan intikamcı çıkar da, alt sınıftan çıkmaz mı? MacManus kardeşlerin evinde bir döşek ve banyodan başka bir şey yok. Günün birinde bir bar kavgasında karşı karşıya geldikleri Rus mafyası peşlerini bırakmayınca tüm örgütü temize havale ediyorlar. Bu iş, gayet dindar olan kardeşlerin hoşuna bile gidiyor. Tanrı’nın elini oynadıklarını hissediyorlar ve İtalyan mafyasının içindeki arkadaşları Rocco’nun muhbirliğiyle suçluları öldürmeye başlıyorlar. Willem Dafoe’nun muazzam oyunculuğuyla ete kemiğe bürünen FBI ajanı Paul Smecker ise tartışmanın diğer tarafını temsil ediyor. Smecker, ikizlere adım adım yaklaşıyor. Yaklaştıkça da yaptıklarının etkili olduğunu fark ediyor. Filmin yazarı ve yönetmeni Troy Duffy, barmen olarak çalıştığı yerde şahit olduğu bir olaydan çıkarak yazmış filmi. Bir yurttaş bakış açısıyla yazıldığı için de film açıkça sistem karşıtı bir tavır alıyor ve Smecker, ekibiyle birlikte ikizlerin çizgisine geliyor.

Law Abiding Citizen / Adalet Peşinde (2009)

blank

İki serseri Clyde Shelton’ın evine girip eşini ve beş yaşındaki çocuğunu öldürüyor. Clyde’ı da öldürmeye teşebbüs ediyorlar ama sağ kurtulmayı başarıyor. Asıl suçlu Clarence Darby, mahkeme esnasında ortağını satıyor ve Clyde’ın avukatı Nick Rice’la anlaşma yapıyor. Amerikan hukuk sisteminin uzmanı değilim ama bir avukatın böyle bir kararı müvekkiline danışmadan alabileceğinden emin de değilim. 10 yıl sonra Clyde bir kez daha ortaya çıkıyor ve Darby’yi hunharca öldürüyor. Hiç direnmeden yakalanıyor ve Rice’ı sürekli anlaşma yapmaya zorluyor. Her anlaşmada kendi davasıyla alakalı bir cinayeti açıklıyor. İlkinde Darby’yi nasıl öldürdüğünü, ikincisinde Darby’nin avukatının yerini. Buraya kadar her şey normal. Fakat filmin ortasından itibaren anlaşmalar kesiliyor ve Clyde’ın eylemleri intikamcılıktan teröristliğe doğru kayıyor. Bu yüzden de finalde Rice’ın “artık katillerle anlaşma yapmıyorum” deyip, filmin kötüsüyken bir anda iyisi olup, seviye atlayıp, bölüm sonu canavarını yenmesi etkili olamıyor ve mesaj bir yerlerde kayboluyor.

80’LERDEN ÜÇ DİZİ

İntikamcı akımına televizyon dizileri de kayıtsız kalmadı. Konu üzerine düşündüğüm zaman hemen aklıma gelen üç dizi var. Bunlardan ilki A-Takımı’nda her hafta başı derde giren insanlara yardımcı olan 4 eski askerin serüvenlerini izlerdik: John “Hannibal” Smith, Templeton “Yakışıklı” Peck, H.M. “Uluyan Deli” Murdoch ve Bosco “B.A.” Baracus. Onlara ilk iki sezonda Amy Allen adında bir gazeteci yardım ederdi. A-Takımı’nın özelliği, kendilerinin de işlemedikleri bir suç yüzünden yasalarla başlarının belada olmasıydı. Yani ihtiyacı olanlara yardım eli uzatamayan devlet, iş A-Takımı’nı yakalamaya geldiğinde şahin kesiliyordu.

blank

Bir diğer dizi olan Kara Şimşek’te eski bir polis memuru olan Michael Knight’la arabası KITT’in yaşadıkları bizi ekran başına kilitliyordu. KITT, hayırsever bir iş adamının yardımlarıyla geliştirilmiş ve FLAG adlı gizli bir devlet kurumunun hizmetine verilmişti. Yani yasayla başı belada olan A-Takımı’nın aksine Michael Knight, devlet için çalışıyordu.

