“Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.”
1961 yılında Eichmann Davasına getirdiği yaklaşımla ünlenen Hannah Arendt, 20. yüzyılın en önemli politika filozofları arasında kabul edilir. İktidar, devlet, insan, özgürlük, şiddet ve şiddetin kaynağı, totalitarizm, ideoloji, eylem vb. kavramlar üzerine yaptığı açıklamalar ile çok konuşulan; özellikle Yahudi Sorunu ve Antisemitizm ile ilgili görüşleri sebebiyle de tepki toplayan Arendt, önemli kadın figürleri beyazperdeye taşıyan Margarethe Von Trotta’nın son gözdesi… Rosa Luxemburg, Hildegard Von Bingen gibi isimlerden sonra Hannah Arendt’in hayatına değinen feminist yönetmen Von Trotta’nın odağında yeniden bir kadın öyküsü var…
Öteki Sinema için yazan: Başak Bıçak
Bu yıl 25.si düzenlenen Ankara Film Festivali kapsamında izlediğim Hannah Arendt, Von Trotta’nın filmlerinin genel dokusuna oldukça uygun bir yapı sergiliyor. 1960’larda, yine bir kadın karakterin etrafında yaşanan olaylar Hannah Arendt’in hayatından yaklaşık dört yıllık bir kesit sunuyor. Filmde geri dönüşlerle Arendt’in, varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden Martin Heidegger ile yaşadığı aşk ilişkisine kısa bir bakış atılsa da senaryonun çatısını, ünlü filozofun Eichmann Davası sırasında başından geçenler oluşturuyor. Von Trotta film byounca Arendt’in ortaya koyduğu felsefeyi ve davaya yönelik düşüncelerini uzun uzadıya anlatarak –sadece aralarda sinyallerini veriyor- seyircisini zorlamayı tercih etmiyor. Bu sebeple Arendt’in düşünce sistemini oluşturan temellere ben aşağıda daha detaylı değineceğim…
1961 yılında, dönemin İsrail Başbakanı David Ben-Gurion’un Arjantin’de bulunan ve “nihai çözüm”deki rolüyle tanınan Nazi liderlerinden Adolf Eichmann’ı kaçırtması üzerine Kudüs’te bir mahkeme kuruldu. Tarihe Eichmann Davası olarak geçen bu yargılamayı The New Yorker adına izlemesi için ise Totalitarizm’in Kaynakları isimli yapıtıyla bilinen Hannah Arendt gönderildi. On haftaya varan yargılama sürecinde, kendisi de Alman asıllı bir Yahudi olan Arendt’in davaya dair ilk eleştirisi Eichmann’ın insanlığa karşı işlenen suçlar bakımından değil, Yahudi halkına işlenen suçlar bakımından yargılanması noktasında geldi. Çünkü Arendt’e göre dava, Eichmann ve dolayısıyla Nazi rejiminin insanlığa ve Yahudilere karşı işlediği suçlar yerine, tarih boyunca süregelen Yahudi Sorunu ve Antisemitizmi merkezine alıyordu. Hâlbuki Arendt’e göre Yahudi Sorununun temelinde, Yahudilerin Nazi şiddetine maruz kalmadan önce, söz konusu ideolojinin merkezinde bulunmaları yatmaktaydı. Bu düşüncesini Yahudi liderlerinin, soykırım sırasında Nazilerle işbirliği yapmasıyla temellendiren Arendt, Yahudi Konseylerinin kendi insanlarının imhasında oynadıkları rolü anlatarak şöyle demişti: “Yahudi halkı gerçekten örgütlenmemiş ve lidersiz olsaydı, dört bir yanda kaos ve sefalet kol gezerdi ama kurbanların yarısı kurtulabilirdi.”
Yahudi liderlerine yönelik bu eleştirisi sebebiyle büyük tepki toplayan Arendt, Adolf Eichmann ile ilgili yazdıklarıyla da tam anlamıyla Yahudilerden nefret eden Yahudi olarak ilan edildi. Farklı davalarda birçok Nazi yöneticisinin savunduğu gibi, sadece emirleri yerine getirdikleri, hiçbir Yahudi’yi öldürme emri vermedikleri yönündeki söylemlerden yola çıkan Arendt, özellikle Eichmann’ın fanatik bir antisemit olmadığını fark ettikten sonra şu sonuca vardı: Eichmann ve diğer Alman görevlilerinin kendi eğilimlerine göre hareket etmedikleri ve özgür bir irade olmaksızın Führer’in iradesini kendilerine kaynak edindikleri (ki bu noktada Eichmann Kant’ın pratik aklından yola çıktığını savunuyordu) ve dolayısıyla Eichmann’ın bir canavar olmaktan çok, ne yaptığını bilmeyen, fazlasıyla normal bir insan olduğunu söyledi. Bu noktadan hareketle onların bu suçu işlemelerine olanak sağlayan şeyin salt fikirsizlik olduğunu ve sıradan insanın nasıl bir korkunç katile dönüştüğü sonucuna vardı. Fikirsizlik ile kötülük arasındaki bu ilişkiyi vurgulayan Arendt, kötülüğün temelden mi yoksa sıradan insanların, diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemleri ile eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olup olmadığını sorguladı. Bu görüşünü kötülüğün sıradanlığı olarak adlandıran Arendt’in, New Yorker’da yayınladığı yazı dizisinden sonra büyük patırtı koptu ve en yakın dostlarının bile tepkisini çeken filozof, Mossad dahil birçok çevreden ölüm tehditleri almaya başladı.
Gençlik yıllarında Almanya’dan kaçmak zorunda kalan, uzun yıllar haymatlos olarak yaşayan ve tüm bu sebeplerden ötürü politik felsefesinin kaynağı olarak köksüzlüğü, yurtsuzluğu temel alan Hannah Arendt, uzun yıllardır yaşadığı Amerika’dan ve hocalık yaptığı üniversiteden atılma tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Yaşananlardan sonra Arendt’in, öğrencilerine ve kurula karşı kendisini savunduğu sekans filmin en görkemli anı olmakla birlikte, o dakikaya kadar sakin seyreden duyguyu bir çırpıda yükselttiğini de söylemek gerek. Elbette burada, Margarethe Von Trotta’nın önceki filmlerinde de önemli kadın figürleri canlandıran Barbara Sukowa’nın başarısının payı büyük… Oldukça çarpıcı olan bu sahne ile temelde “anlamanın, affetmek olmadığını” savunan Hannah Arendt, fikirsizlikle kötülük arasındaki ilişkiyi ve düşünme eyleminin önemi açıklıyor.
Çağının en önemli kadın filozoflarından biri olarak kabul edilmesine rağmen, felsefenin temel problemlerinden biri olan “insan nedir?” sorusunu ele alış biçimi sebebiyle filozof olduğunu reddeden, Martin Heidegger ile çalkantılı bir ilişki yaşayan, kocasının başka kadınlarla olan münasebetlerine göz yuman ve tüm bunların yanında ortaya koyduğu düşünce sistemleriyle epey ayrıksı bir portre çizen Hannah Arendt’in hayatı, Margarethe Von Trotta’nın ellerinde etkileyici bir filme dönüşmüş… Uzun süresi ve sakin anlatımına karşın soluksuz izlenen Hannah Arendt aynı zamanda, iktidar ve birey ilişkisini özgürlük problemi bağlamında epeyce düşünmenize de yol açacak…