Gelin sizlere bir macera anlatayım: Ben İstanbul’da Teşvikiye’de doğdum. Yokuşlarda büyüyen, 3 m2lik bahçelerde saklambaç oynama kabiliyeti geliştiren apartman çocuklarındandım. Öyle bir yerde büyüdüm ki aşağıda Beşiktaş yukarıda Maçka Nişantaşı vardı. Ve biraz daha yürürsek Taksim Meydanı’na çıkardık. Emeklerken henüz çocuk arabasıyla gittiğim Taksim meydanında bir banka tutunarak yürüme provaları yapıyormuşum ve güvercinlere doğru ilk hamlemi yapmış, böylece de ilk kez Taksim meydanında yürümüşüm.
Yazan: Özlem Akovalıgil
Anneannem Fatih Hırka-i Şerif’te annemin de doğduğu köşkte otururdu ben çocukken. Ona giderdik. Fatih bambaşkaydı, Teşvikiye, Beşiktaş, Taksim bambaşka. Fatih’te hep dayak yerdim diğer çocuklardan, sanırım onlara yabancı geliyordum, belki 40 yaşında ilk çocuğunu dünyaya getirmiş olan annem beni pek süslü giydirirdi de ondan, bilemiyorum. Annem ve babam ben 1 yaşındayken ayrılmış. Biz annemle iki kız yaşardık. Anneannemi ve teyzemi bildim akraba olarak. İlginç birbirinden farklı kadınlar. Hepsi benden çok büyük, çok yaşamış. Ve ben erkek olarak yukarı bakkal Ahmet, aşağı bakkal Bahattin’i tanıdım ilk. Kola istediğimde çamaşır kolası veren bakkal Ahmet, tam bir mahalle esnafıydı. O günlerin Teşvikiye’si bambaşkaydı. Aspava kitapevi, Ekmekçioğlu kuruyemiş mahalle esnafıydı o zamanlar. İşte böyle. İlk okuduğum kitap Moby Dick’ti. İlk seyrettiğim film de Moby Dick. İlk kahramanım Kaptan Kusto’ydu. İlk mektuplarımı ona yazdım. Kalipso’da çalışmak istiyordum.
Yıllar geçerken ilk öğrendiklerim: İnsanın yalnızlığıydı ki ayırt edebildiğim bir şey değildi, bir hayat gerçeğiydi o zamanlar. Kadınların huysuzluğuydu, sinirliliği, mutsuzluğu ve çaresizliğiydi. Şehir denen yerleşkelerin çocuklar ve mutlu olmak isteyen insanlar için uygun olmadığıydı. Emekçilerin ve köylülerin saygıdeğer olduğuydu. Dünyanın başka yerlerinde bu hayata dair daha doğru bir yol bulmuş insanların olduğuydu. Yaşadığım ülkenin Türkiye’nin hayal kurmaya uygun bir ülke olmadığıydı. Öğretmenlerime baktığımda da mutsuzluklarını görüyordum. Herkes mutsuzdu. Neydi bu mutsuzluğun sebebi bilmiyordum o zamanlar. Sadece gitmek istiyordum. Gökyüzüne bakıp kendi kendime parlayan her şeyle konuştuğumu ilk arkadaşlarımı orada yarattığımı hatırlıyorum. Onların yanına gitmek istediğimi de. Mümkündü, astronot olabilirdim. Ama annem 3 yıl süren uzay merakıma beni Beyazıt kulesine çıkararak son verdi: Bak Türkiye’de astronot olursan çıkıp görebileceğin yer burası. Meteoroloji kulesi!
