Bu sene bazı önemli yönetmenlerin, eski filmleriyle kıyaslandığında zayıf kalan bazı eserlerle yine de sinema tarihi açısından ortalamanın bir hayli üzerinde filmler ortaya koyabildiklerini gördük. Kabul ediyorum, bir yönetmen kendi çıtasını çok yükseğe çekmişse, bu onun aleyhine çalışır. O yüzden de çoğu yönetmene feci yüklendiler hatta bazıları maalesef sosyal medyada linç edildi. Bu bağlamda, Christopher Nolan’ın Dunkirk’ünü, Darren Aronofsky’nin mother! (anne!) filmini, Joon-ho Bong’un Okja’sını kimi kusurlarına rağmen beğendiğimi not düşmek isterim. Başyapıttır falan demiyorum ama bence bunlar dikkate değer, eli yüzü düzgün, ortalama üstü filmlerdir. Bu tip filmlerden biri de Michael Haneke’nin yönettiği Happy End.

Happy End, ele aldığı meseleler itibariyle Michael Haneke filmografisinin bir tür dip toplamı gibi düşünülebilir. Filmde burjuva ailesinin zihinsel iflası bağlamında The Seventh Continent’ten, göçmen krizi ve azınlık meselesi bağlamında 71 Fragments of a Chronology of Chance (Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası, 1994), Code Unknown (Bilinmeyen Kod, 2000) ve Hidden’dan (Saklı, 2005), görüntü kaydı fetişizmi bağlamında Benny’s Video (Benny’nin Videosu, 1992) ve Funny Games’ten (Ölümcül Oyunlar, 1997) ve cinsel bastırılmışlık, fetişizm ve yasak ilişki bağlamında La pianiste’ten (Piyanist, 2001) tadımlık izler bulmak mümkün. En keyifli gönderme de ustanın bir önceki filmi Amour’a (Aşk, 2012).

blank

Michael Haneke; Avrupa toplumunun içinde bulunduğu açmazları, tipik burjuva aileleri üzerinden yorumlamayı seçtiği ve zaman içinde ilmek ilmek örerek inşa ettiği kendine has sinemasında her daim yenilikçi yönler taşıyan eserler ortaya koymayı bildi. Hemen hepsi farklı bir tat ve doku taşıyan, politik ve toplumsal okumalara açık, etkileyici bir filmografi inşa etti. Hatta ben biraz daha ileri giderek, ilk sinema filmi The Seventh Continent (Yedinci Kıta, 1989) gösterime girdikten sonra ölmüş olsaydı, yine de Haneke’yi gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerden biri olarak kabul edeceğimi söylüyorum. Psikolojik ve fiziksel şiddetin benzersiz örneklerine şahit olduğumuz sinemasının asıl önemi, çeşitli sorunlara koyduğu teşhislerdir bence. Handiyse tüm bir Haneke sineması, bir teşhisler sinemasıdır. Onun toplumsal devinimler karşısında düştüğü şerhler ve yıkımı önceden haber veren alarm zilleridir önemli olan. Happy End’de de durum aynı. 75 yaşındaki yönetmen, içine düştüğümüz çukuru betimlemek için sosyal medyayı ve giderek artan ifşa eğilimini o kadar ustaca kullanıyor ki gençliğine, diriliğine ve gözlem yeteneğine şaşırıp kalıyorsunuz.

blankHappy End aslında bir sınıf eleştirisi. Ama Haneke bunu sadece burjuva ailesinin küçük oğlu Pierre (parti sahnesi ve finaldeki yemek sahnesi vb.) üzerinden yapmıyor, çok katmanlı bir yapı kurarak bir düzine kadar karakter üzerinden filme yayıyor. İnşaat şirketinin yöneticisi Anne, müstakbel eşi Lawrence Bradshaw, büyük oğul Thomas, küçük oğul Pierre, otoriter büyükbaba Georges ilk (merkez) halkada yer alan karakterler. Hemen ardından onlara hizmet eden (aslında zenginliklerini borçlu oldukları) sayısız karakter yer alıyor. Evin kâhyası ve karısı, işyerindeki çalışanlar, hukuki işlerden sorumlu katı ve acımasız avukatlar, Georges’un sadık berberi ve daha bir yığın yan karakter geliyor. Haneke bununla da yetinmeyip Avrupa’daki göçmen krizi karşısında takınılan üstenci tavrı (her göçmeni sokakta ateşli silahla gezen biri sanan Georges, evin kâhyasının köpek tarafından ısırılması, ölen inşaat işçisinin ailesine sunulan seçenek ve finaldeki yemek sahnesi vb.) masaya yatırıyor. Bütün bunların üstüne, sınıf atlamak için akıllara durgunluk veren korkunç bir işe imza atan küçük Eve’i (Thomas’ın ilk eşinden olan çocuğu) koyuyor. Hikâyede bir tür katalizör görevi gören Eve, yeni ailesinin içinde adeta bir bomba gibi (Eve’in üvey kardeşiyle evde yalnız kaldığı sahnede kanım çekildi mesela) gezerken herkesin foyası (babanın, dedenin vb.) meydana çıkıyor.