Ülkemizde Adalet Savaşçısı adıyla yayınlanan ve 2010’larda Denzel Washington’ın başrolünde oynadığı filmlerle yeniden hatırlanan The Equalizer ise bu iki dizinin ortasında duruyordu. Dizinin kahramanı Robert McCall eski bir ajandı ve hizmet verdiği dönemdeki günahlarını telafi etmek için bir intikamcıya dönüşse de yeri geldiğinde eski teşkilatından yardım alıyordu.

Uygulamada çok farklı olsalar da, üç dizinin de ortak noktaları var: Hepsinde yardım edilenler sıradan insanlar. Hepsi eski devlet görevlisi: A-Takımı asker, Michael Knight polis, Robert McCall gizli ajan. Hepsinde kolluk kuvvetleri ya o bölgede etkisiz, ya o suçlulara karşı etkisiz, ya da failler bizzat kendileri.

BİLİMKURGULAR

Robocop (1987)

blank

Paul Verhoeven’in yarı insan, yarı robot, tam polisini başlangıçta adaletin soğuk yüzüyle eşleştirmek mümkün. Nitekim ilk bakışta film de buna oynuyormuş gibi görünüyor. Süpermarkette kurtardığı çiftle etkileşime girmiyor, belediye başkanını rehin alan adamı duvardan çekip alıyor, tecavüzden kurtardığı kadını anlamıyor bile. Robocop’un meseleye dair sözleriyse satır aralarında. Evet, polis kuvveti yetersiz. Murphy, filmin başında destek gelmediği için ölüyor zaten. Suç oranı da patlamış. Es kaza içeri giren, içeride kalmıyor. Hatta çıktığında yeniden suç işleyeceğini polislere açık açık söylüyor. Suçlular her zamankinden daha cesur. Robocop’un bütün bunlara gösterdiği sebepse vatandaşlık hakları değil. Polis kuvvetinin özelleştirilmesi, özel şirketin kolluk gücünü kendi çıkarları doğrultusunda zayıflatması ve asayişten çok inşaat ve silah satışıyla ilgilenmesi. Kısacası, polis teşkilâtına işini yaptırmayan otoritenin suçluların ortağı olması.

Demolition Man / Cezalandırıcı (1993)

blank

Sylvester Stallone’yi başrole, Wesley Snipes’ı da aksiyon yıldızlığına taşıyan film çok daha direkt bir yaklaşıma sahip. Dakika 1 gol 1, filmin açılış sekansında amiri kahramanımız John Spartan’a “polis prosedürü denen bir şey var” diye çıkışıyor. Spartan “ama suçluyu yakaladım” derken filmin eksantrik kötüsü Simon Phoenix’in kaçırdığı rehinelerin de öldüğü anlaşılıyor. Demolition Man, teşbihi bir adım ileri taşıyor. Hem tedbirsiz polisin, hem de suçlunun hayatının dondurularak askıya alınmasına hükmediliyor. Buz küpüne dönüşen Spartan’ın bilinçaltına örgü, dikiş gibi “programlar” yüklenirken Simon Phoenix’e yakın dövüş, gerilla taktikleri, bilgisayar kırıcılığı filan öğretiliyor. Çünkü geleceğin otoritesi, en dişli rakibini ortadan kaldırmak için kullanabileceği bir silah arıyor. Kısacası otoriteyle suçluları ortak gösteren bir başka film bu. Demolition Man hiçbir zaman Robocop’un derinliğine ulaşamıyor ama sorunun sistemde değil, kendi çıkarları uğruna asayişi ve adaleti feda eden otoritede olduğunu söyleyerek onun açtığı yoldan ilerliyor. Spartan ise Phoenix’i ikinci kez yakalamayı başarsa da en büyük düşmanını alt edemiyor: Tuvaletteki üç deniz kabuğu.