Tamam, dünyayı terk edemiyorum sanırım dedim, işte bu hatırladığım ilk yenilgimdi. Yaşadığım ülkeye dair ilk hayal kırıklığım. Hayvanlarla yaşamaya karar verdim sonra. Zoolog olacaktım. Kaptan Kusto yanına almazsa beni, Afrika’da bir yerlerde yaşardım. Annem Nişantaşı’nda bir veteriner kliniğine götürdü beni 4 yıllık zooloji, biyoloji merakım o gün son buldu. Annem bak zoolog olursan görüp dokunabileceğin hayvanlar bunlar dedi. Kedi köpek kuş, bir de maymun vardı. Bu hayvanlar değildi mesele bir dükkânda hayvan satmak ve şehirli insanların hayvanlarına mama satıp, iğne yapmak! Neden? Türkiye burası. Burada bir şey yapamazsın. Dünya seni istemez. Misakı Milli sınırlarının ötesinde sana ait bir dünya yok. Sen o dünyaya dahil olamazsın. Sen yabancısın. Anladığım buydu. Hissettiğim. Gerçek miydi? Elbette değildi, fakat neden böyle bir hal vardı bu ülkede. Neydi bu Türkiye’nin yalnızlığı, Türkiye’de doğan bir çocuğun çaresizliği? Neyse. Hayal kurmaktan başka çarem kalmamıştı. Belliydi hiçbir yere gidemeyecektim. Kabullendim. Hiçliği, yalnızlığı.
Sevilmek kabul edilmek değerli olmak gibi kavramlar hayatıma okulla girdi. Çalışkan öğrenci oldum. Çünkü o zaman seviliyor ve değerli görülüyordum. Sanırım hayatım boyu en iyi olduğum konu öğrencilik oldu. Çünkü başka bir alanda, yerde, konuda sevilmek değerli olmak ve kabul edilmek ile ilgili şartların ne olduğunu öğrenemedim, çözemedim.
Ben büyürken evde ve yakın aile çevremde hiç para kazanan olmadı. Para kazanmanın ne olduğunu görerek, bilerek büyümedim. Kira gelirleriyle emekli maaşıyla yaşayan kadınlarla büyüdüm çünkü. Her ay bir yerlerden para gelirdi. Parayla ilgili tam bir fikrim oluşmadı sanırım, vardı ya da yoktu ve duruma göre davranılırdı. Ne fazlası istenirdi, ne de az olunca çare aranırdı. Azlığı sıkıntı yaratırdı fakat razı gelinirdi. Bilgim bundan ibaretti. Beni büyüten kadınlar yüksekokul okumuş, görgülü, iyi, temiz, namuslu kadınlardı. 1904 doğumlu anneannem bile 3 dil biliyordu. Herkes böyle zannederek büyüdüm. Çünkü sıradanlardı. Öyle yaşıyor öyle davranıyorlardı. Bir de dayım vardı. Annemle teyzemin küçüğüydü. Tabii o da koca adamdı ben çocukken, benden büyük 3 oğlu vardı. Pek tanımadım hiç birini. Sanırım miras konusuydu aralarını açan, bir de yengem annemi ve teyzemi ve anneannemi kendilerinden uzak tutmak istiyordu. Onlar ayrı bir aileydi. Arada bir bayramlarda karşılaşırdım. Zaten pek konuşulmazdı bu bir araya gelişlerde. Mecburiyettendi, o kadar. Sevimsiz ve sıkıntılı anlardı. Özgürlüğün en büyük engeli; birbiriyle aynı yerde olmak istemeyen insanların mecburiyetten birada olması idi. İlk olarak ruhumun ezildiği anlar bu sıkıntılı anlardı hatırladığım kadarıyla. Çünkü özgür değildim. Bir el kalbimi sıkıyordu. Nefes alamıyordum. Karar verdiğimi hatırlıyorum hiçbir şey özgürlükten daha iyi değildir. Ve