Günümüzde, sınıfsal çatışmaların ve karşıtlıkların merkezindeki burjuva ailesinin çözülüşünü, Haneke kadar iyi betimleyebilecek çok az yönetmen var. Laurent ailesinin uzunca bir süredir halının altına süpürdüğü her şey bir bir ortaya çıkarken yine gün yüzü gören ikiyüzlülük, sahtekârlık ve ahlaksızlık oluyor. Belki de Laurent ailesinin gerçek anlamda hiçbir zaman bütün ve tam olmadıklarını kabul etmek lazım. Onları sessiz ama derinden gelen bir toprak kayması ya da çoktan unuttukları bir aile üyesinin yıllar sonra çıkıp gelmesi mahvetmiyor, asıl problemleri içsel. Dışarıdan güçlü ve yıkılmaz gözüken bu aile tamamen bitik durumda. Hepsi mutsuz, hepsi arayışta. Her aile üyesinde farklı bir şekilde tezahür eden bir tür medeniyet krizi sunuyor Haneke. Tamamı duygusal açıdan dev bir yıkım çarkının ya başında (Thomas) ya ortasında (Pierre) ya da sonunda (Georges). O yüzden bu taşlamanın/hicvin, içeriğiyle örtüşmesi anlamında kusursuz bir ismi (ve afişi) var. Evet, bu film ilk bakışta mutlu bir sonla bitiyormuş gibi gözüküyor ama aslında hiç de öyle olmadığını herkes anlıyor. Film boyunca son derece komik bir sürü sahne var ama onlar da acı gülümsemeler. Neye güldüğünüzü birazcık düşündüğünüzde yüzünüz asılıveriyor. Haneke’nin en büyük başarısı da bu.

Malatya Film Festivali’nde seyretme şansı bulduğum bu sarsıcı film için son bir not düşmek istiyorum. Festival yönetimleri, filmlerin içeriğine göre filme girme yaşı konusunda bir hassasiyet göstermeliler. Happy End’e girmeyi beklerken Son of Sofia (Sofia’nın Oğlu, 2017) filminin sanat yönetmeni de bizimleydi. Aramızda sohbet ederken, hanımefendi kuyruğa baktı ve “Umarım bu film için beklemiyorlardır, bu bir Haneke filmi.” dedi çünkü sıradakilerin çoğu çocuktu. Çocuk derken, 18 yaş altındaki “reşit olmayan birey”leri kastetmiyorum, bayağı bildiğiniz 12-13 yaş ve altını kastediyorum, sekiz dokuz yaşlarındakiler dâhil. O yaşta çocukların bu denli sert filmlere alınması doğru değil. Film başladı, evin küçük kızı hamster’ını öldürüp onu kameraya aldı, sonra aynı yöntemle annesini öldürdü, inşaatta göçük oldu ve kazada can kaybı yaşandı, arada açık saçık fetiş diyalogları, eşini aldatanları, sarhoş olup sızanları falan geçiyorum, birini hunharca döven mi istersin, oğlunun parmağını öylece kırıveren bir anne mi, eşini boğarak öldürdüğünü itiraf eden mi istersin, dedesinin intihar girişimine yardım eden bir torun mu, artık Haneke’nin modern Batı toplumunun sinir uçlarını burjuva ailesinin çökmüş değerleri üzerinden iyice iğdiş etmek için bulduğu ne varsa filmi seyretmeye gelen küçücük çocuklar da nasibini aldı. Film başladıktan sonra aralarda çıkan çocuklar için sevinmedim desen yalan olur. Lütfen festival yönetimleri filmlerin izleyici kitlesi konusunda daha hassas olsunlar.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Sakarlık Antolojisi: Mavi Muammer Serisi

Sakarlık antolojisi serinin 3 filmi olan Mavi Muammer, Mavi Muammer
blank

The Sacrament (2013)

Ayin, yönetmenin sınırlı bütçe olanaklarını iyi değerlendirdiği, “gerçek” hikayesiyle ilgi