Çocukluğumuzu, gençliğimizi, hayatımızı önemli şekilde etkilemiş olan Harry Potter serisi artık sona doğru yaklaşıyor. Harry Potter and the Half-Blood Prince; okur kitlesini değil belki ama, seriyi filmlerden takip eden izleyiciyi tatmin edebilecek türden bir film.
Öteki Sinema için yazan: Nuri Şimşek
Zümrüdüanka Yoldaşlığı sonrasında her zamanki gibi yönetmen değiştirmek isteyen yapımcılar, yeni filmi Guillermo Del Toro’nun yönetmesini istemiş, fakat Del Toro “Hellboy II: The Golden Army” ve “Hobbit”in ön hazırlıkları nedeniyle bu projeyi reddetmek zorunda kalmıştır. Hal böyle olunca hiç bir zaman yapımcıların ilk tercihi olmayan David Yates yine yönetmen koltuğunu kapmıştır. Serinin beklentileri karşılayamamasının önemli sebeplerinden bir tanesi yönetmen tercihindeki bu rastgelelik iken, senaryo yazımının da oldukça sıkıntılı olduğu söylenebilir. İlk dört filmin senaryosunu yazıp, 5. filmde ekipte yer almayan Steve Kloves, Melez Prens ile tekrar kadroya dahil oluyor. Kim yazarsa yazsın, kim çekerse çeksin, amaç; Harry Potter ruhunu perdeye yansıtmak değil de para kazanmak olduğu sürece filmler yavan kalmaya devam edecek.
5. bölüm ile birlikte 6. hikaye ‘asıl savaş’ öncesinde olayların detaylandırılmasına yönelik bir havaya sahip. Karakterleri biraz daha derinlemesine tanıma fırsatı edindiğimiz bu bölümler 7. ve son bölüm için hazırlık niteliğinde. Voldemort artık ete kemiğe bürünmüştür, kötülük tekrar yükselişe geçmiştir, Azkaban’dan kaçan Ölüm Yiyenler vardır ve Ruh Emiciler Karanlık Lord’un tarafına geçmişlerdir. Hogwarts’taki 6. senesinde Harry Quidditch takımının kaptanıdır. Okula yeni gelen iksir hocası Horace Slughorn ile yakın temas halindedir. Slughorn’un dolabında bulduğu bir iksir kitabı Harry’i etkiler. Melez Prens’e ait bu kitapta yapımı oldukça zor olan büyülerin kolay ve pratik yöntemleri, yapılışları yer almaktadır. Dumbledore’un Harry ile özel buluşmaları ve Lord Voldemort’un çocukluk yıllarını Düşünseli ile görmek Harry için büyük bir olaydır. Hortkuluk diye bir şey çıkmıştır ortaya ve bunların bulunup, yok edilmesi gerekmektedir. Bütün bu maceraların yanında Hogwarts’ta aşk bacayı sarmış, Ron’un yeni kız arkadaş yapması Hermione’yi sinirlendirirken, Harry ve Ginny arasındaki yakınlaşma da dikkat çekmektedir. Sonlara doğru Dumbledore’un ölümü ise şok etkisi yaratmıştır. Artık Harry daha da yalnızdır.
David Yates’in tartışılan bir çok yönü olsa da yiğidi öldürüp hakkını teslim etmek gerektiğini düşünüyorum. Oyuncular nasıl gözlerimizin önünde büyüdülerse, Yates’de sinematografisini gözlerimiz önünde geliştirmiştir. Özellikle Half Blood Prince’te bunu görmek çok kolaydır. Öncekilerden farklı bir film izleyeceğimiz, ilk baştan hissettiriliyor. Önceki 5 film boyunca açılışlar önce Warner Bros.’un kasvetli bir logosuna yaklaşıp, ardından filminin ismine yaklaşmayla olurken, Yates bu sefer yapım şirketi logosuyla filmin isminin arasında bir sahne koymayı tercih ediyor. İyi ki de koyuyor. Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nda, Sihir Bakanlığı’nda ki savaş sahnesinin bitimindeyiz. Savaş bitmiş, Harry, Sirius’u kaybetmiş, Lord Voldemort’un geri döndüğü anlaşılmış ve Harry yalancı bir hilebaz gibi görünmekten kurtulup, seçilmiş kişi sıfatını almıştır. Sihir Bakanlığı’nda flaşlar Harry’nin yara bere içindeki yüzüne yüzüne patlar. Yanında Dumbledore vardır. Harry’yi kolları arasına alır. Genel olarak ağır çekimlerle hoş bir atmosfer yaratılmaya çalışılmış ki bunda gayet başarılı olunmuş, Dumbledore’un her zaman, her koşulda Harry’nin yanında olduğu ve ona destek olduğunun bir kez daha altı çizilmiştir.