kalbini sıkan insanlarla olacağına yalnız patikalarda yürü dedim kendime. İlk kez baban seni görmek istiyor dediğinde annem 12 yaşındaydım ve kesinlikle hayatıma bir baba dahil etmek istemiyordum. Çok geç ya da erkendi. Sanki yıllar önce öldü diye bildiğim bir zombi kanımı emecekti. Hayır! Annem babam ve ben Divan Pastanesi’nde oturduk. Hiç masada oturan adama bakmadım. Bakamadım. Utandım. Korktum. Bir daha da gelmedi. Sorun değildi. Çünkü erkek baba da olsa tanımsızdı bir yerden sonra benim için. Ve bu yaştan sonra tam olarak nereye koyacağımı bilmiyordum bu erkek figürünü. Bakkal Ahmet ve Bahattin, matematik öğretmeni Fuat, okul çıkığında peşime takılan Maçka Teknik Lisesinden delikanlılar, her karşılaştıklarında annemle kavga eden hatta tokat attığına şahit olduğum dayı, daha ilkokuldayken Fatih’te ekmek almaya bakkala giderken beni bir apartmana sokmaya çalışan adam, kırtasiyeciden dönerken sonradan memelerimin çıkacağı yere çok erkenden dokunup sıkmış olan diğer adam… Neyse erkek böyle bir şeydi işte. Elbet sonradan erkek için daha uygun bir yer bulacaktım fakat o sıralar elimdeki veriler buna pek uygun değildi. Hele bir babaya razı gelmek hiç mi hiç uygun değildi. İşte böyle; yokluğuna razı gelmek bazen bir şeyin varlığına razı gelmekten daha kolaydır. Varlığının maliyetini bilemiyorsan, neler vereceğini henüz anlayamamışsan, karşılığının sende olup olmadığına karar verememişsen.
Okumak gezmek izlemek en mükemmel işlerdi bu dünyada. Fakat büyüdüm. Sevimsizdi. Hiç de öyle çocukluktaki gibi kesip atamıyordun. Daha ağırdı bedeller. Ve istemesen de hayatına alıyordun bir sürü şeyi. Ve istemediğin onca şeye hep bir bedel ödüyordun. Neymiş efendim yaşamakmış. Herkes gibi olmakmış. Olmuyordu. Bildiğin başarısızdım hayatta. Yalnızlık şekil değiştirdi. Acıtan sivri bir nesneye döndü. Oysaki çocukluğumda o yalnızlık mutluluktu, bendim, bana aitti, özgürlüğümdü. Ne olmuştu da böyle canımı acıtır olmuştu. Olan şuydu; kalabalık içinde bir yalnızlıktı artık yaşadığım. Özgürlüğüm elimden alınmıştı. Kaçamıyordum. Kaçacak hiçbir yer olmadığını da anlamıştım. Büyümek buydu işte. Yetişkin olmanın berbat bir şey olduğunu düşünüyordum. O sıralarda sinemaya gönül verdim işte. Kaçacak tek bir yer kalmıştı bu tanıdığım çaresiz dünyada. İnsanlardan gerçeklerden kaçacak tek yer. Bana ait gerçekleri yaşayabileceğim tek yer. Hayata sadece izleyici olarak katılmak ve kendime ait olanı kendime göre yaratmak oyunuydu bu. Ve özgürlüktü. Hayatın dışında bir özgürlük! Mümkündü yaşayabilmem belki de. Benden beklenen; bir şey olmamdı, önemli bir şey. Annem sırtıma yüklemişti bu derdini. Banka genel müdürü, bakan gibi şeyler söyledi başımı okşarken. Meslek seçmeliydim. Seçtim. Annem yaşayacaktı bu sefer hayal kırıklığını. Ve çok keskin bir şeklide yollarımız ayrıldı. Bu kısmı geçelim.