Judge Dredd / Yargıç (1995)

blank

Gücünü çizgi romandan alsa da Judge Dredd vatandaşlık haklarının kolluk kuvvetlerine “ayak bağı” olmadığı, polis, yargıç ve celladın tek bir yapıda toplandığı bir gelecekte geçiyor. Dredd, sistemin en azılı savunucularından. “Yargı”nın hata yapmayacağını düşünüyor ve itirazları dinlemiyor bile. Bir süre tercihini kolluk kuvvetlerinden yana kullanıyormuş gibi görünen film, Dredd’in işlemediği bir suç yüzünden yargılanmasıyla bir anda sol istikamette bir U dönüşü yapıyor. Daha da manidar olanı, bu süreçte kendisine yardım eden kişinin itirazlarını dinlemeyip suçsuz yere hapse attığı karakter olması. Sebep mi? Yüksek mercilerdekilerin yozlaşması. Yargıçlardan biri, yine suçlularla işbirliği içerisinde darbe yapıp başa geçiyor. Dredd’in işbirliği yaptığı bir diğer kişiyse yozlaşmış otoritenin gazabına uğrayan bir başka yargıç olan Hershey. Buradan hareketle filmin “sistem işleyecek, şu politikacılar olmasa” mesajını verdiğini söyleyebiliriz.

2000’LERİN POLİS PROSEDÜR DİZİLERİ

Bu tür diziler 2000’lerde başlamadı elbette ama sayıları 2000’li yıllarda, özellikle 11 Eylül’den sonra çok arttı. Law & Order’ın kökeni 1990’a kadar gidiyor. Onu izleyen CSI, NCIS, Criminal Minds gibi dizilerin hepsi 2000 ve sonrasında ortaya çıktı. Üstelik hemen hepsi markalaştı. Farklı eyaletlerde geçenler, cinsel suçlar veya duruşmalar gibi adalet sisteminin farklı alanlarına odaklananlar filan derken iyice dallanıp budaklandılar. Hatta türün “bilimkurgulusu” bile çıktı: Fringe. Belki 11 Eylül sonrasında “kimse kanundan kaçamaz” mesajı vermek için meydana gelen bu patlamanın yan etkisi ise tartışmanın seyrinin değişmesi oldu. Bu diziler, vatandaşlık haklarını bir engel olarak görmüyor. Delil toplamadan dava dosyasının hazırlanmasına kadar her aşamada “artık bu kurallarla çalışmayı öğrendik” mesajı veriliyor. Hatta bazı bölümlerde öyle olaylar yaratılıyor ki, bu hakları kullanmak şüphelinin aleyhine oluyor. Sistemin nihayet, on yıllar sonra oturmasından ve suç oranlarının düşmesinden sonra “haklar masumlar içindir, suçluları koruyamaz” mesajının verilmesi normal belki de.

KAFASI KARIŞIK: KARA ŞÖVALYE ÜÇLEMESİ

Batman’i ve Kara Şövalye üçlemesini ayrı olarak incelememin sebebi, farklı özelliklerinin olması. Öncelikle üçlemeyi tek bir film gibi düşünmek mümkün. Batman Begins (Batman Başlıyor) göreve çağrı ve kahramanın bu görevi korkularından ve yetersizliklerinden kaynaklanan bir isteksizlikle kabul edişini anlatıyor. Filmin sonunda Batman olarak ilk zaferini kazanmasını Gotham halkı için verilen savaşta nihayet görevi kabul edip yola çıkması, yani ilk perdenin sonu olarak görebiliriz. İkinci film The Dark Knight (Kara Şövalye), Batman’in doğduğu şehri teröre karşı koruma mücadelesini anlatıyor. Bruce Wayne, filmin sonunda her şeyini kaybediyor: Hem Rachel Dawes’u, hem de Batman alter egosunu. Hatta üçüncü film The Dark Knight Rises’da (Kara Şövalye’nin Yükselişi) Batman kostümünü yeniden giyene kadar geçen süreyi de hesaba katarsak servetini bile. Yani bu da öykünün ikinci perdesinin finali. Bu yüzden son filmde antagonist olarak yine Gölgeler Birliği’nin seçilmesinin rastlantı olmadığını düşünüyorum. Batman Begins’te başlayan öykü tamamlanıyor çünkü.