Tüm Harry Potter serileri içinde en kilit noktalardan bir tanesi, geçen filmde tanıştığımız Düşünseli oluyor. Kitabın çevirmenleri Sevin Okyay ve Kutluhan Kutlu’ya kelimeleri-kavramları dilimize bu kadar güzel çevirdikleri için bir kez daha teşekkür etmek istiyorum bu fırsatla. Düşünseli; anıların küçük şişelere saklandığı, ve sonrasında anıların gerçekleştiği zamana giderek o anıyı bir kez daha görmenizi sağlayan bir büyü sistemidir. En önemli kilit noktalar Düşünseli sayesinde aydınlanıyor bütün seri boyunca. Düşünseli ile ilgili son ve en bomba olayı 7. bölümde göreceğimizi söylüyor ve düşünseli sayesinde kasvetli bir yetimhaneye gidiyoruz. Gelecekte dünyanın en korkulan büyücüsü olacak olan Tom Riddle burada yaşamaktadır. Tom Riddle uyumsuz, içine kapanık, garip davranışlar sergileyen, kendisine kötü davrananları cezalandıran ve arkadaşı olmayan biridir. Dumbledore’un ona ziyaret etmesi ve kendisinin bir büyücü olduğunu söylemesi olayların en temeline dair zihinlerimizde bir şeyler oluşturması açısından çok güzeldi. Özellikle Düşünseli’nin başlangıcındaki binaların ve insanların dumandan somutlaşmasını kendi içimde ayakta alkışladım. Tom Riddle’ın küçüklük halini canlandıran Hero Fiennes Tiffin aynı zamanda filmde Lord Voldemort’u canlandıran Ralph Fiennes’ın yeğenidir. Fiennes ailesinin kötü karakterleri canlandırmadaki başarısı ilginç bir detay olarak dikkat çekiyor. Başka bir Düşünseli’nde bu kez Tom Riddle’ın Hogwarts’ta Profesör Slughorn ile konuştuğu biraz daha büyümüş bir halini görüyoruz. Bu defa Frank Dillane tarafından hayat bulmuş olan Riddle, gelecekte yaratacağı kötülüklerin sinyallerini bakışlarıyla ve mimikleriyle oldukça güzel bir şekilde bizlere hissettiriyor. Tüm seri boyunca, her oyuncunun oyunculuğu yer yer aksasa da Harry Potter serisi tüm zamanların en önemli casting başarılarından biri olarak dikkat çekiyor.
Filmlerin kusurlu taraflarından bir tanesi de kitapta olmayan veya kısa tutulan bölümleri abartarak daha ön plana çekme kaygısı. Lost’taki Siyah Duman benzeri Ölüm Yiyen uçuşları ve Londra şehrinde yarattıkları kargaşa, Muggle dünyasının da güvenli olmadığını bizlere göstermesi açısından belki önemliydi fakat, insan başka şekilde anlatılamaz mıydı diye sormaktan kendini alamıyor. Özellikle Weasley’lerin evine yapılan saldırı ve sahnenin olmamışlığı filmin güzel taraflarına da gölge düşürüyor. Filmin başında darma duman olmuş bir evi tek bir büyüyle toparlayan bir Dumbledore, filmin ikinci yarısında evlerinin yanışını hüzünle izleyen Weasley’ler. Su büyüsü bilmiyor musunuz? Evi büyüyle onarmanız mümkün değil mi? Steve Kloves abi, senaryoyu yazmadan önce keşke kitapları biraz kendini vererek okusaydın.
Son filmin en temel noktalarından birini oluşturacak Lord Voldemort’un ruhunu bölerek yarattığı ve ölümsüz olmasını sağlayacak 7 hortkuluk ile Melez Prens’te tanışıyoruz. Sırlar Odası’nda Harry’nin parçaladığı günlük ve Dumbledore’un gizemini çözdüğü bir yüzük, bulunan 2 hortkuluktu. Dumbledore, Harry’ye yeni bir tane hortkuluk keşfettiğini fakat bunu yok etmek için kendisinin yardımı gerektiğini söyler. Bir mağara içinde içi büyülü bir sıvıyla dolu olan büyükçe bir kasenin içindedir bu yeni hortkuluk. Kasenin içindeki zehirli suyu Dumbledore içer. Normalde o sıvıyı içtikçe kendini kaybeden ve delirmeye başlayan Dumbledore tasviri daha güçlü olabilirmiş. Özellikle mağaradaki gölden çıkan yaratıkların Yüzüklerin Efendisi serisindeki Gollum’a benzemeleri ise tam bir hayal kırıklığıydı. Senaryo ve karakter derinliği ile daima eleştirilse de yarattığı görseller ile daima takdir toplamış olan Harry Potter serisine yakışmadığını söyleyebiliriz bu yaratıkların.