Neyse başarılı olduğum tek konuda yani öğrenim hayatımda bütün sınavları kazandım, istediğim bütün okulları. Bir üniversiteyi kazanamayan bir sürü yaşdaşım vardı ben girdiğim her sınavdan başarıyla çıkarken. Ve konservatuara karar verdim kazandığım okullardan. Hayaller burada devam ediyordu. Hayat bir oyundu burada. Benim için en uygun yerdi. Muhtemelen benim gibi dünyaya ait olamamış çocuklar vardı burada. Sonra da sinema TV okuyacaktım. Yönetmen olacaktım. Bana benzerleri buldum mu? Yanıldım mı? Burayı da geçiyorum. Neyse…
Artık 18 yaşında koca bir yetişkindim. Annem de yoktu. İlk evimi tuttum. Para kazanmayı öğrendim. O yıllarda ve yaşlarda kariyer denen şey yoktur hayatınızda para garsonlukla bulaşıkçılıkla rehberlikle, öğretmenlikle, okullarda tiyatro eğitmenliğiyle kazanılır. Özgürdüm. Bir başıma. Çalışıyordum, çalışıyordum, çalışıyordum. Kimse umurumda değildi. Toplum denen kalabalık hiç değildi. Sadece ben vardım. Yalnızlığım ve özgürlüğüm. Kira ve faturalar ödeniyorsa mutluydum. Shakespeare, Çehov, Williams… Sonra oyunculuk yılları, okulda başlayan, hocalarımla birlikte; öğrenciliğin devamıydı ve para da kazanıyordum. Bir gün yolda bir kadın beni tanıyınca “severek izliyoruz kızım Yıldız Kenter’e hayranız” dediğinde dünya başıma yıkıldı. O an anladım o hiç izlemediğim televizyon acayip bir şeydi ve ben bunu yapmak istemiyordum. Özgürlüğüm! Birilerinin beni izlemesi; izleyen değil izlenilen olmak. Kabustu! Hiç bu tarafını düşünmemiştim. Oyunculuğu yönetmen olmak için öğrenmek istemiştim. Seçtiğim meslek değildi. Sinema TV bölümünde devam ettim öğrenciliğe. Birkaç yıl daha kira ve faturalar için oyunculuk yaptım. Özellikle de küçük kenar rollerde. Sadece para lazımdı ve elimde sadece bu iş vardı. Reklam çıkarsa süperdi. Parası iyiydi. İlk reklam filminden aldığım para 4 aylık kiramı karşıladı. Müthişti. Seyretmiyordum nasılsa, mutluydum. Sonra kamera arkasında çalışıp daha uzun saatler uykusuz geçen geceler karşılığında çok daha az para kazanmaya başlayana kadar kamera önünde 3-5 sene öylesine dolandım. Zaten kapımın önüne gelip telefon açan aşağıdayım diyen yapımcı da beni iyice tiksindirdi bu işten. Ne takmıştı bana. Neden dedim adama, benden ne istiyorsun, ortalık hanım kızlarla dolu. Adama ilginç gelmişim yıllardır bir manyak bekliyordu demek ki koca masasında otururken, sıkıntılı hayatına farklı bir gol yerleştirmek istiyordu. Zavallının hiç şansı yoktu. Boşu boşuna bana teklif getiren firmaları arayıp benim oyuncum, çalışamazsınız diye ekmeğimi engellemeye çalıştı. Zaten bu meslekte ilerlemek bana göre değildi. Yeterince akıllı değildim. Ve bu piyasada ezilir sonunda da eriyip giderdim. Kendini bilmek erdemdir!