blank

Batman, otoriteyle işbirliği yapan bir intikamcı. İlk filmde yozlaşmış bir polis gücünün içindeki nadir namuslu polislerden biri olan Jim Gordon’la başlasa da son filmde belediye binasının önünde polislerle birlikte göğüs göğse savaşmaya kadar gidiyor iş. Batman’i farklı kılan şey, Jim Gordon’la ilişkisinin ta 1939’daki ilk Batman öyküsünden beri geliyor olması. Yani tartışmadan daha eski olmasına rağmen suçla başa çıkmak şöyle dursun, ortak olan bir polis gücü ve bu çürümüşlükle mücadele etmek için bir intikamcıdan yardım alan namuslu polisler var. Batman, yazıdaki diğer intikamcıların aksine öldürmüyor. Yani en başta yaşam hakkına saygılı ama suçluları bizzat cezalandırmak yerine polise teslim ettiğinden hareketle bu saygının vatandaşlık haklarını da kapsadığını söyleyebiliriz. Ayrıca Korkuluk lakaplı Jonathan Crane’in bu hakların arkasına sığınarak Falcone’nin adamlarını hapisten çıkardığını da unutmayalım. Kısacası üçlemenin tartışma üzerine söyleyecek sözü var.

Kara Şövalye’nin kafasının karıştığı yer ise ikinci filmin sonu. Batman, Joker’i bulmak için Gotham’daki tüm cep telefonlarını sonara dönüştürüyor. Lucious Fox başlangıçta buna yanaşmıyor ama Batman’in sistemi imha şifresini vermesi üzerine razı geliyor ve vatandaşlık hakları bir kez daha pencereden uçup gidiyor. Joker, mahkeme kararı olmadan dinlenen telefonlar sayesinde bulunuyor, Lucious Fox imha şifresini giriyor ve arkalarındaki monitörler kıvılcımlar saçarken yüzünde “bir kerecikten bir şey olmadı” tebessümüyle olay mahallini terk ediyor.

TARTIŞMANIN SİNEMASAL EVRİMİ

1970’lerde çekilen filmlerin mesajı son derece keskin. Dirty Harry’yle başlayan sert ama idealist polisleri konu alan filmler, Death Wish’in ana akıma taşıdığı intikamcılar “suçlular tamam ama ya mağdurların hakları” diyor. Belki de iki akımın kesişmesi böyle bir sonucun çıkmasına sebep oluyor ama bu filmlerin tutulmasının sebebi zaten artan suç oranlarının altında ezilen bir halkın adalet fantezisi olmaları. 1980’lere geldiğimizde, filmler taraf olmakta hâlâ bir beis görmese de tartışmanın iki tarafının da içeriğe dâhil edildiğini görüyoruz. İdealistler, artık hakları koruyan tarafta. Martin Riggs gibi kulları pek takmayan polislerse daha çok “iş bitirici” sıfatına layık görülüyor. İncelediğimiz diziler, intikamcıların da uysallaştığını gösteriyor. İçlerinde en serti olan The Equalizer bile Death Wish’in Paul Kersey’i gibi gece yarısı kendini yem olarak kullanıp üzerine çektiği suçluları 32 kalibrelik Colt altıpatlarıyla kevgire çevirmiyor. Tartışmaya dâhil olan en aklıselim filmlerin bilimkurgu türünden çıktığını görüyoruz. Bu filmler, asayiş sorununun sebeplerini vatandaşlık haklarından çok daha gerçekçi yerlerde arıyor.