Filmin ismi Harry Potter ve Melez Prens olduğu halde, film boyunca Melez Prens hakkında çok az şey öğreniyoruz. Genel olarak karanlık karakterler olan Voldemort ve daha sonrasında Melez Prens’in kendisi olduğunu itiraf eden Severus Snape gerekli süreleri alamamıştır. Bunlar yerine romantik sahneler şişirilmiş ve Ron ile Lavender Brown’un öpüşüp koklaşmaları daha ön plana çıkarılmıştır. Lise çağına gelmiş olan karakterlerimizin gönül işleriyle olan durumları tabi ki gösterilmelidir. Hermione’nin Ron’u kıskanması, Harry ve Ginny arasındaki adı konamamış yakınlaşma elbette olacaktı filmde. Fakat Hermione’yi aşkından kafayı yemiş bir aciz gibi göstermek, Ginny’yi ise Harry’ye elleriyle kurabiye yediren, Harry’nin çözülen ayakkabı bağcığını eğilip bağlayan, erkek egemen toplumun silikleştirdiği bir karakter haline getirmek kabul edilemeyecek durumlardır.
Bu güne kadar okuduğum bir kitapta, izlediğim bir filmde gözlerim çok nadir dolmuştur. Yeşil Yol’da John Coffey’nin ölümünden sonra daha da bir şeyden etkilenmem derken Harry Potter dünyası içinde belki de en sevilen karakterlerden olan Albus Dumbledore’un ölümünü okumak tam bir travma etkisi yaratmıştı bende. Filmi izlerken belki de en üzüldüğüm nokta bu bölümlerin çok yüzeysel geçilmesiydi. Lord Voldemort tarafından Dumbledore’u öldürmek için görevlendirilen Draco Malfoy, film boyunca sürekli git geller yaşar. 1987 doğumlu olan Tom Felton’un diğer oyunculardan daha büyük durması detayına çok takılmadan, rolünün hakkını verdiğini söyleyebiliriz. Özellikle son bölümde Dumbledore’a asa doğrultmuşken yaşadığı kararsızlık hoştu. İşte tam bu noktada Severus Snape giriyor devreye ve Malfoy’un yapamadığı işi bitiriyor. Avada Kedavra büyüsü ile Profesör Dumbledore’u öldürüyor!!!!!!! Snape’e duyulan nefret tavan yapıyor.
Altıncı kitabın en görkemli sahnelerinden bir tanesi Dumbledore’un cenazesinin olduğu bölümdür. Su halklarının bile katıldığı, muhteşem tasvirlerle dolu o anlamlı sahne storyboard çizimlerinde kalmaya mahkum oluyor. Seri boyunca yapılan bütün eksiklikleri sineye çekebiliyorum fakat bu sahnenin olmaması ve Dumbledore’un ölümünden sonra asalarla gökyüzüne ışık gönderilmesi tam bir saçmalıktı. Hele ki filmin son sahnesinde Harry, Hermione ve Ron’un kulelerin birinde yaptıkları manzara ne güzelmiş tarzındaki geyikler çok terbiyesizceydi, yanlıştı, olmamalıydı.
Nicholas Hooper’ın muhteşem besteleriyle müzik konusunda oldukça başarılı olan Harry Potter and the Half Blood Prince, senarist Steve Kloves’un gereksiz değiştirilmeleri yüzünden çok gereksiz konularla anıldı uzun süre. Dumbledore’un hikayeye ters bir şekilde çocukların aşk hayatlarıyla ilgilendiği bölümlerden birinde yazılana göre gençliğinde aşık olduğu bir kadın varmış. J.K. Rowling yaptığı düzeltmeyle Dumbledore’un eşcinsel olduğunu belirtmiştir. O noktadan sonra da gereksiz bir sürü geyik dönmüştür.