Para için; daha fazla para için çalışmayı öğrenmem çok yıllar aldı. Çünkü baştan hayatıma girmeyen, girdiğinde de karşılığı kira ve fatura bedeli kadar olan para kazanma eyleminde hep başarısız oldum. Dedim ya hayata karşı akıllı olamayanlardanım. Hep gerçekleri geç görüp anladım. Bunu da ilk sinema filmimi çekmek fikriyle ancak hayatıma giren, “ sinema yapmak için para lazım” cümlesi ile ifade edebildim. Sonra filmim için para biriktirmek üzere çalışmaya başladım. Birikecek gibi değildi. Bir gün çok iyi bir iş teklifi aldım sadece emeğimle büyük bir projeye %20 ortaklık! Henüz 28 yaşındayken hem de. Büyük vole olabilirdi. Boğaz manzaralı yönetici ofisime yerleştim. 2002 krizinden sonra planlar değişti. Ajans 2003 yılında iflas etti. Türkiye’m, güzel ülkem, hiçbir hayale izin vermeyen yalnızlığımın ülkesi! İşsiz borçlu bir insan olarak 2 yıl düzlüğe çıkmaya çalıştım. Haciz nedir, devlet nasıl evine girer ve eşyalarını alır götürür mallarını satar, o sırada öğrendim. 11 yıldır çalışıp kazandığım her şey elimden gitti. O sırada konservatuara birlikte başladığım ve aynı dönemde hayata atıldığım sevgili arkadaşlarım oyunculukta ilerlemiş, televizyon dizilerinden bol para kazanmıştı. Bazıları bir ya da iki kez evlenmişti. Bazıları çocuk da yapmıştı. Benimse elimde hiçbir şey yoktu. Birkaç klip çekip hayatımı sürdürmeye çalışırken ünlülerin ünlülüğünden tiksindim. Ödül almaktan tiksindim. Hala bir hayalin peşinden koşuyordum inatla. Yönetmen olmak! Nasıl olacaktı. Başarısızlık fikri ne ara girdi kafama bilmiyorum. Çok pis bir duygu… Kendimi o kadar başarısız hissediyordum ki yalnızlık ya da özgürlük dediğim bana ait olan seçimler anlamını yitirmiş başarısızlık fikrinin gölgesinde yok olmuştu.
Hayattan vazgeçtim. İşte o andan sonra oturup ilk senaryomu bitirdim 1 yılda. Çaresizliği tek çareme tutunarak aşmaya çalıştım. Kendi yarattığım karanlıktan belki bir aydınlık çıkarabilirdim. Bunca başarısızlık ve yalnızlık duygusuyla nasıl olacaktı bilmiyorum. Bunca korkuyla katıldığım bu hayat serüveninde aya gidebilecek miydim? Foklarla yüzebilecek miydim? Birilerinin takdirini kazanabilecek miydim? Bu izbeden bir sevilecek insan çıkarabilecek miydim? Sanki bir uçurumun başındaydım ve atlamaktan başka çarem yoktu. Dönmek için çok geçti ya da erkendi. Atladım! Paranın yetmeyeceğini biliyordum. Oturduğum evi ipoteklemek pek akla uygun değildi sanırım. Krediler, borçlar; doğru yolda ilerlediğimi düşünmüyordum. Tek bildiğim çaresizce film yapmak istediğimdi. Çaresizce!
İlk filmini yapmak isteyen bir kadıncağız kimliğiyle yaşadığım birkaç yıl; ilk filmini yapmış bir kadıncağız olmamla tamamlandı. Berbattı! Hiç de hayal ettiğim gibi değildi. Kaç gece kurgu masasında “bunun için miydi?” diye ağladım. Neydi yaşadığım deprem tam bilmiyorum. Yaşadığım halde bilmiyorum. Sanırım bunun bilinecek bir yanı yok.
Çok zor oldu. İyice yabancılaştım dünyaya. Film yapmak! Kimse anlamaz sizi, duymaz; siz de kimseyi duymazsınız. Bir mağaradaymışsınız gibidir. Uzun ve yorucu bir serüvenin sonunda bitmiş bir halde vardığınız laboratuvar, beklenen öldürücü vuruşu yapar. Adamlar size çöplüğe yeni çöp getirmiş geri zekalıymışsınız gibi davranır. Hele kadınsanız. Kadınlar bu işi yapmasın der karşınıza geçip bir masanın ardında gerinerek kasılarak oturan adam ve kaç paran var der. Filmi çekme ve kurgulama sürecinin ardından parasız paralanmış ve yapayalnızsınızdır. Sanat filmi yapmış kadın deyip gülümserler yüzünüze, hafif bir acımayla ve belki de kınamayla. Para getirecek bir iş değildir elinizdeki ve para gereklidir bu çöpü bitirebilmek için. Çok para! Teknik yetersizliklerini görmezler karşınızdakiler, iş bilmezliklerinin farkında değillerdir, istedikleri paranın karşılığı olan hizmeti verecek bilgi ve donanımları da yoktur. Yine de para derler. Sinema yapmak her tür cahillikle savaşma kabiliyeti gerektirir Türkiye’de. Neyse. Yaptığım ilk filmin offline kurgusunu Berlin’e yolladım. Kabul edildi bir mektup aldım. Uçtum kanatlandım. Filmi bitiremediler, ilan edilen resmi listede yoktum tabii ki. 2 ay mektuplaştık Berlin’le. Üzgünüz dediler. Üzgündüm. Türkiyem yalnızlığın ülkesi. Çaresizliğin. Aktarmada teknik bazı aksaklıklar oldu kusura bakmayın denildi. Biz bunu yapamayacağız. Tam 4 ay sonra.