11 Eylül sonrasına ise ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Burada bir adi suç – terör suçu ayrımı karşımıza çıkıyor. Diziler, adi suçlar konusunda vatandaşlık haklarından taviz verilmeyeceği vurgusu yapsa da iş terör suçlarına geldiğinde her şey mübah. Law Abiding Citizen, belki de bu yüzden intikamcı olarak başlayan kahramanını bir teröriste dönüştürüyor. Böylece “sistemin sorunları olsa da bu devirde intikamcılığa yer yok” mesajını da vermiş oluyor çaktırmadan. Sicario, uyuşturucu baronuna suikast düzenlemek için sivil bir intikamcıyı kullanarak “yasal” tanımının sınırlarını bir hayli zorluyor. O intikamcının eski bir savcı olması işleri daha da karıştırıyor. Batman, mafya babası Falcone’yi bile polise teslim ediliyor. Ancak Kara Şövalye’de feribottaki adi suçlular bile soylu bir şekilde resmedilirken James Gordon ve Harvey Dent’le yaptığı ittifakla intikamcılığı kurumsallaşmış olan Batman, Gotham’da terör estiren Joker’i yakalamak için özel hayatın gizliliğini ihlal ediyor.

1999 tarihli Tom Clancy’s Rainbow Six oyununun açılış sinematiğinde hâlâ unutamadığım çok vurucu bir cümle vardı: Terörizm, 21’inci yüzyılda uluslararası bir iş kolu haline geldi. Teknolojinin gelişmesi ve daha erişilebilir olması, devletlerle suçlular arasındaki kedi fare oyununun şiddetlenmesine yol açıyor. Devletlerin suçla mücadele için (hatta bazen bu bahaneyle) özgürlükleri budamaya hevesli olması da sıradan insanlarda suçlularla güce aç bir yapı arasında çapraz ateşte kaldığı hissini doğuruyor. Kısıtlamaların bir kısmı belki gerçekten suçla mücadele için getiriliyor ama devletler sadece asayişi sağlamakla yükümlü değil. Vatandaşlarının özgürlüklerini de korumak zorunda. Kısacası bu tartışma bitmeyecek. Aradığımız yanıtları da iki saatlik bir filmde bulamayacağız zaten. Artık tüm dünyada devletler de, suçlular da aklına eseni yaparken yapabileceğimiz tek şey, bizi doğrudan ilgilendiren bir tartışmanın sevdiğimiz bir sanat dalındaki yansımalarını incelemek.

blank

Kaan Zanbakcı

1976, İstanbul doğumlu. Sinema denen sanatın ne kadar büyülü bir şey olduğunu 1986’da, Şişli Site sinemasında izlediği Return of the Jedi ile farkına vardı. 10 yıldır çevirmenlik yapıyor. Önce Divxplanet bünyesinde, ardından Öteki Sinema’da film eleştirileri yazdı. Sender’in açtığı senaryo atölyelerine katıldı. Hayalî İcraat adında bir bilimkurgu/fantastik sinema sitesi hazırladı ancak o büyüklükte bir siteyi tek başına hazırlamanın zorlukları, hosting firmasının saçmalıklarıyla birleşince 6 yılda büyük mesafe kat eden, 800’ü aşkın makale içeren sitesini kapadı ve Öteki Sinema’ya geri döndü.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Dosya: Meksika Sineması II

II. BÖLÜM: MASKELİ KAHRAMANLARDAN ve LANETLİ ‘LLORONA’LARDAN “YENİ DALGA”YA MEKSİKA
blank

AIP ve Cannon Films: Hollywood’un Yaramaz Çocukları!

1950'ler ve 1980'ler arasında, Amerikan sinema endüstrisi, düşük bütçeli film