Normalde Kasım 2008’de yayına gireceği önceden duyurulan fakat ilerleyen dönemde gösterim tarihi Temmuz 2009’a alınan film, yapımcıların hayran kitlesini umursamadıklarının en önemli kanıtıdır. Filmi daha fazla IMAX salonda gösterime sokabilmek için yapılan bu hamle, tam bir tüccar zihniyetindedir ve üzücüdür. Hal böyle olunca yönetmenlere ne ölçüde kızmalıyız onu bilemiyorum. Arkalarında bu kadar büyük bir yapım baskısı mevcutken, ne kadar özgür olabiliyorlar ki. Yates’in bu yeni filmde tekrar görev alması filme olumlu yönde bir katkı sağlamış ve filmi bir nebze daha başarılı kılmış. Keşke sinematografi kadar, meseleye de önem verseymiş, ama olsun. Üzerine konuşup, yazabildiğimiz bir Harry Potter serisi olması hala sevindirici.
Serinin hayranlarının bekleyip de filmde göremediği bir sahnenin storyboard çizimleri
Giriş sahnesi kesinlikle mükemmeldi. Hatta filmi sinemada ilk izlediğimde gözlerimin dolmasına bile neden olmuştu. O siyah duman şeklinde gitme olayını kitapta ölüm yiyenlerin kullanabildiğini hatırlıyorum sanki. Ama çok nadir diye hatırlıyorum. Filmde sürekli kullanmaya başladılar ama estetik olarak ben başarılı buldum. Kovuk’a saldırı baştan sona Harry Potter serisine uymayan bir sahne. Bu kadar kolay saldırı yapabiliyorlarsa Voldemort toplasın orduyu gelip alsın Harry’i ordan. Saçmalıktı. Filmin liseli hallerinin ön plana çıkması biraz kötüydü. Birçok anıya yazık edildi. Ayrıca Dumbledore’un cenaze töreni mutlaka olmalıydı. Kuledeki sahneyi beğensemde yine Harry Potter ruhuna ters. Orda Dumbledore Harry’e beden kilitlemesi yapıyor. Çünkü karışacağını biliyor. Asıl kitaptaki en büyük gerilim ve çaresiz kalma durumu Harry’nin bir şey yapamamasıdır. Harry, Dumbledore’un etrafı ölüm yiyenlerle sarılıyken gidip aşağıda izleyecek bir karakter değildir. Hatta kitabın serinin ana temalarındandır. Çünkü Harry kendini frenleyemediği için başına bu kadar bela alabiliyor. Eşcinsel muhabbetini ise şöyle biliyorum. Kloves, Rowling’e böyle bir ekleme yapmak için başvurmuş. Rowling kabul etmemiş ama Kloves sürekli ısrar ediyormuş bunun için o da Dumbledore karakterinin eşcinsel olduğunu açıklamıştır. Genel olarak bu filmin atmosferini beğensem de yine eksiklikleri mevcuttur.
O duman olarak gitme olayı cidden estetik ama çıkış noktasına çok ters olduğu için kabul edemiyorum ben. Yoldaşlık üyeleri sopalarla uçarken bunlar hop dumanla geliyorlar, dumanla içinden geçip evi yakıyorlar vs bunlar büyücülük dünyasında bile inandırıcı değil, en başından beri gördüğümüze ters biraz. Diğer konuda filme aşk koyalım da Dumbledore karakterini insanlar daha çok sevsin dedi bence Kloves. Ama öle şunu ekle bunu çıkarla olmuyor, görüyoruz.
Öyle çok mantıksız eklemeler var ki biraz daha o uçma olayı göze batmıyor. Ama yine kitaplar baz alındığında elbette olmaması gereken bir şey. Tabi senaristler senaryoyu yazarken çok dikkat etmeliler. Ama Potter serisinde bu açıdan bir sürü hatalar gördük. Ek sahneler üzerinde baya düşünülmeli filmin ruhunu korumalı. Dumbledore konusunda haklı olabilirsiniz. Ama böyle daha iyi olmuş olabilir. Genel olarak Hogwarts profesörlerinin özel yaşamlarını bilmiyoruz. (Dumbledore-Snape hariç) Bende kitapların aynısını beklemiyorum hiçbir zaman.
Ama kitabın ruhunu yansıtabilmeli yönetmenler. Bunu da en iyi şekilde yapan Cuaron’du. Yates sizinde dediğiniz gibi bence stüdyonun stratejisini uyguladı. Serinin büyük bir takipçisiydim. Özellikle kamera arkalarında Yates geldikten sonra yapımcı David Heyman’ın büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Sanki her şeye karar veren oydu gibi.