İşte sonra İstanbul Film Festivalinde filmimin offline kurgusunu gösterebildim seyirciye. Alkış! Gözleri yaşarmış ve gülümseyen seyirci. Tek muhteşem andı. Asıl filmi sadece o salondaki seyirci izleyebildi. Avid çıktısı. Ses tasarımı yok. Müzikler yok. Renk düzenleme yok. Kaba kurgu işte…
Sonra teknik sorunlar ve maddi yetersizlik nedeniyle filmin kurgusu ve süresi değişmek zorunda kaldı. Başka bir film oldu. Ben bile anlamadım filmi izleyince. Neyse. Dünyada 22 festivale gitti film, yurt dışına aslına yakın olan kurguyu yolladım, çünkü dijital kopya gösteriyorlardı. Türkiye’de negatife basabildiğimiz film farklıydı. 10 kopya yapabildim, vizyona girmek için. Sadece filmin onurunu kurtarmak için. Yoksa çoktan vazgeçmiştim filmden. Tam 2 yıl sürdü filmin bitmesi 2 koca yıl. Teknik sorunlar. Maddi sorunlar. Türkiye’m, güzel ve yalnız ülkem.
Asıl anlatmak istediğim bir şey daha var: Filmim gidemedi ama Berlin’e beni davet ettiler. İyi gelir dedim gittim. Orada bir yönetmen olduğumu hissettim. Birçok yabancı yapımcıyla, dağıtımcıyla tanıştım, Avrupa fonlarının farklı ülkelerden temsilcileriyle, uzun uzun sordular ilgilendiler, merak ettiler. Orada kadın ve Türk olmam onlara ilginç gelmişti. Bazıları tipimi değişik buldu, kafalarında nasıl bir fikir vardı bilmiyorum sarışın beyaz tenli ve uzun boylu bir kadına uzaylı gibi bakanlar bile oldu. Komikti. Daha sonra Hindistan Bangladeş, İngiltere, Brezilya, İtalya, Amerika’da festival gösterimleri sırasında da hissettim bir film yaptığımı, yönetmen olduğumu. Oysa o zaman da şimdi de yönetmenim demedim Türkiye’de. Mecbur kalmadıkça da demem. Utanıyorum çünkü. Evet, bir film yapmıştım galiba. İstediğim gibi olmamıştı, senaryonun %10uydu belki ama olsun bu çocuğu yalnız bırakmamalıydım. Orada dışarıda bana yönetmenmişim gibi davranıldı, bana saygıyla baktılar, değer verdiler. Orada dışarıda. Filmimin DVD’sini tutuşları bile farklıydı elimden alırken hafifçe eğiliyorlardı. Bir Alman dağıtımcı “100.000 Euro’ya film mi yaptınız” dedi hayretler içinde. O adam Fabias, ona uzattığım dvd ye bakışını unutamam. Bana kahve hazırladı kendine de, oturduk konuştuk. Sözleri hiç aklımdan çıkmaz oldukça sevecen ve itinalı konuştu, kırmaktan korkuyordu, ne bilsin kırılacak bir yerim kalmadığını, kıramazdı, Türkiye’den geliyordum ve o buradaki koşulları bilmiyordu, bu davranışı yüreğimi onardı, ona minnettarım. Sözleri şöyle oldu: Biz büyük bir dağıtım firmasıyız, sizin çok değerli bir iş yaptığınıza eminim ve mutlaka seyredeceğim arkadaşlara da kopya hazırlayıp vereceğim izleyeceğiz fakat dediğim gibi biz büyük bir firmayız 100.000 Euro bütçeyle çekilmiş bir film büyük ihtimalle bizim standartlarımıza uymaz. Yanlış anlamayın lütfen sizin için müthiş önemli değerli ve öğretici bir deneyim olmuştur, devam edin bu kadar sinemaya tutkulu iseniz mutlaka devam edin. Bize sakıncası yoksa ikinci film projenizi başlangıcında yollayın. Biz bu şekilde çalışmayı daha çok tercih ediyoruz. O sırada kartını verdi mail adresini özellikle gösterdi ve bana sonraki projenizi mutlaka yollayın dedi. Ne tatlı! Ne umutlu!
Berlin dönüşü beni bekleyen filmi tamamlama süreci sonunda bir daha film yapmak değil, film izlemek bile istemiyordum. Hayatını anlamsız bir hayalin peşinde geçirmiş, mutsuz, umutsuz, yalnız, çaresiz, başarısız bir insandan başka bir şey değildim. Başarısızdım çünkü filmim para kazanmadı, tv programlarına çıktık ama pek de itibarlı değildik. Herkesin yüzünde hafif bir acıma görüyordum, bir kınama, bir anlam vermeye çalışma, bazen deliymişim hissi yaratan bakışlar. Belki bana öyle geldi, bilmiyorum. Filmimin galası bile fiyaskoydu. Kokteyl organizasyonu çuvalladı, magazin programlarına çıkmayı sağlayacak konuklar aynı gün başka büyük ve önemli bir filmin büyük ve yeni bir AVM nin büyük sinemasında yapılan galaya gitmişlerdi. Neyse. O gün gala seyircisiyle filmi izleyemedim. Dışarıda bağıra bağıra ağlıyordum. Çünkü filmin galada gösterilecek kopyası galaya 1 saat kala çıkabilmişti laboratuvardan, parasını almadan teslim etmemişlerdi ve ben son iki günümü bankada kredi işlemlerini bitirmek için koşturarak geçirmiştim. Para o gün öğleden sonra çıktı koşturup ödemesini yaptım onlarda baskıya geçtiler. Neyse rezil olmamıştım. Yani daha fazla rezil olmamıştım.
Bu arada Türkiye festivallerinde ortam çok başkaydı. Mesela açılış filminin yönetmeni olarak davet edildiğim bir festivalin kapanışına 3 meşhur oyuncu gelince bütün komitenin bu meşhurların peşine düşmesi filmleri olmadığı halde kapanışta bu konuklara konuşma yaptırmaları çok eğlenceliydi. Genç eleştirmenlerle sinema yazarlarıyla tanıştım Türkiye festivallerinde. Bu nedenle mutluyum. Büyük kazanım oldu benim için. Özellikle Öteki sinema! Sinemaya değer veren yazarlar vardı. Onlarla zaman geçirmek değerliydi. Sinemaya emek verenlere sadece bu yüzden bile değer veren yazarlar.
İşte böyle bir macera idi sizinle paylaşacağım. Birbirine dokunamayan ulaşamayan kendi derdinde tükenen yalnızların ülkesi Türkiye! Bizim güzel ve yalnız ülkemiz…
Her anlamda muhteşem bir yazı olmuş. Söylenecek çok şey var ama ben kısaca azim ve cesaretinizden ötürü tebrik ederim.
Sanırım bu yazı, Türkiye’de sinema yapmak (yapmaya çalışmak) üzerine yazılmış en kıymetli mektuplardan biri.
Eğer bu tablonun bir ucunda bu yazının kahramanı varsa diğer uçta da işte bu var: http://www.radikal.com.tr/kultur/ak_parti_sarkisinin_yazarina_bakanliktan_rekor_destek-1191706